TÎN SÛRESİ
"Euzû Billêhi mine’ş-şeytani’r racîm"
“Bismillâhir Rahmanir Rahîm”
Sûre lafzen "incir/incir ağacı" anlamına gelen et-Tîn adını ilk âyetinden alır. Tirmizî aynı adla, Buhârî Ve't-tîn adıyla anar.
Sûre Mekkîdir. İlk tertiplerin tamamında Buruc ve Kureyş arasına yerleştirilmiştir. Bu takdirde sûreyi peygamberliğin 4. yılına yerleştirmemiz uygun olacaktır.
Sûre, insanlığın vicdanının ilâhî vahiy tarafından harekete geçirildiği dört bölgeyi zımnen veya lafzen şahit tutarak söze girer. Bunlar:
1) İncir veya incir ağacı veya çöl inciri: Hz. İbrahim'in vahiy aldığı mübarek bölgeyi simgeler. Hz. Nûh ve Musa da aynı bölgede vahiy almıştır (Enbiya: 71; krş. A'râf: 137). Bir görüşe göre bu ağaç Buda'ya altında otururken vahyin geldiği incir ağacıdır. Zira Buda ilâhî ilhamı bir yabani incir ağacının altında almıştı.
2) Zeytin Dağı, zeytin veya zeytin ağacı: Süleyman Mabedi'nin üzerine inşa edildiği dağı ve Hz. İsa'nın vahiy aldığı mübarek ve mukaddes kılınmış bölgeyi simgeler (Mâide: 21). Hz. İbrahim de vaktiyle o bölgede vahiy almıştır (Isra: 1).
3) Sina dağı: Hz. Musa'nın vahiy aldığı mübarek ve iki kere mukaddes kılınmış bölgedir (Kasas: 30; Tâhâ: 12; Nâzi'ât: 16). Eğer Sina müstakil olarak zikredilmeseydi, Mü'minûn 20'nin delaletiyle Sina zaten " zeytin " diyarına giriyordu.
4) Emin belde: Hz. Muhammed'in vahiy aldığı mübarek bölgedir (Al-i İmran: 96). Kendilerine yemin edilen bu beldelerin tümü de Kur'an'da "mübarek" ve "mukaddes" olarak anılır. Buraların bereket ve kutsiyeti kendilerinden değil, orada olup bitenlerdendir. Şerefu'l-mekân bi'l-mekin’dir. Yani "Yerin şerefi o yerde yerleşenin şerefinden kaynaklanır". Zaten bu beldelere yemin edilmesinin sebebi de, muhatabın zihnini maddî olandan manevî olana intikal ettirmektir. Zımnen: Ey muhatap! İndiği toprağa bile bereket katan vahiy, ya hayatına inerse sana neler katmaz! İşbu yüzden vahiy, akla Miraç yaptırmak için nazil olmuştur. Bu evrensel hitabın ardından söz, yeryüzünün ruhu olan insana getirilir. Şu hakikati ancak insanı yaratan haber verir: "Doğrusu Biz insanı en güzel kıvamda yaratmış, sonra onu başlangıç noktasının en dibine döndürmüşüzdür" (4-5).
Tin sûresi 95. sûre. Adını ilk ayetinden alıyor. İncir, veya incir ağacı manasına geliyor. Mekki bir sûre, Buruç ile Kureyş sûresi arasına yerleştirmiş meşhur nüzûl tertipleri. Bu da yaklaşık 2. yılın sonu 3. yılın başına denk gelir peygamberliğin. Konusu ilk ayetlerinde; “Vet-Tîni vez-Zeytûn”, (1) “Ve-Tûri Sinîne”, (2) “Ve-hêzel-Beledi’l-Emîn” (3) ilk üç ayetinde 4 unsur sayılır. İlk ikisi meyve bitki, ondan sonrakiler mekân. Onun içinde müfessirlerimizin otorite olanları burada aslında meyve olarak, bitki olarak sayılanların da mekâna delalet ettiğini, bu dördünün de 4 ayrı mekâna delalet ettiğini söylemişler ki bu sûrenin ilk üç ayetinin en güzel yorumu ve açıklaması da budur.
1. incir, incir ağacı çöl inciri manasına gelir. Tîn. Hz. İbrahim’in vahiy mahalline delalet eder. Zaten bir Akdeniz bitkisidir incir ve en çok yetiştiği yerde peygamberlerin yoğun olarak geldiği bölgedir. Hz. Nuh ve Hz. Musa da aynı yerde peygamberlik yapmışlardır. Alternatif bir okuma ve yorum da Hamidullah hoca tarafından yapılır. Budanın vahiy aldığı veya ilham gelen ağaç incir ağacıdır. İncir ağacının altında otururken Buda, veya yatarken kendisine ilk vahiy veya ilk ilham gelir. Hatta buda adını öyle alır. Çünkü budî ağacı yaban inciri demektir. Dolayısıyla Muhammed Hamidullah üstadımız başka bazı otoritelere de dayanarak böyle bir yorum yapar ki yabana atılacak bir yorum olmasa gerek.
2. Zeytin, “vez-Zeytûn” zeytin dağı ki Hz. Süleyman mabedinin inşa edildiği mekânın ismi zeytin dağıdır. Bugün bile öyle anılır. Hz. İsa’ya vahiy inen yerdir, bölgedir aynı zamanda. Mübarek ve mukaddes bölge olarak anılır Kur’an’da. Hz. İbrahim’de orada vahiy almıştır.
3. Sina dağı, Hz. Musa’nın vahiy aldığı yerdir ki iki kez mübarek kılınmış bölgeyi de kapsar ..fağla' nâ'leyk, inneke Bi’l va’dil mukaddesi Tûvê. (Tâhâ/12) ayakkabılarını çıkar, çünkü sen iki kez mukaddes kılınmış, iki kez kutsanmış Tûvê, yani tıven, iki kez kutsanmış mukaddes vadidesin.
4. Emin belde, Resulallah’ın vahiy aldığı bölge ki Ali İmran/96. ayetinde oranın mübarek kılındığı ifade buyrulur. Yani bu dört yerde Kur’an’da mübarek ve mukaddes kılınan yerler arasında zikredilir. Mübarek ve mukaddes kelimeleri bizzat anılarak zikredilir. Onun için aslında burada bizim şunu anlamamız gerekiyor; Bu 4 mekânı da mübarek ve mukaddes kılan şey kendisinden değildi. Mukaddesliği ve mübarekliği Allah verdi. Bunların bereketi de vahiydendi, buralarda vahiy indi, vahiy indiği toprağı, coğrafyayı, dağı bile mübarek kılarsa ey insan vahiy sana inince seni ne kılmaz manasına gelir. Çünkü şerefü-l mekân bil mekin. Mekânın şerefi orada temekkün eden şeyledir derler Araplar.
Dolayısıyla mekân kendi başına şerefli olmaz. Orada şerefli biri oturmuşsa mekân da şereflenir. Şerefli bir şey inmişse mekân da şereflenir. Ey insan vahiy senin yüreğine inerse sen de mübarek olursun, sen de mukaddes olursun manasına gelir. Şimdi tefsire geçebiliriz.
(M.İSLAMOĞLU)
Mekke’de Hicret öncesi nâzil olmuş, Allah’ın hidâyet gönderisi tecellilerinden birisi olan Tin sûresiyle karşı karşıyayız. Zamandan ve mekândan münezzeh olan Rabbimizin zaman ve mekânla mukayyet olan biz kullarına gönderdiği yıldızlardan bir yıldız sûre. Zaten Kur’an’daki tüm sûreler birer yıldızdır. Her bir bölüm bir necm’dir.
Kitabımızın 95. sırasına ve İnşirâh sûresinin hemen arkasına yerleştirilmiş olan Tin sûresinde Rabbimiz mekânın mukaddes olan birimlerine yemin ederek insanın yaratılışına dikkat çeker. Biz insanı en güzel bir kıvamda yarattık buyurarak insanın şerefine ve ona lütuflarına dikkat çeker. Daha sonra da yarattığı ve sayısız nimetlerle, üstünlüklerle donattığı insanın iki kısım olduğunu anlatır. Bunlardan birinci grubun ahsen-i takvim üzere, yaratılışları, fıtratları üzerine devam eden, kulluklarını, şereflerini, yüceliklerini bozmadan bir hayat yaşayan, kendilerine yüklenen sorumluluklarını hayatlarının sonuna kadar sürdüren ve en sonunda bu yüceliklerine cennette de en son ve en büyük bir yücelik katan iman ve salih amel sahipleri. İkincisi de yaratılışlarını, fıtratlarını bozan, Allah’ın kendilerine verdiği şerefi reddedip kendilerini esfeli safiline, aşağıların aşağısına indiren, hattâ mahlukâtın en alçak seviyesine düşüren aşağılık insanlar.
Yeryüzünün her yerinde ve her döneminde bu belirgin özellikleriyle var olan bu iki insan tipini anlattıktan sonra Rabbimiz bu insanların durumlarına göre kendilerine verilecek farklı karşılıklardan söz eder. Her iki insan tipinin de gidecekleri yeri anlatır. En sonunda da Allah kendini hakimlerin hakimi olarak gündeme getirerek bu iki grubun ikisini de denk tutacak adaletsiz bir Rab olmadığını ortaya koyar. Hakimler hakimi olarak her iki grubun da amellerine göre, yaşadıkları hayata göre farklı sonuçları hak ettiklerini ortaya koyar. Birisi yaşadığı hayatın yüceliğine mütenasip olarak yüceler yücesi cennete uçarken, ötekisi de yine yaşadığı hayata uygun olarak cehennemin esfeline akacaktır der.
Sûrenin âyetleri üzerinde hızlı bir gezinti yaptıktan sonra âyetlerin tefsirine geçelim inşallah. Allah Teâlâ, Tîn (incir)'e zeytine, Sina dağına ve emin olan belde (Mekke)'ye kasem ederek insanı her yönüyle güzel ve kâmil bir biçim ve şekilde yarattığını bildirmektedir: "İncire ve Zeytine. Sina dağına ve bu emniyetli şehre yemin olsun ki, Biz, insanı en güzel şekilde yarattık" (1-4).Allah Teâlâ, fizikî ve ruhî özellikleri ile yaratılmış diğer mahluklar arasında seçkin bir makam verdiği insanoğlunu kötülülüğe ve bozulmaya elverişli bir fıtrat üzere yaratmıştır. Şüphesiz Allah, her şeyi güzel yaratmıştır.
Ancak insana bütün yaratılanlar arasında özel bir değer vermiş, ona, Rabbine saf bir kalp ile yöneldiği zaman meleklerden bile üstün olabilecek bir kabiliyet vermiştir. Allah'ın insana verdiği bu kıymet, onun, yaratılışındaki mükemmelliği, fevkalade karmaşık ince cismanî yapısı, başka hiç bir canlıya bahşedilmemiş aklî durumu ve akıllara durgunluk veren ruhî yapısında ortaya çıkmaktadır. İşte bütün yönleriyle tam bir mükemmellikte yaratılmış olan insan, Rabbinin gösterdiği yoldan sapmalar göstermeye başladığı an onun için, bu en güzel yaratılışta olma vasıflarını kaybetme durumu başlamış demektir. Allah Teâlâ, en güzel şekilde yarattığı ve doğru yolu gösterici peygamberler ve kitaplar göndererek onu dünya ve ahiret nimetleriyle nimetlendirdiği halde nankörlük edip şükretmekten vazgeçer ve kendisine yaratıcısından başka ilâhlar edinerek isyan ederse, ruhî ve manevî yönden aşağıların aşağısına sürüklenir ki bu durumda hayvanların bile düşemeyeceği dereceye düşer: "Sonra da onu aşağıların aşağısı olan "esfel-i safilîn"e indirdik" (5). İnsanın en güzel şekilde yaratılıp, sonra da "aşağıların aşağısına" indirilmesinin sebebi ona seçme hürriyetinin verilmiş olmasıdır. İnsan, iyilik ve kötülükten her birini işleyebilme konusunda serbest bırakılmıştır. O, dilerse dünyevî şeylere ve şehevî arzuları tatmin etmeye çağıran nefsine tabi olur ve manevî yönden aşağılara doğru düşer. Dilerse hevasına uymaktan kaçınarak Rabbine yönelir, yaratılışındaki en güzel biçimini muhafaza etmiş ve Allah'ın hoşnut olduğu kullarının arasına girmiş olur. İyiliğe ve kötülüğe tabi olma konusunda insan, dünya hayatında hür iradesiyle baş başa bırakılmıştır. İşte verilen bu hürriyet onu, diğer varlıklardan ayıran bir sorumluluk yüklemektedir. İşte bu sorumluluğun bilincinde olmak isteyen kimseler, bir anda kendilerini aşağıların aşağısında bulmaktadır. Allah Teâlâ, bu dereceye düşüp cehennem çukurlarına yuvarlanacak olan kimselere istisna olarak iman edip salih ameller işleyenleri göstermektedir ki bu kimseler, Rableri tarafından sürekli bir kesintisiz bir şekilde mükâfatlandırılacaktır: "Fakat iman eden ve salih ameller işleyenler bunun dışındadır. Onlar için arkası kesilmeyen mükâfat vardır"(6).
Bu gerçekleri dile getirdikten sonra, insana neye dayanarak itaat etmekten yüz çevirdiği sorulmaktadır. Soru, işlemiş olduğu suçlardan dolayı hiçbir mazereti olmayan bir kimseye yöneltilmiş hesap soran bir üsluptadır ki, muhatabın buna vereceği hiç bir cevabı yoktur. Çünkü her şey açık bir şekilde bütün delilleriyle insanoğlunun gözleri önünde serili bulunmaktadır: "Ey İnsan! Bütün bu hakikatlerden sonra sana dinini yalanlatan nedir?" (7).Allah Teâlâ, hükmederken adaletle hükmetmektedir. Bu, bütünüyle apaçık olan bir gerçektir ve bunu hiçbir akıl sahibinin inkar etmesi mümkün değildir. O'nun verdiği her hüküm büyük hikmetler içermektedir. Sure bu gerçeği dile getirerek son bulmaktadır: Allah, hükmedenlerin en güzel hüküm vereni değil midir?" (8). Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz Tîn sûresini okuyup. "Allah hükmedenlerin en güzel hüküm vereni değil midir" ayetine gelince: Evet biz de buna şahidiz ki, O hükmedenlerin en iyi hükmedenidir" desin." Bu kısa mukaddimeden sonra sûrenin âyetlerini hep beraber tanımaya çalışalım inşallah.
(A.KÜÇÜK)
Adı: Birinci ayetteki "Tin" kelimesi sureye isim olmuştur.
Nüzul zamanı: Katade, bu surenin Medenî olduğunu söylemektedir. İbn Abbas'tan iki kavil nakledilmiştir; birincisine göre, bu sure Mekkî'dir. Diğer kavline göre, bu sure Medenî'dir. Ulemanın çoğunluğu bu sureyi Mekkî kabul etmişlerdir. Surenin Mekki olmasının açık alameti Mekke için "hâze'l-beledi'l emin" denmesidir. Eğer Medine'de nazil olsaydı Mekke için kulanılan bu ifade doğru olmazdı. Ayrıca surenin konusundan, Mekke'de başlangıçta nazil olan surelerden birisi olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü surede, küfür ile iman arasında şiddetli bir mücadelenin başladığına dair bir iz yoktur. Bunun için, ilk dönemdeki diğer Mekkî surelerin üslubunu taşımaktadır. Bu surede de, kısa kısa ve etkili cümlelerden oluşan bir üslupla, ahiret, oradaki ceza ve mükâfatın gerekli olduğu, mantıklı olduğu anlatılmaktadır.
Konu: Surenin konusu, ceza ve mükâfatın gerekliliğini anlatmaktır. Bu nedenle ilk önce, büyük peygamberlerin çıktığı yer üzerine yemin edilerek şöyle buyurulmuştur: "Biz insanı en güzel biçimde yarattık." Bu gerçek, Kur'an'ı Kerim'in çeşitli yerlerinde değişik ifadelerle beyan edilmiştir. Mesela bazı yerlerde şöyle buyurulmuştur: "Allah insanı yeryüzünde halife tayin etti ve Meleklere ona secde etmelerini emretti. (Bakara 30-34, En'am 165, A'raf 11, Hicr 28, Neml 62, Sad 71-73) Bazı yerlerde de şöyle buyurulmuştur: "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk, onu yüklenmekten kaçındılar, ondan korktular. O insana yüklendi..." (Ahzab 72) Bazı yerlerde ise şöyle buyurulmuştur: "Andolsun biz Ademoğullarına çok ikram ettik. Onları karada ve denizde taşıdık. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık." (İsra 70) Tin suresinde özellikle enbiyanın ortaya çıktığı yer üzerine yemin edilerek "İnsanı en güzel şekilde yarattık" buyurulmuştur. Yani onu öyle güzel şekilde yarattık ki, arasından büyük peygamberler çıkardık. Bu peygamberlere Allah'ın yarattıklarının ulaşabileceği en yüksek makamı verdik.
Bundan sonra, insanların iki tip olduğu açıklanmıştır. Birincisi, en güzel şekilde yaratıldığı halde kötüye meyledenlerdir. Bu tip insan ahlaki bakımdan en alçak seviyeye düşmüştür. O kadar ki başka hiç bir mahlûk o seviyeye düşmez. İkincisi, iman ederek ve salih amel işleyerek bu düşük seviyeden kurtulmuş, yaratılışının gereği olarak bulunduğu üst makamda kalmıştır. Bu iki tip insanın varolduğu bir gerçektir. İnkâr edilemez. İnsanlık toplumunda onları müşahade etmek mümkündür.
Sonunda insanlarda birbirinden kesinlikle farklı iki tip varsa onların farklı amellerine farklı karşılık verileceğinin inkar edilemeyeceği aynı gerçeğe istidlal olarak ileri sürülmüştür. Ahlaki bakımdan alçaklığa düşenlere hiçbir ceza ve yüksek ahlaklı olanlara da hiçbir mükâfat verilmeyecek olsa, iki grubun sonu da aynı olacaksa, bu, Allah'ın hükümdarlığında hiç adalet ve insaf bulunmadığı anlamına gelir. Oysa insanî fıtrat ve insani akıl bakımından, hükümdar olanın aynı zamanda adaletli olması da gerekir. Eğer böyle olmazsa, Allah'ın, hüküm verenlerin en üstünü olduğu ve hükümdarlığında insafsızlık olmayacağı nasıl tasavvur edilebilir?
(MEVDUDİ)