TEBBET (MESED) SURESİ


Ayet Getir
111-TEBBET (MESED) 1. Ayet

تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ

Tebbet yedâ ebî lehebin ve tebbe.

Bayraktar Bayraklı

Ebû Leheb'in sosyal gücü de kahrolsun, kendisi de kahrolsun!


Edip Yüksel

Ateş körükleyenin elleri kahrolsun, zaten kendisi kahroldu.


Erhan Aktaş

Ebû Leheb’in iki eli1 kurudu2. Ve kendisi de yok oldu3. 1- Gücü, malı mülkü, imkânı. 2- Yok oldu. 3- Kur’an, anlatım üslubu olarak, ileride olacak bir şeyin, kesinlikle olacağını vurgulamak için gelecek zaman yerine geniş veya geçmiş zaman kipini kullanmaktadır.


Muhammed Esed

Kahrolsun o parlak yüzlünün iki eli ve kahrolsun kendisi!


Mustafa İslamoğlu

Kahrolsun Ebu Leheb'in çifte gücü, zaten kendisi de kahroldu-kahrolacak!


Süleyman Ateş

Ebu Leheb'in iki eli kurusun (yok olsun o); zaten yok oldu ya.


Süleymaniye Vakfı

Ebu Leheb’in elleri kurusun, zaten kendisi bile kurudu[*]! [*] Bu bir kanundur: Bir toplum kendi özünü değiştirmezse Allah ona verdiği nimeti değiştirmez. Allah dinler ve herşeyi bilir. (Enfal 8/53)


Yaşar Nuri Öztürk

Elleri kurusun Ebru Leheb'in; zaten kurudu ya!


Ayetin Tefsiri

 

MEAL

1.) KAHROLSUN Ebu Leheb'in çifte gücü,1 zaten kendisi2 de kahroldu-kahrolacak!

2.) Malı da kazancı da ona hiçbir yarar sağlamayacak!3

3.) Zamanı gelince tarifsiz bir alevli ateşe (yakıt) olacak!

4.) Karısı4 da (onun ateşine) odun hamallığı yapacak,5

5.) gerdanında (takı yerine sanki) çelikten6 bir halat (bulunacak).7

(M.İ)

1.) Helak olsun Ebû Leheb! Zaten helak olacak.

2.) Malı da kazandığı serveti de ona hiçbir fayda sağlamayacak.

3.) O, cehennemde alevli bir ateşe atılacak.

4.) Dedikoducu-fitneci karısı da yanında olacak.

5.) Karısının boynunda bir de [ateşten] urgan bulunacak.

(M.Ö)

1.) Ebu Leheb’in elleri kurusun; kurudu da.

2.) Malı ve kazandığı kendisine fayda vermedi.

3.) Alevli ateşe yaslanacaktır.

4-5.) Karısı da, boynunda bir ip olduğu halde ona odun taşıyacaktır.”

(A.K)

1-5.) Elçimiz Muhammed’in ve tevhidin aleyhinde her türlü faaliyeti yapan Ebû Leheb şunu iyi bilsin ki bu yaptığının karşılığı olarak cehenneme girecek ve alev alev yanan ateşe atılarak cezalandıracaktır. Üstelik elçimize düşmanlıkta kullandığı malı ve gücü de kendisini kurtaramayacaktır. Ayrıca bu konuda kendisine yardımcı olan ve elçimiz Muhammed aleyhine etrafta konuşarak onu ve tevhidi sürekli kötüleyen karısı da, boynunda ateşten bir urganla onun yanında yer alacaktır.

(H,E;M,C)

TEFSİR

Ebû Leheb, Abdülmuttalib’in oğlu ve Hz. Peygamber’in baba bir amcasıdır. Asıl adı Abdülüzzâ olup parlak yüzlü olduğundan veya öfkelendiğinde yanakları kızardığı için babası tarafından kendisine “alev gibi, çok parlak anlamına gelmek üzere Ebû Leheb lakabı verilmiştir. Daha önce Hz. Muhammed’i çok sevdiği, hatta iki oğlunu onun kızlarıyla evlendirdiği halde peygamber olduktan sonra onun azılı düşmanı oldu. Hz. Peygamber, insanların Allah katında eşit olduğunu, onların dinî ve ahlâkî erdemlerine göre değerlendirileceklerini söylüyordu. Ebû Leheb ise kibirli, gururlu ve zengin biri olup fakir ve zayıf insanların kendisine eşit tutulmasını kabullenemiyordu. Rivayete göre Resûlullah panayırda dolaşarak insanları İslâm’a davet ederken Ebû Leheb de arkasından gider ve çevresindekilere onun yalancı olduğunu söylerdi (Kurtubî, XX, 236). Hz. Peygamber’e karşı daima onun düşmanlarıyla birlikte hareket etmiş, hem kendisi hem de karısı ona eziyet etmişlerdir. Hicretin 2. yılında çiçek hastalığına yakalandığı için Bedir Savaşı’na katılamamış, fakat yerine adam göndermiş, ayrıca müşriklere malî destekte bulunmuştur. Kureyş’in Bedir’deki yenilgisini ve ağır kayıplarını haber aldıktan yedi gün sonra kahrından öldüğü söylenmektedir. Çiçek hastalığı kendilerine de bulaşır endişesiyle ailesinden hiç kimsenin ona yaklaşmadığı, öldüğünde ücretle tuttukları Sudanlılar’a defnettirdikleri rivayet edilir. Ebû Leheb’in kızı müslüman olarak Medine’ye hicret etmiş, oğulları Utbe ile Muttalib de Mekke’nin fethinden sonra İslâm’a girmişlerdir (fazla bilgi için bk. Mehmet Ali Kapar, Ebû Leheb, DİA, X, 178-179). Ebû Leheb’in elleri kurusun! meâlindeki 1. âyet mecazi bir ifade olup onun helâk olması yönünde bir bedduadır. Devamındaki tebbe fiili, bedduanın gerçekleşeceğini ifade eder; nitekim öyle de olmuştur. Müfessirler 2. âyette Ebû Leheb’in kazandığı bildirilen şeyden maksadın onun çocukları, malı, mevki ve itibarı olduğunu söylemişlerdir. Buna göre âyet, bunların hiçbirinin kendisini kötü sondan kurtaramadığını ifade eder. Ona ne malı fayda verdi ne de kazandığı diye çevirdiğimiz 2. âyete, Malı ona ne fayda sağladı, o ne kazandı? diye soru şeklinde de mâna verilmiştir (Şevkânî, V, 606-607).

 

Ebû Leheb, Hz. Peygamber’in amcası olduğu için onu desteklemesi ve düşmanlarına karşı koruması gerekirken tam tersine karısıyla birlikte ona eziyet ve sıkıntı verdiklerinden dolayı 3. âyette ateşi son derece şiddetli olan cehenneme gireceği haber verilmiştir. Ebû Leheb’in karısı, Harb’ın kızı ve Ebû Süfyân’ın kız kardeşi Ümmü Cemîl Avrâ’dır. Dedikodu yapıp söz taşıyan... diye çevirdiğimiz 4. âyeti, Hz. Peygamber’e eziyet etmek maksadıyla diken, çalı çırpı toplayıp geceleyin peygamberin yoluna serdiği için odun taşıyan diye çevirenler de vardır. Biz meâlde, insanların arasını bozmak amacıyla laf götürüp getirdiği ve Hz. Peygamber’i maddî sıkıntısı sebebiyle aşağıladığı için mecazi anlamda böyle (hammâlete’l-hatab) nitelendirildiği şeklindeki yorumu tercih ettik. Taberî, her iki yorumu destekleyici rivayetler aktardıktan sonra kendisi birinci mânayı tercih etmiştir (bk. XXX, 338-339). Ayrıca hata ve günahlarını yüklenip taşıdığından dolayı mecazi anlamda yanacağı cehennem için odun taşıyan olarak nitelendirildiği kanaatinde olanlar da vardır (bk. Şevkânî, V, 607-608). Aynı kadın, Lât ve Uzzâ isimli putlara yemin ederek mücevherden yapılmış kıymetli gerdanlığını Hz. Peygamber’e düşmanlık uğrunda harcayacağını büyük bir gururla söylediğinden dolayı da 5. âyet, Dünyadaki gerdanlık yerine âhirette boynuna ateşten bir ip takılacaktır şeklinde yorumlanmıştır (bk. Kurtubî, XX, 242).

(DİYANET TEF.)

Ayette geçen "tebab" kavramı helak, yıkılış ve kopmak anlamına gelir. Ayet-i kerimedeki birinci "tebbet" bedduadır. ikinci "tebbe" kelimesi ise bu bedduanın gerçekleştiğini ifade etmek içindir. Surenin girişindeki kısa bir ayet hem bedduayı hem de onun gerçekleştiğini ifade etmektedir. Böylece savaş sona ermekte ve perde kapanmaktadır.

Giriş ayetinden sonra gelen kısım ise meydana geleni tasvir edip anlatmaktadır. "Malı ve kazandığı kendisine fayda vermedi." Elleri kurudu ve helak oldu. Kendisi kurudu ve helak oldu. Fakat buna rağmen ne malı ne de çabası kendisine bir fayda sağlamadı. Helakını ve yıkılışını başından savamadı."  Bu onun dünyadaki hali idi. Ahirete gelince o: "Alevli ateşte yanacaktır." Burada ateşin alevli olarak ifade edilişi, ateşin durumunu tasvir edip canlandırmaktadır. Onun alev alev yanışı ve yükselişini çağrıştırmaktadır.

"Karısı da odun hamalı olarak" Bu ateşe onunla birlikte karısı da girecektir. Odun taşıdığı halde. "Boynunda sağlam hurma lifinden örülmüş bir ip bulunacaktır." Bu iple o ateşte bağlanacaktır veya bu ip kendisinin odun taşıdığı iptir. Ayetin gerçek manası verilip bunun diken olduğu söylenirse, bu ip de onun odun taşıdığı ip olur. Yahut mecazi mana verilir, bu durumda odun taşımaktan amaç kötülüğü taşımak, eziyet ve fenalık uğrunda çaba sarf etmek olur.

Surenin ifade üslubunda derin bir ahenk bulunmaktadır. Atmosferine ve konusuna da uygun bir ahenk. Bu konuyu biraz açmak için "Kuran'da Kıyamet Sahneleri" adlı eserimizden birkaç satır aktarıyoruz. Böylece bu surenin bizzat Ümmü Cemil'in üzerinde nasıl bir şok tesiri yaptığını ve onu nasıl şaşkına çevirdiğini görmek istiyoruz:  "Ebu Leheb, alevli bir ateşe atılacaktır. Odun hamalı olan karısı da hurma lifinden örülü bir iple oraya atılacaktır."

Hem sözcükler arasında hem de tabloda bir ahenk var. Buradaki cehennem alevli bir ateştir. Ateşin babası Ebu Leheb ona yuvarlanmaktadır. Odun taşıyarak, Muhammed'in yoluna diken atan ve böylece O'na eziyet etmeye çalışan karısı da (ifadenin gerçek ya da mecazi anlamı ile). Odun kendisi ile alevin meydana geldiği nesnedir. Kadın odunları bir iple deste yapmaktadır. Orada alev alev yanan liften dokunmuş bir iple boynundan bağlanmasıdır.  Herkes yaptığının karşılığını görsün ve tablonun yalın içeriği tamamlansın diye. Odun ve ip, ateş ve alevin babası olan Ebu Leheb'in ve onun taşıyıcısı olan karısının oraya yuvarlanışı!

Burada kelimelerin tonunda ve vurgusunda da başka bir ahenk görülmektedir. Sözcüklerden elde edilen sesle odun yüklerinin sıkılması ve boynun liften bir iple çekilmesinden çıkan ses arasında bir uyum vardır. Burada odun demetlerini bağlamaya benzeyen bir sertlik bir sıkma görülmektedir. Aynı şey boyna ipin takılıp çekilmesi için de söylenebilir. Ayrıca surenin tümüne yayılmış olan boğma ve tehdid atmosferi ile de uyum sağlamaktadır.

Böylece konuyu anlatan kelimelere yayılmış musiki, olayın tasviri ile ilgili tablolar bütün parçaları ile ve bölümleri ile bir uyum içine girmektedir. Sözler arasındaki cinaslı uyumda, ifade tarzında, her şeyi dengiyle eşleştirme sanatında bu uyum gözükmektedir. Surenin atmosferi ve nüzul sebepleri ile de bir ahenk içine girmektedir. İşte bütün bu sanatkâr Kur'an'ın beş kısa bölümden oluşan en kısa surelerinin birinde ifadesini bulmaktadır.

İfadedeki bu güçlü ahenk nedeni ile Ümmü Cemil Hz. Peygamberin kendisini bir şiirle hicvettiğini zannetmiştir. Özellikle bu sure yayılıp içindeki tehdidi yergiyi ve özellikle Ümmü Cemil'i aşağılayıcı tasvir edişiyle bu zan daha da kuvvetlenmiştir. Bu tasvir kendini beğenen, soyluluğu ve zenginliği ile övünen bir kadını aşağılayıcı bir şekilde  ortaya koymakta ve onun şu tablosunu çizmektedir: "Boynunda hurma lifinden örülmüş bir ip bulunacaktır." Hem de araplar-da yayılan bu güçlü üslub ile.

İbni İshak der ki: Bana nakledildi ki: "Odun taşıyıcısı olan Ümmü Cemil kendisi ve kocası hakkında Kur'an'ın inen ayetlerini duyduğunda Hz. Peygambere geldi. Bu sırada Peygamber Mescid-i Haram'da Kabe'nin yanında Ebu Bekir ile oturuyordu. Elinde avucunu dolduran koca bir taş bulunan Ümmü Cemil Peygambere ve Ebu Bekir'e yaklaştığında yüce Allah onun Peygamberi görmesi engelledi. Sadece Ebu Bekir'i görüyordu. `Ey Ebu Bekir arkadaşın nerde? Onun beni hicvettiğini duydum. Allah'a andolsun ki: Eğer O'nu görürsem bu taşı O'nun ağzı üzerine indiririm. Allah'a yemin ederim ki ben de şairim!' deyip sonra şu beytini okudu:  Karalayan birine baş kaldırdık. Kaçtık O'nun emirlerinden. Sonra dönüp gitti. Ebu Bekir: "Ey Allah'ın Rasulü O seni görmedi mi?" diye sordu. Peygamber: `Beni görmedi. Alla beni onun gözünden sakladı.' karşılığını verdi."

Hafız Ebu Bekir Bezzar -isnadı ile- ibni Abbas'tan şöyle bir rivayet aktarıyor: "Ebu Leheb'in elleri kurusun, kurudu da." suresi indiğinde Ebu Leheb'in karısı geldi. Hz. Peygamber Ebu Bekir'le birlikte oturuyordu. Ebu Bekir O'na dedi ki; `bir kenara çekilsen de seni bir şeyle rahatsız etmese' dedi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: `Onunla arama perde gerilecektir.' Kadın geldi. Ebu Bekir'i gördü. `Ey Ebu Bekir! Arkadaşın bizi hicvetmiş' dedi. Ebu Bekir: `Bu binanın Rabbine andolsun ki hayır. O şiir söylemez ve böyle şeyleri ağzına almaz' dedi. Kadın, `Şüphesiz sen doğr söylüyorsun' dedi. Kadın gittiğinde Hz. Ebu Bekir: `Seni görmedi mi?' diye Hz. Peygambere sordu. Hz. Peygamber  `Hayır, bir melek o gidinceye kadar beni ondan sakladı' buyurdu."

İşte kadın şiir zannettiği bu sözün etkisi ile bu kadar öfkelenmiş ve tıkanmıştı. (O sırada hiciv ancak şiirle yapılıyordu.) Ebu Bekir doğru olarak böyle bir şeyin olmadığını ifade etmişti Ona! Fakat surenin ayetlerinde hakim olan hafife alma, bir duyguyu harekete geçiren aşağılayıcı tablo ebedi kitaba kaydedilmişti. Artık varlığın sayfaların da geçilmişti. Bütün bu varlık artık Ebu Leheb ve karısına Allah'ın ve Peygamberinin davasına karşı kurdukları tuza yüzünden Allah'ın gazabını ve onlarla savayı dile getiriyordu. Allah'ın davasına karşı tuzak kuranların dünyadaki cezası yıkım ve helak, aşağılanma ve alaya alınma, ahrette ise ateşti. Bu tam onların yaptıklarına uygun bir cezaydı. Bunlara ilave olarak hem dünya hem de ahirette zillete işaret eden ipin verdiği eziyet vardır.

(S.KUTUB)

1. Bu şahsın asıl ismi Abdu'l Uzza idi. Ebu Leheb denmesinin nedeni, yüzünün kırmızıya yakın buğday renkli olmasındandı. "Leheb" kıvılcım manasındadır. "Ebu Leheb", kıvılcım gibi parlak yüzlü anlamı taşır. Burada bu lâkab ile zikredilmesinin birkaç nedeni vardı: Birincisi, O isminden çok lâkabı ile tanınıyordu. İkincisi, onun ismi Abdu'l Uzza (yani Uzza'nın kulu) idi. Bu ise, bir müşrik ismiydi. Kur'an onu bu isimle zikretmek istememiştir. Üçüncüsü, bu surede onun akıbeti de açıklandığı için lâkab ile anılması daha uygun düşmektedir. "Tebbet yedâ Ebi Leheb"in manası bazı müfessirlere göre, "Ebu Leheb'in elleri kırılsın" şeklindedir. "Tebbet"in manası için, "ölsün, helâk olsun veya helâk olmuş" anlamları verilmiştir. Aslında bu kelime bir lanetleme değil, onun akıbetini önceden haber vermektir. Yani gelecekte olacak olay, mazî sigasıyla şimdi beyan edilmiştir. Bu olayın vuku bulması o kadar kesindir ki vukubulmuş gibi anlatılmaktadır. Gerçekten de birkaç sene sonra surenin bildirdiği gibi olay gerçekleşmiştir. "Elin kırılması"ndan kasıt, elin cismanî olarak kırılması değildir. Bunun anlamı, bir şahsın, başarmak için herşeyini ortaya döktüğü maksadını gerçekleştirmede başarısız kalmasıdır. Gerçekten de Ebu Leheb Rasulullah'ı yenebilmek için varını yoğunu ortaya dökmüştü. Bu surenin nüzulundan sonra 7,8 sene geçmeden vuku bulan Bedir savaşında, İslam düşmanlığında Ebu Leheb'in arkadaşları olan Kureyş'in pek çok ileri gelen reisinin öldürüldüğü haberi Mekke'ye ulaştığında Ebu Leheb o kadar üzüldü ki ancak 7 gün yaşayabildi. Ayrıca, ölümü de çok ibret vericidir. Ebu Leheb, çiçek hastalığına benzer bir hastalığa yakalandı. Evdeki yakınları bile, bulaşmasından korkarak ona dokunmuyorlardı.

Ölümünden sonra üç gün boyunca kimse ona yanaşmadı. Cesedi çürüyerek kokmaya yüz tuttu. Bunun üzerine herkes oğullarını kınamaya başladı. Bir rivayete göre oğulları bazı zencilere ücret vererek cesedini kaldırtmış ve yine ücretle defnettirmişlerdi. Diğer bir rivayete göre, bir hendek kazdırtmışlar ve babalarının cesedini içine sopayla iterek toprakla kapatmışlardı. Ebu Leheb'in en köklü yenilgisi ise, İslam aleyhinde herşeyini ortaya döktüğü halde çocuğunun bile İslam'ı kabul etmesidir. Önce kızı Derre hicret ederek Medine'ye gelmiş ve İslam'ı kabul etmiştir. Mekke fethinden sonra da iki oğlu Utbe ve Muattab, Hz. Abbas vesilesiyle Rasulullah'ın huzuruna gelerek iman ve biat etmişlerdir.

2. Ebu Leheb çok cimri ve servetperest bir adamdı. İbn Esir, cahiliye döneminde bir defasında Kabe'nin hazinesinden iki altın ceylan heykelini çalmakla itham edildiğinden sözeder. Bu heykeller daha sonra bir başkasından çıkmasına rağmen, bu itham, Mekke'lilerin Ebu Leheb hakkında nasıl düşündüklerini göstermektedir. O'nun serveti hakkında Kadı Reşid b. Zübeyr, ez-Zuhâî ve't Tuhaf'ta şöyle yazıyor: "O, Kureyş'in, bir kantar altın sahibi olan dört kişisinden biriydi'. (Bir kantar 200 okkadır). Ebu Leheb'in servet sevgisi şu olaydan da anlaşılabilir: Dininin ölüm kalım savaşı olan Bedir savaşına Kureyş'in bütün ileri gelen reisleri gittiği halde O, kendi yerine As b. Hişam'ı gönderdi ve: "Bana borcun olan 4 bin dirhemin karşılığı olarak benim yerime gidiyorsun" dedi. Böylece, iflas eden ve borcunu ödeyecek durumda olmayan As'tan parasını geri alabilmek için bir yol bulmuştu. "makeseba"i bazı müfessirler kazanç anlamında almışlardır. Yani kazanç sağladığı malını "kesbetti"ğini anlamışlardır. Diğer bazı müfessirler bunu evlât olarak kabul etmişlerdir. Çünkü Rasulullah: "İnsanın oğlu da bir kesbtir," buyurmuştur. (Ebu Davud, İbn Ebi Hatim). Bu iki mana da Ebu Leheb'in sonunun nasıl olduğu ile ilgilidir. Çünkü hastalığa yakalandığında ne malı ve ne de evlâdı O'na bir yarar sağlayamamış ve O'nu ölüme terketmişlerdir. Oğulları, cenazesini bile şerefle defnetmeye fırsat bulamamışlardır. Böylece Kur'an'ın Ebu Leheb'le ilgili olarak verdiği haberin birkaç sene içinde nasıl gerçekleştiğini herkes görmüştür.

3. Bu kadının ismi "Ardiya" idi. Ümmü Cemil, O'nun lâkabıydı. Ebu Süfyan'ın kardeşi olan bu kadın Rasulullah'a düşmanlıkta kocasından geri kalmıyordu. Hz. Ebubekir'in kızı Esma şöyle beyan eder: Bu sure nazil olduktan sonra Ümmü Cemil çok kızgın bir vaziyette Rasulullah'ı aramaya çıktı. Elleri taşla doluydu. Aynı zamanda, Rasulullah aleyhindeki kendi hiciv şiirlerini de okumaktaydı. Harem-i Şerif'e geldi. Rasulullah orada Hz. Ebubekir ile oturuyordu. Hz. Ebubekir: "Ya Rasulallah o geliyor. Korkarım size karşı bir terbiyesizlik yapacak" dedi. Rasulullah: "Beni göremez" dedi. Aynen öyle oldu. Rasulullah orada olduğu halde onu göremedi. Ebubekir'e, "Dostun, duyduğuma göre beni hicvetmiş" dedi. Ebubekir: "Bu Ev'in Rabb'ine yemin ederim ki o seni hicvetmedi" dedi. Bunun üzerine kadın geri döndü. (İbn Ebi Hatim, Siret-i İbn Hişam, Bezzar da İbn Abbas'tan bunun benzeri bir olay nakletmiştir). Hz. Ebubekir'in bu cevabının anlamı, onu hicvedenin Rasulullah değil, Allah (c.c.) olmasıdır.

4. Buradaki "hammalete'l hatab" kelimesi, "odun toplayan kadın" anlamındadır. Müfessirler bu konuda pek çok mana beyan etmişlerdir. İbn Abbas, İbn Zeyd, Dahhak ve Rubeyye b. Ans diyorlar ki: Geceleri dikenli ağaç dalları getirerek Rasulullah'ın kapısının önüne bırakan bu kadına, yaptığı hareketten dolayı "odun toplayan kadın" denmiştir. Katade, İkrime, Hasan Basrî, Mücahid ve Süfyan Sevrî de diyorlar ki: O kadın fesat çıkarmak için lâf taşırdı. Onun içn, Arapça ıstılahına uygun olarak ona "odun toplayan kadın" denmiştir. Araplar fesat ateşini körükleyen bu tip kişiler için "odun toplayan kişi" derler. Said b. Cübeyr diyor ki: Bir kimsenin kendi günahlarını taşımasına, "fulânun yahtebu ala zehrîhî (Falan şahıs sırtında odun taşımaktadır) denir. Dolayısıyla "hammalete'l hatab"ın manası da "günahını taşıyan kadın" olur.

5. Burada "cid" kelimesi "gerdan" için kullanılmıştır. Çünkü Ümmü Cemil, boynuna mücevher gerdanlık takardı ve şöyle derdi: "Lat ve Uzza'ya yemin ederim ki bu gerdanlığı satarak gelirini Muhammed'e karşı kullanacağım". Bu nedenle "Cid" kelimesi burada istihza olarak kullanılmıştır. Yani gerdanlık takıp gururlandığı gerdanı cehennemde iple bağlı olacaktır. Bu ifade Kur'an'ın diğer yerlerinde de örnekleri görüldüğü gibi istihza içindir. "Onları yakıcı bir azabla müjdele" gibi. Gerdanına bağlanacak olan ip için "hablun min mesed" ifadesi kullanılmıştır. Yani o ip "mesed" cinsinden olacaktır. Lugatçılar ve müfessirler bunun çeşitli anlamlarını beyan etmişlerdir. Bir kavle göre, sağlam yapılı bir iptir. İkinci kavle göre, hurma kabuğundan yapılmış ip için kullanılmıştır. Üçüncü kavle göre, hurma yapraklarından yapılmış iptir. Veya devenin derisinden ya da kıllarından yapılmış iptir. Başka bir kavle göre de demir tellerden yapılmış bir iptir.

(MEVDUDİ)

Ebu Leheb'in karısı Ebu Süfyan b. Harb’ın kız kardeşi ve Muaviye'nin halası asıl adı Erva Binti Harb b. Ümeyye olan Ümmü Cemil’in Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in geçtiği yollara dikenler atarak, onu yaralamak istediği söylenmektedir. Ancak odun hamalı tabiri, daha çok laf götürüp getirerek insanlar arasında koğuculuk yapanlara yakışır. Bu kadına odun hamalı denmesi; söz taşıması, koğuculuk yapması ve Peygamber’in fakirliğini alay konusu yapması sebebiyledir. Başka bir ifade ile insanlar arasında iğrenç söylentileri taşıması, kocasının ateşine odun taşımasıyla ilişkilendirilmiştir. Ayetlerin sert üslubu, bu kadının yaptığı kötülüğün ağırlığıyla eşdeğerdir. Zira birine zarar vermek istendiğinde -ki bu kadın bunu istemektedir- kıskançlıkla ortaya çıkan ve haset kokan sözlerin etkisi hiçbir dikenle kıyaslanamaz. İnsanları birbirine düşürüp düşman etmeye çalışmak onlar arasında çıkacak kavga ateşine odun taşımakla aynı şeydir. Bu yüzden ona uygun görülen ceza yaptığı iş cinsindendir

Bu kadının Peygamber’e eziyet konusunda kocasından aşağı kalmadığı bilinir. Dedikodu ve iftiralarıyla körü körüne yaptığı bu iğrenç faaliyetlerin ahirette cehennemde odun taşımaya dönüşeceği söylenerek küçümsenmiştir. Kocasının ateşine odun taşıması, dünyada yaptığı gibi eşine verdiği desteğin bir devamıdır. Çünkü bu kadın, yaptıklarıyla ateşe körükle giden bir kundakçı gibidir. 

İnsanın yalnız ve çaresiz kalma korkusu o kadar güçlüdür ki hiç sorgulamadan bulabildiği ilk dala hararetle yapışmasının sebebi, dostluk veya sevgi değildir. Sevgi, korkudan kaynaklandığında sadece menfaate konu olur. Kişilerin birbirini körü körüne taklit etmesi eğer cehaletten kaynaklanmıyorsa bu, korkularının kendisine oynadığı bir oyundur. Bir kadının kocasına, hocasına veya kendisi dışında başka bir nesneye bu derece sahip çıkması erkeklerde de olduğu gibi kişiliğinin yeterince gelişmediğini gösterir. Bu yüzden cehennemi bile hak edecek kadar kendi başına bir özgürlüğü olmadan oraya başkalarının peşinde girebilen oldukça çok sayıda insan vardır.

(M.ŞİMŞEKÇAKAN)

"Ona ne malı, ne de kazandığı fayda vermedi (onu Allah'ın kahrından kurtaramadık" (2). Bazı âlimler bu âyette söz konusu olan "malı"ndan gaye, babasından miras olarak kalan malı olduğunu, "kazandığı" ise, kendi çalışıp elde ettiği malı olduğunu söylemişlerdir. Bazı âlimler de, "kazandığı" tabirinden maksadın evlat olduğunu kabul etmişlerdir (En-Nesefi, Medârikü't-Tenzîl ve Hakaiku't-Te'vil, fit-Tefsir, IV, 382),

"(O), Alevli bir ateşe girecek" (3). Bu âyette, Ebu Leheb'in alevli bir ateşte alev alev yanacağı haber verilmektedir. İlk iki âyette, onun dünya hayatındaki azap ve sıkıntısı söz konusu idi. Bu ve bundan sonraki âyette de, onun ahiretteki azabı, Cehennem ateşindeki yanması anlatılmaktadır: "Karısı da, odun hamalı olarak. Boynunda hurma lifinden (örülmüş) bir ip (bulunacaktır)" (4-5).

Dördüncü âyette, hem Ebu Leheb'in, hem hanımının ateşte yanması ifade edilmektedir. Çünkü hanımı da, İslâm'a düşmanlıkta ondan geri kalmıyordu. Yukarıda ifade edildiği gibi, dikenleri toplayarak, ip ile bağlayıp Hz. Muhammed (s.a.s)'in geçtiği yola taşıyor, oraya döküyordu. Bazı müfessirler de, bu kadının odun taşımasını, düşmanlık ateşini körükleme manasında kabul etmişlerdir. Bu fitnesinden dolayı onu, günahların hamalı olarak yorumlamaktadırlar. Aynı zamanda bu surenin üslubunda çok ince bir ahenk vardır. Bu ahenk, hem ifadede ve hem tasvirde mevcuttur. Bu suredeki diğer bir ahenk çeşidi de, kelimelerin ses tonunda olan ahenktir. Cümlelerin musiki ahengi ile, yapılan işin çıkardığı ses, birbirine uymaktadır. Bu surede bulunan bir çok mesajı, şöyle sıralamamız mümkündür: Düşman ne kadar kötü, zalim ve gaddar olursa olsun, ümitsizliğe düşmemek lâzımdır. İslâm düşmanları, her zaman küfürlerinin gereğini yapmışlar ve yapacaklardır. Zaten onlardan bu beklenir. Kur'an, inanan insanlara hiç bir zaman ümitsizliğe düşmemeyi emretmektedir. Bununla beraber, zalimlerin zulmü ne kadar şiddetli, maddi güçleri ne kadar çok ve kuvvetli olursa olsun, Allah'ın gücü ve kuvveti onların güç ve kuvvetinden üstündür. Bir an gelir, Allah onlara Ebu Leheb'e verdiği gibi gereken cezayı verir; onları dünya ve ahirette perişan eder. Onun için, üzülmeye ve sıkılmaya gerek yoktur. Allah, zalimlere zulümlerinin cezasını, mazlumlara da, haklarını elbette verecektir.

Bu surede işaret edilen diğer bir husus da, şu veya bu milletten olmanın hiç bir üstünlük ifade etmediğidir. Bu surede Allah, en çok sevdiği Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)'in amcasına lânet etmekte ve onu kötülemektedir. İman ve inanç olmayınca, Peygamber'in amcası olmak bile, hiç bir şeyi ifade etmiyor. Bu mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya geçelim. Sûrenin ilk âyeti Ebu Leheb’e beddua ve lânetle başlıyor.

1. “Ebu Leheb'in elleri kurusun; kurudu da!” Sûrenin ilk âyeti Allah düşmanı Ebu Leheb’e beddua ile başlıyor. Bu âyetin neyi ortaya koyduğunu söylemeden önce Allah’ın bedduasına konu olan Ebu Leheb’in sosyal durumuyla alâkalı bir şeyler söyleyelim. Böylece bu bedduanın sebebini de anlamış olalım. Çünkü Kur’an-ı Kerîm’de sadece bu sûrede bir kâfirin bizzat adı, ya da künyesi zikredilerek lânetlenmektedir. Kur’an’ın başka hiçbir yerinde böyle bir kâfirin isminin zikredildiğine şahit olmuyoruz. Halbuki Rasûlullah efendimize ve onun getirdiği hidâyet hediyesine karşı çıkmada Ebu Leheb’den daha ileri gitmiş pek çok kâfir vardı. Acaba neden sadece Ebu Leheb de başkaları değil? Bunun sebebini şöylece anlamaya çalışıyoruz: Ebu Leheb ve karısının sosyal statüsü şöyledir: Ebu Leheb Resul-i Ekrem’in öz amcasıdır. Malı çok, evlâdı çok, sözü dinlenen, etine dolgun, kırmızı yüzlü, ateş suratlı bir kimse idi. Esas ismi Abdü’l Uzza’dır. Ateş suratlı ve kırmızı yüzlü olduğu için kendisine Ebu Leheb denmiştir. En büyük özelliği her yerde ve her fırsatta İslâm’a ve Rasulullah’a karşı gelmesiydi. Kıyamete kadar dinin ortaya konulmasına, dinin anlatılmasına engel olan, istiğna sahibi, müstekbir, makamı, mansıbı, parası, pulu, tanıdığı, çevresi, kredisi olan ve tüm bu imkânlarını İslâm’ın önünü kesmeye harcayan kişileri temsil eden bir adamdır.

Karısı Ümmü Cemil Erva binti Harb’dır. Dedikoducudur, laf getirip götürür. İslâm düşmanlığı konusunda kocasının en büyük yardımcısıdır. Çok kıymetli bir gerdanlığı olup bunu İslâm düşmanlığına vakfetmiştir. İslâm düşmanı tüm kadınların temsilcisidir, lideridir. Hani şimdi kahrolsun şeriat diye ürenler var ya, işte onların akıl hocaları ve liderleridir. Veya Türk kadınlarını güçsüz görerek onları güçlendirme vakıfları filan kurarak onları dinsizleştirme kavgası verenler var ya, işte onların lideridir bu kadın. Âdi ve bayağı işlerden zevk alır. Hatice annemizin peygamberimize yedirmek üzere pişirdiği yemeğinin içine toprak atmak, Rasûlullah’ın geçeceği yollara diken atmak, Allah kullarına eziyet etmek vs. gibi pis işlerin kadını. Niçin o dönemdeki pek çok İslâm düşmanı içinden sadece bu adam seçilip lânetlenmiştir, bunun sebeplerini doğrusunu Allah bilir diyerek bildiğimiz kadarıyla şöyle sıralayabiliriz: 1. Ebu Leheb, Rasûlullah’ın öz be öz amcasıydı. O dönem Araplarında amca, baba yerinde sayılıyordu. Bugün de öyledir, bir kimsenin babası ölmüşse ona en yakın akraba olarak amcanın yeğenine kendi öz çocuğu gibi bakması, sahiplenmesi gerekiyordu. Cahiliye döneminde, cahiliye ve şirk ahlâkına göre bile ilk defa yeğenine onun sahip çıkması, onun elinden tutması gerekiyordu. Küfür anlayışında bile bu vardı. Halbuki Ebu Leheb yeğenine sahip çıkması şöyle dursun, ona ilk karşı çıkan olmuştu. İşte bu yüzden Allah’ın bu lânetini hak etmiştir.

2. Yine Ebu Leheb Rasûlullah efendimizin komşusuydu. Akrabalık hukuku yanında, komşuluk hukuku da vardı. Bu iki hukuku birden reddedip hem yeğeni hem de komşusu olan Rasûlullah efendimize düşmanlığından ötürü bu lâneti hak ettiğini anlıyoruz. Karısı Ümmü Cemil, evinde Rasûlullah efendimize rahat yüzü göstermiyordu. Yemeğinin içine toz toprak atar, evinin kapısının eşiğine, ayağına batıp da rahatsız etsin diye dikenler kordu.

3. Ayrıca Resul-i Ekrem’in iki kızı (Rukiyye ve Ümmü Gülsüm) Ebu Leheb’in iki oğlundaydı. Ebu Leheb, Rasûlullah efendimizin dünürüydü. Getirdiği tevhid dini yüzünden Rasûlullah efendimizle arası açılınca Ebu Leheb iki oğlunu çağırıp, “bu adamın kızlarını boşamadıkça, bu adamla ilgiyi kesmedikçe sizlere hakkımı helâl etmeyeceğim” diyerek Utbe ve Uteybe’ye, iki oğluna da Rasûlullah’ın kızlarını boşattırdı ve boşatırken de kayınpederlerine hakaret ettirdi. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü gerçekten çok üzüldü ve Utbe’ye bedduada bulundu: “Allah’ım! Ona aç köpeklerden bir köpek mûsâllat et de onu paramparça parçalasın!” Bunun üzerine çok geçmeden Utbe Şam taraflarına ticaret için bir kervanın içinde gitti. Babası Ebu Leheb Rasûlullah’ın bedduasının gerçekleşeceğini kesin bildiği için endişelenip kervandakilere aman benim oğluma göz kulak olun diye tembih etmişse de Rabbimiz, Şam taraflarında bir aslan mûsâllat etti ve onu parça parça edip gebertti. İşte bu sebeplerden ötürü lânetlenmiştir diyoruz.

4. Yine Şi'bi Ebi Talib’de Müslümanlar boykot altında aç susuz inlerken Rasulullah’a ve Müslümanlara karşı en merhametsiz davranan O’ydu. Mekke’ye mal satmak için gelen satıcılara çok yüksek fiyat vererek, onların mallarını bloke ederek Müslümanların bulunduğu Şi’bi Ebi Talib’e erzak gitmesini önlüyor, Müslümanların açlıktan ölmelerini, ya da böyle bir ekonomik ambargo sonucu peygamberin çevresinden dağılıp gitmelerini istiyordu.

5. Yine bu Allah düşmanı, Rasûlullah’ın oğlunun vefat ettiğini duyduğu zaman, “bunun nesli kesildi artık yakında ondan kurtulacağız” diyerek herkese duyurup bayram ilân etmişti.

6. Yine Ebu Leheb, Rasûlullah efendimizi Mekke’de bir gölge gibi adım adım takip ediyor ve onun tebliğini engellemeye, insanlar üzerinde meydana getirdiği tesirini yok etmeye, boşa çıkarmaya çalışıyordu. Allah’ın Resûlü hak dâvetini ulaştırmak üzere nereye giderse o da bir gölge gibi onun peşinden gidiyordu. Allah’ın Resûlünü dinlemek üzere etrafında toplananlara: “Sakın bu adamı dinlemeyin! Bu benim Yeğenimdir! Bunun kendisine hayrı yok ki size hayrı olsun! Sakın buna inanmayın! Bu babayla evlâdın arasını açandır! Bu karıyla kocayı birbirine düşman edendir!” diyerek Rasûlullah’ın tebliğine engel olmaya ve onun insanlar üzerinde meydana getirdiği etkiyi yok etmeye çalışıyordu. Hattâ, bu alçağın özel eğitilmiş fahişeleri de vardı. Allah’ın Resûlü’nün yaptığı tebliğ sonucu etkilenmiş, gönülleri İslâm’a kaymış insanların yanına bu fahişelerini gönderiyor ve “ne yapın, yapın, tüm cilvelerinizi kullanıp bu adamın kalbini İslâm’dan çevirin” diyordu. Herhalde şimdi de şu kanalizasyonlarda sabahlara kadar göbek atan fahişeler de insanların gönüllerini İslâm’dan çevirmek maksadıyla günümüz çağdaş Ebu Leheb’lerin yetiştirip öne sürdükleri fahişelerdir. Hâsılı bizim bilemeyip de Allah’ın bildiği daha pek çok sebepten ötürü belki de Rabbimiz bu sûresinde bedduayla onu zikretti diyoruz. İşte sûrenin ilk âyetinde böyle bir İslâm düşmanına bedduayla başlayarak Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ebu Leheb'in elleri kurusun; kurudu da!”

Evet Ebu Leheb’in iki eli kurusun, kurudu da. Bu ifadeyle, bu bedduayla sûrenin nüzûl sebebine atıf vardır. Hani Safa tepesinde Rasûlullah efendimizin dâvetine karşılık “Tebben leke ya Muhammed” demişti ya, işte Rabbimiz da sûrenin başında Ebu Leheb’in ifadesine uygun olarak onun sözünü kendisine iade etmiştir. Tebbet; Habet, Zellet, Hasirat mânâlarına gelmektedir. Tebbet, helâk anlamınadır. Hüsrana uğrasın, kahrolsun, tüm yaptıkları boşa gitsin anlamına bir kelimedir. Ebu Leheb’in elleri kurusun ifadesinden maksat bizzat şu bedendeki eller değildir. Zira biz biliyoruz ki bu âyetin nüzûlünden sonra Ebu Leheb’in elleri kurumuş, felç olmuş değildir. Halbuki ikinci Tebbet ile bu bedduanın gerçekleştiği anlatılmaktadır. Ebu Leheb’in iki eli kurusun, nitekim kurudu da buyuruluyor. Öyleyse anlıyoruz ki burada iki eli kurusun ifadesiyle kastedilen bizzat şu bedendeki eller değildir. Bunun mânâsı elleriyle yaptığı işlerin tamamı kurusun, el attığı her şey boşa çıksın, elleriyle yaptıkları sebebiyle hep zarar etsin, elleriyle yaptığı işlerin hiçbirisi kendisine bir fayda sağlamasın anlamınadır. Çünkü bakıyoruz ki bu bedduadan sonra Ebu Leheb’in elleriyle yaptıklarının tamamı hep kendi aleyhine çıkmış, hiç birisinin kendisine hayrı olmamıştır.

Zaten bu bedduadan sonra adese, taun, ya da püstül denen vebaya benzer bir hastalığa yakalanmış ve vücudundaki tüm sular çekilmiş, çevresine yayılan pis kokudan ötürü karısı da dahil hiç kimse yanına yaklaşamaz hale gelmiş. Son dönemlerinde Bedir savaşı çıkar. Bedir’den kaçıp kurtulabilmek için kendisine olan fâiz borçlarını silme karşılığında kendi yerine gebermek üzere As bin Hişam’ı Bedir’e göndererek savaştan kaçıp kurtulur. Ama Bedir dönüşü bir duvarın kenarında hastalığının ıstırabına dayanamayarak böğürürken onun bu acı feryatlarına ve böğürtüsüne sabır edemeyen Sudanîlerden bir grup, üzerine duvarı yıkıverirler ve duvarın altında geberip gider. Alimlerimizden bazılarına göre birinci tebbet Ebu Leheb’in dünyadaki hüsranını, ikinci tebbet de bu hüsranın âhirette olacağını anlatır. Bu iki tebbet ifadesi onun hem dünyada hem de âhirette helâkini ve kaybını anlatır. Yani İslâm’ı sabote etmeye soyunan Allah düşmanları sadece dünyada helâk olmayacaklar, aynı zamanda âhirette de bu helâkleri devam edecektir. Acaba neden elleri kurusun dendi de kalbi kurusun, ya da aklı kurusun, ya da başka bir yeri kurusun denmemiştir? Zira bu alçak Rasûlullah efendimizin gündüz yaptıklarını geceleyin elleriyle bozmaya çalışıyordu. “Veya Peygamber çok şey vaat ediyor! Hani nerede bu vaat ettikleri? Hani nerede cennet? Nerede hûriler? Nerede gılmanlar? Hani nerede cehennem? Nerede azap?” diyerek ellerini üflüyordu da onun için Rabbimiz onun iki eli kurusun buyuruyordu.

Veya Safa tepesinde ellerini kaldırarak “tebben leke ya Muhammed diyerek” ellerine aldığı taşları Rasûlullah efendimizin üzerine atmaya teşebbüs ettiği için elleri kurusun denmiştir. Veya dünya ve âhiretin tüm işleri ellerle yapıldığı için, onun elinden sadır olanların tümü yok olsun, elleriyle yaptıklarının tamamı boşa çıksın anlamına elleri kurusun denmiştir. Çünkü biz biliyoruz ki menfaati celp ve mazarratı def dünyada elle olmaktadır. Tüm diğer azaların işi de ele atfedilir. Nitekim Rum sûresinde de yapılan işler konusunda ellere dikkat çekilmiştir.

“İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.” (Rum 41) Bir de burada şunu düşünüyoruz: Bu adamın asıl adı Abdü’l Uzza iken Uzza isimli putun kulu iken Acaba Kur’an’da niçin ismiyle değil de künyesiyle Ebu Leheb diye zikredildi? Rabbimiz kitabında onu puta izafeyle anılan ismiyle zikrederek puta izafeyi caiz görmedi, uygun bulmadı. Abdü’l Uzza, Uzza’nın kulu demektir. Aslında putları temelinden reddeden bir dinin kitabında puta izafeyle böyle birinin adını zikretmesi elbette yakışık almazdı, almayacaktı. Öyle değil mi? Meselâ bir adama hem küfretmemesi gerektiğini öğütleyeceğiz, hem de ardından şöyle demeyeceksin diye bir küfür örneği getireceğiz, olmaz bu. Yine belki de adamın künyesi isminden daha meşhurdu da Rabbimiz ismiyle değil künyesiyle zikretti onu. Yani bu sûrenin inişinden önce de onun meşhur künyesi Ebu Leheb idi. Yine biliyoruz ki isim, künyeden daha şereflidir, daha evlâdır. Onun içindir ki bakıyoruz Kur’an-ı Kerîm’de peygamberler hep isimleriyle zikredilmişlerdir. Bu yüzdendir ki Cenâb-ı Hak Ebu Leheb için düşük olanı şerefli olana tercih buyurmuş, şerefli olan isim yerine şerefsiz olan künyesiyle zikretmiştir onu. Şimdi bunun tam tersi yaygındır değil mi? Gariptir bugün insanlar şerefli yerine şerefsize talip oluyorlar. Kendilerinin isimleriyle çağrılmaları yerine işte doktor, doçent, hoca, hacı, efendi, bey, beyefendi eklemekten ve künyeleriyle anılmaktan hoşlanmaktadır.

Ama burada şunu da söyleyelim ki kişinin konumu, bulunduğu durumu itibariyle kendisine verilen isim daha şereflidir. Peygambere ümmet oluşumuzdan dolayı Rasûlullah dememiz veya kişinin babalığından ötürü babasına babam demesi veya hocasına hocam demesi, kocasına kocam demesi, ustasına ustam demesi gibi. Ama Gerçekten de bu Alçak Ebu Leheb nisbet edilmesi gerekene nisbet edilmiştir. Ebu Leheb, ateş babası, ateş suratlı. İşte onun iki eli kurusun, kurudu da: 2. “Malı ve kazandığı kendisine fayda vermedi.” Ne malı, ne serveti, ne çevresi, kredisi, ne çoluk çocuğu ona hiçbir fayda sağlamadı. Hiçbirisi Allah’ın lânetinden ve bu lânet gereği helâkten onu kurtaramamıştır. Ne malı, ne kazancı, ne toplayıp biriktirdikleri, ne kucakladıkları, ne arkasına attıkları, ne kredisi, ne itibarı, ne koltuğu, ne makamı, ne ekonomik gücü ona bir fayda sağlamadı. Tüm ekonomik ve sosyal güçlülüğü iflas ediyordu. Halbuki çok zengin birisiydi. Tüm bu malını mülkünü işaret ederek gururla şöyle diyordu: “Eğer Muhammed’in dini maya tutar, dedikleri gerçekleşirse o zaman ben de tüm malımı ve oğullarımı seferber eder, ne yapar yapar onun önüne geçerim! Tüm gücümü kullanarak onun dâvetini boğarım!”

Karısı Ümmü Cemil çıfıtı da, “vallahi eğer Muhammed’in dâvâsı galip gelmeye başlarsa ben de şu kıymetli gerdanlığımı ona düşmanlık adına vakf ederim!” diyordu Ama ne onun malı, mülkü, ne de berikisinin gerdanlığı bir işe yaramadı. Burada ne malı, ne de kazancı ona fayda vermedi deniliyor. İbni Abbas efendimize göre malından kasıt servetidir, kazandığından kasıt da evlâtlarıdır. Ne malı ne de çoluk çocuğu, onun başına gelenlerden onu kurtaramadı.

3. “Alevli ateşe yaslanacaktır.” Yarın o öyle bir ateşe yaslanacak ki, o ateş çok alevlidir. Sadece bedenleri, sadece cisimleri yakan bir ateş değil, ruhları sarıp gönüllere nüfuz eden, insanı insanlıktan çıkaran, kahreden bir azap. İşte böyle bir ateşe yaslanacak o. Ebu Leheb ve kıyamete kadar onun yolunun yolcuları, onun misyonunu üstlenen kâfirler, kendilerini olmamaları gereken yerde, bulunmamaları gereken yerde tuttukları için zalimdirler. Ya da kendilerini ateşe götürenler, kendilerini cehennem yolunda tutanlar, aslında kendi kendilerine bunlar kadar zulmeden başka birileri olamaz. Kâfirler inkâr ettikleri için önce Hakk’a zulmetmişlerdir. Kendilerini uçuruma, yani cehenneme sevk ettikleri için kendi nefislerine zulmetmişlerdir. Bir de kendileri küfrettikleri gibi insanları Allah yolundan menederek, insanları fitnelere düşürerek, dinlerinden döndürmeye çalışarak, din eğitimini engelleyerek insanlığa zulmetmişlerdir. Yani kâfir hem kendisine, hem Rabbine, hem de tüm insanlığa karşı zulmeden insandır. Onun için onun cezası cehennemdir, ateştir. Onlar dünyada da, âhirette de hüsrana uğrayan, eli boşa çıkanlardır. Neden hüsrana mahkum olmuştur bunlar? Neyi kaybetmiştir bunlar?

Sermayelerini kaybettiler. Allah’ın dünyada kendilerine verdiği akıl, iman, zaman sermayesini kaybettiler. Âhiretteki hayatlarını kaybettiler. Allah’ın kendilerine verdiği fıtratlarını kaybettiler. Allah’ın kendilerine lütfettiği gözlerini, kulaklarını, akıllarını kaybettiler. Güçlerini, imkânlarını boşa harcadılar. Ömürlerini boşa harcadılar. Çünkü bunların tümünü Allah’ın istemediği yerde kullandılar. Allah için harcanmayan, Allah için kullanılmayan her şey boşa gitmiştir. İşte boşa giden bir hayatın sonunda âhirette de hüsran onları kucaklayacaktır.

4-5. “Karısı da, boynunda bir ip olduğu halde ona odun taşıyacaktır.” Ebu Leheb Alevli bir ateşe yaslanacaktır. Karısı da boynunda bir ip olduğu halde ona odun taşıyacaktır. Ebu Leheb, ateşin yaranı, ateşin dostu olurken onun karısı da kocasının kâfirliğine hizmet eden, onunla birlikte İslâm düşmanlığına sa’y eden, gerdanlığını İslâm’a düşmanlık yolunda vakf eden bu kadın da, kıyamette odun taşıyıcısı olacaktır. Dünyada böyle bir kocaya yardım eden, kocasının küfrüne hizmet eden bir kadın elbette cehennemde de onun hizmetçisi olacak, ya da cehennemde onunla birlikte ateşi paylaşıcı olacaktır. Öyleyse kadınlarımızı sâlihe yapalım. Onları kitap ve sünnetle tanıştıralım. Onların cennet yollarını açalım. Onların cehennem yollarına barikatlar koyalım. Bu uğurda her şeyimizi fedâ edecek duruma gelelim. Hanım kardeşlerimiz de bu konuda çok dikkatli olsunlar. Hasbel kader kocaları İslâm düşmanıysa, kocaları İslâm’ın ortaya konulmasına karşıysa, kocaları Allah’la savaşa tutuşmuşlarsa, sakın ha sakın onların bu küfürlerine yardımcı olmasınlar. Onları küfür ve şirklerinden arındırabilmek için, onları cennete kazandırabilmek için ellerinden ne geliyorsa yapsınlar. Onlara etki edemiyorlarsa bile en azından kendilerini kurtarmayı bilsinler. Ebu Leheb’in karısı konumuna düşmemeye çalışsınlar.

İşte dinden imandan, Allah’tan, peygamberden habersizce yaşanan bir hayatın sonu budur. Böyle bir hayatın sonu hüsrandır, kayıptır, eli boşa çıkmadır. Bunun bir açılımını da En’âm sûresinde şöyle anlatıyordu Rabbimiz: “Allah’a kavuşmayı (Allah’la karşılaşmayı) yalanlayanlar doğrusu kaybedenlerdir ki kıyamet saati ansızın onlara geldiği zaman ağırlıklarını arkalarına yüklenip: “Dünyada işlediğimiz büyük kusurlardan ötürü yazıklar olsun bize!” derler. Dikkat edin onların yüklendikleri şeyler ne kötüdür!” (En’âm 31) Allah’la karşı karşıya gelmeyi ummayanlar, Allah’a kavuşup onun sorgulamasıyla karşı karşıya geleceklerine inanmayanlar, dünya hayatına razı olanlar, dünyayı tatminkâr bulanlar, dünyanın ötesindeki bir hayatın varlığına inanmayıp özlemini duymayanlar, varsa da yoksa da yaşadığımız şu hayat vardır, burada kâm almaya bakalım diyenler, yaşadıkları hayatlarında âhiret inancının kokusu bile olmayanlar işte hüsrana mahkum olanlar bunlardır. İşte eli boşa çıkanlar, kaybedenler bunlardır. Hasret çekenler bunlardır. Eyvah! Vah! Tuh! Yazıklar olsun bize! Yuh olsun bize! Vah orada yaptıklarımıza! Yazıklar olsun bizim anlayışlarımıza! Yazıklar olsun bizim hesabımıza! Eyvah yaptıklarımıza! Eyvah yapmamamız gerekirken yapmatıklarımıza! Eyvah yapmamız gerekirken yapmadıklarımıza! diyerek dövünecekler, kaybettikleri fırsatlarından ötürü hasret çekecekler onlar.

Dünya ile aldanmışlardır bunlar. Onu kendilerinin sandılar, aldandılar. Onu ebedî zannettiler, aldandılar. Sanki dünyayı hiç bitmeyecek, tükenmeyecek zannettiler, aldandılar. Dünyanın içindekilere meylederek aldandılar. Dünyanın konumu onları aldattı, aldandılar. Kuralları gereği dünyada Allah dokunmuyordu onlara. Dünyada imtihan gereği içki içene de dokunmuyordu Allah, namaz kılana da dokunmuyordu. Zina edene de dokunmuyordu, dünyanın yönetimine Allah’ı karıştırmayanlara da dokunmuyordu. Allah’a kulluk yapana da, âdetlerin, çevrenin, modanın, şeytanın, tâğutların, nefislerinin kulu kölesi olanlara da dokunmuyordu. İmtihan gereği işledikleri günahlar yüzünden dünyada Allah’ı atlattıklarını zannediyorlardı. Bunlar ağırlıklarını arkalarına yüklenecekler, günâhlarını sırtlarına yüklenecekler. Hani bir söz vardır, herkes cehennemdeki kendi ateşini dünyadan kendisi getirir diye. İşte bunlar kendi yüklerini, kendi ateşlerini kendileri yüklenip gelecekler.

Diyecekler ki, “dünyada işlediklerimizden ötürü yazıklar olsun bize. Dünyada kaçırdığımız fırsatlarımızdan ötürü yuh olsun bize. Eyvah, biz boşa geçirmişiz günlerimizi.” Allah için şöyle bir düşünün. Beş yıllık ilkokul hayatımız elli güne çok rahat sığacaktır. Bunlardan tutun para kazanmaya ayırdığımız zamanları, rızık kazanmak için değil köşe dönmeye ayırdığımız zamanlarımızı, televizyonun başında, akvaryumun kenarında öldürdüğümüz zamanları bir düşünün. Ya da hanımlarımızla sadece cinsi münâsebete inhisar eden hayatımızı bir düşünün. Böyle boşa harcadığımız bir ömre yazıklar olsun demeyecek miyiz acaba? Hesabımız yarın pişman olmak için mi? Allah diyor ki, yarın yaşadıkları hayattan ötürü pişmanlık duyacaklar ve de “Onların sırtlarındaki yükleri ne kötüdür.” Hangi yükler meselâ? Dinle tanıştırmadığı çocuklarının, Kitap-sünnet tanıtmadığı hanımlarının, din duyurması gereken komşularının, hikayelerle oyaladığı talebelerinin, dine şahadet, tebliğ ve tâlim, Kur’an, mal ve can emânetinin, aklın, gözün, kulağın, bütün sermayelerin vebali. Tüm bu veballeri yüklenecektir. Öyleyse birer birer bu yükleri şimdiden indirmeye çalışalım da yarın bu yüklerin altında ezilmeyelim, Allah yardımcımız olsun inşallah.

Bu kadın kendilerini lânetleyen bu sûrenin gelişinden sonra çok sinirlenmiş, kendini kaybedecek kadar kahr