ŞEMS SURESİ


Ayet Getir
91-ŞEMS 4. Ayet

وَاللَّيْلِ إِذَا يَغْشَاهَا

Vel leyli izâ yagşâhâ.

Bayraktar Bayraklı

(1-8) Güneşe ve onun aydınlık veren parlaklığına; onu izlediğinde aya; güneşi açığa çıkardığında gündüze; güneşi örttüğünde geceye; göğe ve onu bina edene; yere ve onu döşeyene; nefse ve onu şekillendirene; nefse, kötülüğe ve korunmaya açık özelliklerini verene yemin olsun ki,


Edip Yüksel

Onu örten geceye,


Erhan Aktaş

Ve onu örten geceye,


Muhammed Esed

ve onu karanlığa boğan geceyi!


Mustafa İslamoğlu

yine o ışığı gizleyecek gece şahit olsun!


Süleyman Ateş

Onu örten geceye andolsun.


Süleymaniye Vakfı

Onu örttüğünde geceye,


Yaşar Nuri Öztürk

Ve onu sarıp sarmaladığı zaman geceye.


Ayetin Tefsiri

MEAL

1.) GÜNEŞ ve onun gözalıcı ışığı şahit olsun,1

2.) güneşi izleyen2 ay şahit olsun!3

3.) Onun ışığını ortaya çıkarıp gösteren gündüz şahit olsun,-

4.) yine o ışığı gizleyecek4 gece şahit olsun!5

5.) Gökyüzü ve onu ayakta tutan (nizam] şahit olsun,-

6.) yeryüzü ve onu çepeçevre kuşatan canlı örtü şahit olsun!6

7.) İnsan benliği ve onun yaratılış amacına uygun biçimlenişi şahit olsun;7

8.) ve nihayet insan benliğine iyiyi ve kötüyü tanıyıp sorumsuz ve sorumlu davranma yeteneğini8 yerleştiren (şahit olsun) ki:9

9.) Kim kendini geliştirip arındırırsa, o kesinlikle ebedi mutluluğa ulaşacaktır;10

10.) kim de kendini geliştirmeyip (içindeki iyilik tohumunu] çürütürse, o kesinlikle kaybedecektir.

(M.İ)

1-10.) Güneşe ve ışığına, güneş battıktan sonra kendini gösteren aya, dünyayı aydınlattığında gündüze, onu karanlıkla örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu bir tavan gibi bina edene, yeryüzüne ve onu bir yaygı gibi serip döşeyene, insan nefsine ve ona kabiliyetler verene, yine ona hem kötülüğü hem de kötülükten sakınmayı ilham edene andolsun ki nefsini [iman ve salih amelle] arındıran kimse kurtuluşa erer. Nefsini kirletip günahlara boğan ise hüsrana uğrar.

(M.Ö)

1.) “Güneşe ve onun ışığına,

2.) Ardından gelmekte olan Ay’a,

3.) Onu ortaya koyan gündüze,

4.) Onu bürüyen geceye,

5.) Göğe ve onu yapana,

6.) Yere ve onu yayana,

7.) Kişiye ve onu şekillendirene.

8.) Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun ki:

9.) Kendini arıtan saadete ermiştir.

10.) Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.

(A.K)

l-8.) Ey müşrikler! Hiçbir kudrete sahip olmadığı halde, şefaatçi kabul edip Allah’a ortak koştuğunuz o varlıklar size; hiçbir nimet vermeye muktedir değilken, Allah’ın sonsuz kudret ve nimet sahibi olduğunu hiç düşünmez misiniz? İçinde yaşadığınız şu muazzam kâinatta güneşin sizleri mükemmel bir şekilde aydınlattığını, onun batmasının ardından doğan şu muhteşem ayı görmez misiniz? Etrafın ışıl ışıl aydınlandığı gündüz ile, karanlık ve sükûnetiyle sizi kuşatan gecenin ardarda geldiğini farketmez misiniz? Yıldızlarla donatılmış şu gökyüzünün nasıl da muazzam bir şekilde yaratıldığını, yeryüzünün yaşamanız için en uygun şekilde düzenlendiğini; her birinizin mükemmel birer insan olarak yaratılıp iyiliğe de kötülüğe de muktedir bir şekilde irade ile donatıldığını hiç düşünmez misiniz? Peki, bütün bu nimetleri sizlere bahşeden Allah iken, bunlarda hiçbir etkisi olmayan bazı varlıkları niçin O’na ortak kılıyorsunuz?

(Hasan ELİK; Muhammed COŞKUN)

TEFSİR

Bu tür doğal varlıklar ve olaylar üzerine yemin edilmesi hem evrenin genel düzenine, bunun insanlar için taşıdığı faydalara ve bu düzeni yaratıp yaşatan ilâhî kudretin büyüklüğüne hem de sonraki âyetlerde ele alınan konunun önemine dikkat çekmeyi amaçlar. “Kuşluğu” diye çevirdiğimiz duhâhâ tamlamasına “güneşin ışığı, aydınlığı, sabah vakti, gündüz” gibi mânalar da verilmiştir (Şevkânî, V, 524). Ayın yani ışığının güneşin ardından gelmesi, ışığını ondan almasını veya güneş batınca ardından ayın doğmasını yahut ayın ilk göründüğü hilâl durumunu ifade eder. 7. âyette insan (nefs) üzerine yemin edilmesi onun fıtrî üstünlüğüne işaret eder. “Nefsin (insanın özü olarak) şekillendirilip düzenlenmesi”nden maksat ona maddî ve mânevî güçlerin yerleştirilmesi, her gücün yapacağı görevin tayin edilmesi ve nefse bu güçleri kullanacak organların verilmesidir. 8. âyetteki fücûr her türlü kötülüğü, günah ve sapmayı; âyette fücûrun karşıtı olarak kullanılan takvâ ise burada doğruluk, iyilik ve hak yolda kararlılığı ifade eder. Aynı âyetteki elheme fiilinin masdarı olan ilham, bu bağlamda fücûr ve takvâ kelimeleriyle birlikte değerlendirildiğinde, “Allah Teâlâ’nın insanın fıtratına doğru ve yanlışı, iyilik ve kötülüğü, günah ve sevabı bilme, tanıma, ayırt etme, birini veya diğerini seçip yapma gücü ve özgürlüğü vermesi”; dolayısıyla “insanın her türlü deney ve öğrenimden önce, apriorik olarak bu yeteneklerle donanmış bulunması” şeklinde açıklanabilir. Böylece Kur’an’ın insan anlayışının bir özeti sayılabilecek olan 7-8. âyetler, insanın ahlâkî bakımdan çift kutuplu bir varlık olduğunu, iyilik veya kötülük yollarından dilediğini seçebilecek bir tabiatta yaratıldığını ve onun kurtuluş veya mahvoluşunun bu seçime bağlı bulunduğunu göstermektedir.

(DİYANET TEFSİRİ)

Yüce Allah, bu varlıkların ve kainat tablolarının üstüne yemin ettiği gibi, ruhun üstüne, ona yetenekler verilmesinin ve iyilik ile kötülüğün ilham edilmesinin üstüne, yemin ediyor. Bu yemin ayette sıralanan yaratıklara büyük bir değer kazandırmaktadır. Ayrıca bu yeminden yararlansınlar ve "bu yaratıklar ne gibi değerler ve ne gibi anlamlara sahip ki yüce Allah'ın kendi üzerlerine yemin etmesine uygun olmuşlar" diye düşünmeleri için insanların dikkatini bunların üstüne çeviriyor.

Kainat sahneleri ve onun dış görüntüleri ile insan kalbi arasında kelimenin tam anlamı ile gizli bir dil vardır. İnsan kalbi bu dil ile fıtratın özünde ve duyguların derinliğinde tanışmıştır. Kainat tabloları ile insan ruhu arasında, karşılıklı etkileşim ve hiçbir ses ve hiçbir çığlık çıkmadan karşılıklı bir konuşma ve dertleşme vardır. Evet, kainat tabloları insan kalbi ile konuşurken, ruha ilham verirken, canlılığını yitirmemiş insan denen varlığa uygun bir hayat sunarken, hiçbir çığlık ve ses duyulmaz. İnsan o tablolarla yüzyüze gelirken, onlara yönelirken ve karışlıklı dostluğu, konuşmayı, etkileşimi ve ilhamı yazarken hiçbir çığlık ve ses duyulmaz.

Bunun için Kur'an-ı Kerim, insan kalbini çeşitli yerlerde, çeşitli üsluplarla kainat tablolarına yöneltir. Bazen doğrudan doğruya yapar bunu bazen de, şu yaratıkların ve tabloların üstüne yemin edilmesinde olduğu gibi, dolaylı dokunuşlarla ve bunların arkalarından gelen gerçekleri bir çerçeveye koyarak, yapar. Bizler özellikle bu cüzde, bu tarz yönlendirme ve dokunuşları çok fazla gördük. İnsan kalbini duygu ve ilham istesin ve -karşılıklı olarak anlaştıkları dil ile- fısıldamış olduğu işaretleri, çevreye yaydığı konuşmaları kainattan alsın diye, kainata varıp konuşması için uyarmayan, bir tek sure yoktur.

Burada Güneşin ve aydınlığının üstüne insana ilhamlar veren bir yeminle and içildiğini görmekteyiz... Evet genel olarak Güneşin ve özel olarak da onun ufuktan yükselip de kuşluk vaktine girdiği zamanı üstüne yemin edildiğini görmekteyiz. Çünkü Güneşin en hoş ve en tatlı olduğu zaman kuşluk zamanıdır. Bu, kışın insanı ısıtan canlandıran ve harekete geçiren; yazın da sevimli bir ılıklığın yayıldığı, öğle sıcağının insanı bunaltmasından önceki parlak bir aydınlığın çevreyi kuşattığı andır. O halde Güneş, kuşluk zamanı en sevimli ve en berrak anındadır. Bazıları ayet metninde yer alan (Duha) sözcüğünün bütün bir günün tamamı anlamına geldiğini söylemişler ise de, biz bu sözcüğün akla ilk gelen anlamı olan "Kuşluk zamanı" anlamında olduğunu kabul ediyor ve bu uzak anlama yönelmeyi gerekli görmüyoruz. Çünkü gördüğümüz gibi, "Kuşluk zamanının insan hayatında özel anlamları vardır. Ve biz yine burada Güneşi izleyen Ay'ın üstüne de yemin edildiğini görmekteyiz. Güneşin ardından hoş, şeffaf, parlak ve berrak ışığı ile doğan ayın üstüne yemin edildiğini görmekteyiz. Kuşkusuz insan kalbi ile, parlayan mehtap arasında eskiden beri süregelen bir dostluk ve bir sevgi bağı vardır. İnsanın iç alemine ve ruhunun derinliklerine işleyen vicdanın her noktasını kaplayan bir sevgidir bu. İnsanlar hemen iletişim kurar, yakınlaşır ve insan kalbi bu sevgi ile hangi durumda buluşursa buluşsun derhal silkinir ve kendine gelir. Mehtabın insan kalbine yönelik fısıltıları ve ilhamları vardır. Mehtap yaratıcıyı tesbih eder, her türlü eksikliklerden uzak olduğunu fısıldar durur. Ayın aydınlığında duygu yeteneğini yitirmemiş gönüller, nerede ise bu fısıltıları ve ilhamları duyar gibi olurlar. İnsan kalbi zaman zaman, mehtaplı bir gecede her yeri kuşatan nur ve aydınlık okyanusunda yüzdüğünü, kirlerinden arındığını, hisseder. Mehtaplı bu gecede susamışlığını tamamen giderir. Bu sevimli ışıkla kucaklaşır da o nurun içinde yüce Allah'ın varlığı ile sükunet bulup huzura kavuşur.

Sonra güneşi açığa çıkaran gündüzün üstüne yemin edilmektedir. Ki bu da ayetin metninde geçen (Duha)'nın bütün gün demek olmadığına, aksine günün özel bir zamanı olduğuna işaret etmektedir. Ayet metninde yer alan "Onu ortaya çıkaran" ifadesinde "O" zamiri daha önce geçen güneş sözcüğünün yerine kullanılmıştır. İlk akla gelen böyle olmasıdır. Ne var ki Kur'an'ın iması bu zamirin "yeryüzü" sözcüğü yerine kullanılmış olduğunu göstermektedir. Buna göre ayetin anlamı, "Yeryüzünü ortaya çıkaran gündüze yemin ederim" demek olur. Kur'an üslubunun tıpkı bunun gibi ifadelerin akışı içinde gizli, dolaylı çağrışımları vardır. Çünkü bu çağrışımlar insan hissi tarafından tanınmaktadır. Dolayısı ile Kur'an ifadesi bu çağrışımları gizlice hissettirir. Gündüz yeryüzünü açığa çıkarır ve gözler önüne serer. Gündüzün insan hayatında bilindiği gibi birçok etkileri vardır. Fakat insanoğlu hergün tekrar tekrar gelen gündüzün güzelliğini ve etkilerini unutabilir. İşte bu gibi hallerde gelen böylesi kısacık dokunuşlar insanı uyandırır ve bu büyük olayı düşünmeye teşvik eder. "Onu örtüp bürüyen geceye" ifadesi de böyledir. Buradaki "bürüyüş" yukardaki "açığa çıkarış"ın karşıtı ve tersidir. Gece herşeyi bağrına basar ve bürüyüp gizler. Bu tablonun da insan ruhuna etkisi ve aynen gündüz gibi insan hayatında izleri vardır.

Sonra da yüce Allah, gökyüzünün ve onun kuruluşunun üstüne yemin etmekte ve "Göğe ve onu yapana yemin ederim." buyurmaktadır. Ayet metninde geçen "Ma" sözcüğü, başına geldiği fiil burada olduğu gibi mastar isme dönüştüren edatlardandır. Gökyüzü denince insanın aklına ilk gelen şey, nereye dönersek dönelim, içine yıldızların ve kendi yörüngelerinde yol alan yığın yığın serpiştirilmiş olduğu kubbe gibi tepemizde görmüş olduğumuz enginliktir. Gökyüzünün gerçek yüzünü ise kavramaktan aciziz. Bizim tepemizde birbirini tutmuş olarak gördüğümüz nesne, sistemi bozulmayan ve değişmeyen bir yapıya sahiptir. Bundan dolayı gökyüzü değişmezliği ve birbirini tutmuş olması ile "kurulma ve yapılma" özelliğini elde eder. Ancak gökyüzü nasıl kurulmuştur, başını ve sonunu bilmediğimiz uzayda yüzercesine yol alırken, kendisini oluşturan parçalar dağılmasınlar diye onları tutan nedir? İşte bizler bütün bunları bilmiyoruz. Bu konuda söylenenler, değişme ve çürütülme olasılığı olan sadece birer varsayımdan ibarettir. Bu görüşlerin ne değişmezliği ve ne de söylenmiş son söz almaları sözkonusudur. Ancak herşeyin arkasından kesin olarak bildiğimiz bir şey varsa o da; bu akıllara durgunluk veren yapıyı yüce Allah'ın kudret elinin tutuyor olmasıdır. "Gökleri ve yeryuvarlağını dengede tutarak yörüngelerinden çıkmalarını önleyen sadece Allah'tır. Eğer onlar yörüngelerinden çıkacak olsalar onları O'ndan başka hiç kimse dengeye getiremez." (Fatır 41) İşte bilgi adına kesin olarak bildiğimiz biricik gerçek budur.

Yine yüce Allah yeryüzüne ve onun yayılmasına yemin etmektedir. Ayet metninde geçen (Tahv) sözcüğü, tıpkı (dahv) gibi, yaymak, döşemek, hayata elverişli hale getirmek demektir. Bu başlı başına bir gerçektir ki, gerek insan cinsinin ve gerekse canlı olan öteki yaratıkların hayatları bu gerçeğe dayanır. Yeryüzünde yüce Allah'ın kudret elinin yoktan var ettiği bu özellik ve uygunluklar, evet O'nun planlaması ve idaresi uyarınca yeryüzünü yaşamaya elverişli yapan. İşte bu özellikler ve bu uygunluklardır. Anlayabildiğimiz kadarı ile, bu özelliklerden birisi aksasa veya bozulsa, ne yeryüzü yaşanabilir olma özelliğini koruyabilir ve ne de burada yaşama, bu biçimi ile sürerdi. Yeryüzünün yayılması bir başka ayette şöyle ifade olunur: "Ardından yeri düzenlemiştir. Soyunu ondan çıkarmış ve otlak yer meydana getirmiştir." (Naziat 30) İşte yeryüzünün döşenmesi bu özelliklerin ve uygunluğun en büyüğüdür. Ve bu işi üstlenen ise sadece yüce Allah'ın kudret elidir. Burada yeryüzünün döşenmesi bu özelliklerin ve uygunluğun en büyüğüdür. Ve bu işi üstlenen ise sadece yüce Allah'ın kudret elidir. Burada yeryüzünün döşenmesinden söz ediliyorsa, bununla ancak ve ancak bu döşemenin gerisindeki kudret elinden söz ediliyor demektir. Ve insan kalbi ibret alması ve öğüt elde etmesi için böylesi bir dokunuşla ele alınıyor ve ona dokunuluyor.

Şimdi bu yeminin devamında evrene, evrenin tablolarına ve dış görüntülerine bağlı olarak insan yaratılışına ait en büyük gerçek geliyor. Bu gerçek, birbirine bağlı ve birbiri ile uyumlu olan şu varlık alemindeki en büyük mucizelerden birisidir.

7- Kişiye ve onu şekillendirene,

8- Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun ki,

9- Kendini arıtan saadete ermiştir.

10- Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.

Bu dört ayet, buna ek olarak daha önce geçen Beled suresinin "Biz ona eğri ve doğru iki yol gösterdik" (Beled 10) ayeti ve insan suresinin, "Ve gerçekten biz ona yolunu gösterdik. O ya şükredicidir ya inkar edicidir." (İnsan 3) ayeti, islamın, insan psikolojisinin temelini oluşturur. Bu ayet insanın karekterinin ve mizacının çift yönlülüğünü ifade eden ayetlerin hem tamamlayıcısı ve hem de o ayetlerle ilgisi olan bir ayettir. Söz gelimi bu ayetlerden birisi Sad suresinin "Rabbin meleklere demişti ki: Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman, derhal secde edin. Meleklerin hepsi birden secde ettiler." (Sad 71-73) Öte yandan bu ayet kişisel sorumluluğu ifade eden ayetlerle de ilişkilidir ve onlara da tamamlamaktadır. Nitekim yüce Allah, Müddessir suresinde "Her nefis kazandığı ile tutukludur." (Müddesir 38) buyurur. Ayraca bu ayet yüce Allah'ın insana yönelik olarak yaptıklarını, o insanın davranışlarına göre ayarladığını ifade eden ayetlerin de tamamlayıcısı gibidir ve onlarla ilgisi vardır. Nitekim yüce Allah, Ra'd suresinde şöyle buyurur: "Herhangi bir toplum tutumunu değiştirmedikçe Allah onun konumunu değiştirmez." (Rad 11) Bu ve benzeri ayetlerden İslam'ın insana bakışı bütün çizgileri ile ortaya çıkıyor. Buna göre insan denen şu yaratık, çift yönlü bir mizaçta, çift yönlü yetenekte ve çift yönlü eğilimde yaratılmıştır. Biz "çift yönlü" deyimi ile insanın yaratılış gerçeğini ifade etmek istiyoruz. Şöyle ki insan ilahi soluk ile bir çamur parçasından yaratılmıştır. Bu gerçek bize insan yapısının çift yönlülüğünü yani hem iyiliğe hem kötülüğe, hem doğruluğa hem de sapıklığa meyyal olduğunu göstermektedir. İnsan neyin iyilik ve neyin kötülük olduğunu ayırabilir. Nitekim yine insan kendini iyiliğe de kötülüğe de aynı oranda yöneltebilir. Bu güç, onun benliğinin özünde gizlidir. Kur'an-ı Kerim bu gücü, zamanz aman "ilham" sözcüğü ile ifade eder. "Kişiye ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun." Bazen de bu gücü Kur'an "hidayet" doğru yolu bulma, sözcüğü ile ifade eder. "Biz ona eğri ve doğru iki yol gösterdik." (Beled 10) Kısacası bu güç insanın özünde "yetenek" şeklinde gizlidir. Kutsal mesajlar, yönlendirmeler ve dış etkenler bu yetenekleri uyarmaktan, bilemekten öteye gidemez. Bunlar ancak ve ancak bu yetenekleri şu veya bu yöne yönlendirme fonksiyonunu üstlenebilirler. Ancak hiçbir zaman bu yetenekleri yoktan var edemezler. Çünkü onlar, doğuştan yaratılmışlardır. İnsanın tineti şeklinde içine yer etmiştir. Ve ona gizlice ilham edilmiştir.

Bir de insanın benliğinde gizli olan ve doğuştan gelme yeteneklerinin yanında sağduyu vardır ki, bu güç insanın benliğinde onu yönlendirir. İşte insan bu güce göre sorumluluk taşır. Kim bunu kendini arıtıp temizlemede, kendisindeki yeteneklerini geliştirmede kullanırsa, o kişi kurtuluşa ermiştir. Kim de bunu karartır, köreltir ve cılızlaştırırsa, ziyana uğramıştır. "Kendini arıtan saadete ermiştir, kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." Öyleyse insana, seçmeyi ve yönlendirmeyi sağlayan sağduyunun bahşedilmesinin bir sonucu olarak sorumluluk yüklenecektir. "Yönlendirmeyi sağlayan" dedik, bununla insanın doğuştan gelen ve hem iyilik alanında hem de kötülük alanında aynı derecede gelişmeye uygun olan yeteneklerin yönlendirmesini sağlayan güçtür demek istiyoruz. O halde bu öyle bir güçtür ki karşılığında sorumluluk vardır, karşılığında yükümlülükler vardır ve karşılığında özveri vardır. Yüce Allah insanlara acıdığı için, onları ne fıtratlarına kazınmış yeteneklerine ve ne de hareketlerine hakim olan sağduyu gücüne bırakmıştır, aksine insanoğluna, ince ve değişmez ölçüler veren, imanın ilhamlarını gerek ruhunda gerek vücudunda ve gerekse kendini saran çevresinde bulunan "doğru yol"un delillerini gözlerinin önüne seren, azgın arzuların kışkırtıcılığını önünden kaldırıp Hakk'ı gerçek biçimi ile görmesini sağlayan "Kutsal mesajlarla" ile onu desteklemiştir. Böylece insanoğlunun önünde yol hiçbir kuşku ve karanlığa yer kalmadan apaçık olarak belirir. Ve İşte o zaman sağduyu kendi seçtiği ve üzerinde yürüdüğü yönün gerçek niteliğini bilerek ve kavrayarak hareket eder.

İşte bunların tümü yüce Allah'ın insanoğlu için istedikleridir. Bunların çerçevesinde gerçekleşen şeylerin tümü yüce Allah'ın dilemesi ve genel planlaması uyarınca gerçekleşmiş demektir. Olabildiğince kısa olarak ifade edilen bu değerlendirmeden eğitim alanında yönlendirmeye dair değerli birçok gerçekler çıkar. Bu gerçeklerden birincisi insan denen şu varlığın değerinin yükseltilmesidir. Çünkü insan yöneldiği yönün sorumluluğunu yüklenmeye uygun duruma getirilmiştir. Ve kendisine seçme ve tercih etme özgürlüğü verilmiştir. (Bu özgürlük insana, tercihinde ve seçiminde sözkonusu özgürlüğün verilmesini dileyen kutsal dileme çerçevesinde verilmiştir.) Şu halde, özgürlük ve sorumluluk insan denen şu yaratığa şerefli bir yer sağlar. Ve bu iki özellik, şu varlık aleminde yüce Allah'ın ruhundan üflediği ve kudret eli ile biçimlendirdiği, dünyada birçok yaratıktan daha üstün kıldığı şu insana uygun yüce bir mertebe sağlar.

Bu gerçeklerden ikincisi, insan denen şu yaratığa gelecek sorumluluğun yüklenmesi ve daha önce değindiğimiz gibi kutsal dileme çerçevesinde kendi işinin kendi eline verilmesidir. Bunun sonucu olarak insanın duygularında uyanma sağlanır. Çekinme ve takva duygusu meydana gelir. Ve insanoğlu bilir ki, yüce Allah'ın kendisi hakkındaki kaderi (planlaması) bizzat kendisinin davranışlarına göre gerçekleşir. "Herhangi bir toplum, tutumunu değiştirmedikçe, Allah onun konumunu değiştirmez." (Rad 11) Bu ağır bir sorumluluktur. Bunu yüklenen kişi dikkatsizlik edemez ve dalgınlığa düşemez. Sözkonusu gerçeklerden üçüncüsü, insana değişmeyen kutsal ölçülere sürekli olarak başvurma ihtiyacını hissettirmesidir. Bundan hedefi ise, insanın arzularının kendisini yanılıp saptırmadığının, ve ihtiraslarının kendisini felakete sürüklemediğinin ve arzularını tanrılaştıranlara yüce Allah'ın belirlediği akıbete kendisinin layık olmadığının kesin inancı içinde olmasıdır. Ve insanoğlu böylelikle yüce Allah'a yakın olur. Onun doğru yolu göstermesi ile doğruyu bulur. Yolun karanlıklarından O'nun verdiği ışık ile aydınlanır.

Şu halde, insanoğlunun nefsin temizlenmesi ve arındırılması çabasında ulaşabileceği yüksekliğin sonu yoktur. Evet insan yüce Allah'ın coşkun nurunda yıkanırken ve çevresinde fışkıran varlık kaynaklarının selinde temizlenip arınırken ulaşabileceği yüksekliğin sonu yoktur. Bütün bunlardan sonra yüce Allah, nefsini saptıran doğru yolu bulmasına engel olan ve onu kirleten kimsenin başına gelecek zarara ve kötü akıbete örnek sergiliyor. Bu örnek Semud kavminin başına gelen ilahi gazap (kızgınlık) ceza ve helak ta canlanmaktadır.

(S.KUTUB)

1. Burada "duha" kelimesi kullanılmıştır. Kelime, aydınlık ve ısıya da delalet etmektedir. Arapça'da bunun genel anlamı, güneşin epeyce yükselmesini ifade eden kuşluk vaktidir. Ama güneş yükseldiği zaman sadece aydınlık değil ısı da verir. Onun için "duha" kelimesi güneş'e nispet edildiği zaman, "aydınlık" ve dolayısıyla gündüzün güneşli olması tam olarak ifade edilmiş olur.

2. Yani, gece geldiğinde güneş örtülmüş olur. Gündüzün aydınlığı gece olunca kararır. Bu durum şöyle açıklanmıştır: Gece güneş'e ortaktır. Çünkü gece olduğu zaman güneş ufuktan aşağı batar. Dolayısıyla unun aydınlığı dünyanın gece olan kısmına ulaşmaz.

3. Yani, tavan gibi onu yeryüzüne astık. Bu ayette ve sonraki iki ayette "ma" kelimesi kullanılmıştır. Yani, "ma bennahâ", "ma tahahâ", "ma sevvaha" şeklinde kullanılmıştır. Müfessirler bu "ma"yı mastar olarak anlamışlardır. Buna göre ayetleri şöyle tefsir etmişlerdir: "Gökyüzünü kaim etmeye yemin olsun", "yeryüzünü beşik yapmaya yemin olsun", "nefsin düzenlenmesine yemin olsun". Bu üç cümleden sonraki ifade olan "nefse takva ve fücuru ilham etti" sözü, yukarıdaki tefsirlere uymamaktadır. Diğer müfessirler "ma"yı, "men" veya "ellezi" manasında anlamışlar ve bu cümlelerin anlamını şöyle vermişlerdir: "gökyüzüne asan", "yeryüzünü döşeyen" ve "nefsi düzenleyen". Bize göre bu ikinci şekil doğrudur. "ma"nın Arapça'da cansız ve aklı olmayan mahluklar için kullanıldığına itiraz edilmez. Kur'an-ı Kerim'in pek çok örneğinde mevcut olduğu gibi, "ma" "men" yerine kullanılmıştır. Mesela "ve la entum abidune ma a'bud" (Kafirun-3), "Fenkihu ma tabe lekum min en-nisa" (Nisa 3), "ve la tenkihu ma nekaha âbâ ukum minen-nisâ" (Nisan-22).

6 Yere ve onu yayıp döşeyene,

7 Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene,'4

8 Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).5

AÇIKLAMA

4. Düzenlemekten kasıt, insana doğru ve dik bir cisim verilmesi; el, ayak ve beyin itibariyle insanın uygun bir hayat yaşayabilmesi için bunların hepsinin uyumlu olmasıdır. İnsana görme, duyma, dokunma, tatma ve koklama hisleri verilmiştir. Bunların aracılığıyla en iyi şekilde ilim elde edebilir. Ona akıl, düşünce ve mantık, hayal gücü, hafıza, temyiz gücü, karar verme gücü, irade kuvveti ve diğer pek çok kuvvetler bağışlanmıştır. Bunlar dolayısıyla dünyada iş yapmaya muktedirdir. "Düzenleme" ifadesi, insanların kötü yaratılmadığı, iyi fıtrat üzere yaratıldığına da şamildir. Yapısında hiçbir eğrilik ve eksiklik bırakılmamıştır ki doğru yola gitmesine engel olsun. Aynı konu Rum suresinde şöyle belirtilmiştir: "Sen yüzünü Allah'a birleyici olarak doğruca din'e çevir. Allah'ın fıtrat kanununa ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler" (Rum 30). Rasulullah (s.a) da şöyle açıklamıştır: "Her çocuk fıtrat üzere yaratılmıştır. Ancak ana ve babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar. Hayvan ana karnından sağlam olarak doğar. Onu, kulağı kesik olarak doğmuş gördün mü?" (Buharî, Müslim). Yani müşrikler cahiliye hurafeleri dolayısıyla sonradan hayvanların kulaklarını keserler. Yoksa Allah (c.c.) hiçbir hayvanı ana karnından, kulağı kesik olarak dünyaya göndermez. Diğer bir hadiste Resulullah şöyle buyurdu: "Rabbim buyuruyor ki, ben bütün insanları hanif (salim fıtrat) olarak dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar gelerek onu din (onun fıtrî dini)'den saptırdılar. Benim helal ettiklerimi onlara haram ettiler. İnsanlara bana ortak koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim." (Müsned-i Ahmed) Müslim'de de bunun benzeri bir rivayet vardır.

5. "İlham", "lehm" kelimesinden türemiştir. "Yutmak" anlamına gelir. "Lahama şey'un ve tehemehû" yani, "filan şahıs o şeyi yuttu" ve "elhemtuhu eş-şey" yani "ona yutturduk". Bu anlam esas alınarak, anlam itibariyle "ilham", ıstılah olarak Allah (c.c.) tarafından insanlara şuur dışında, zihinlerinde yerleştirilmiş manasında kullanılmıştır. İnsanın nefsine iyi ve kötü'yü ilham etmenin iki anlamı vardır. Birincisi, yaratıcısı ona iyi ve kötü eğilimi yerleştirmiştir ve bu his herkeste mevcuttur. İkincisi, herkeste şuursuz olarak şu tasavvurlar oluşmuştur: Ahlâk bakımından hangi şey iyi, hangi şey kötüdür ve iyi ahlâk ve amel ile kötü ahlâk ve amel birbirine eşit değildir, fücur (kötü ahlâk) çirkin bir şeydir, takva (kötülükten sakınmak) iyi bir şeydir. Bu düşünceler insan için yabancı değildir. İnsanın fıtratı buna aşinadır. Yaratıcısı ona doğuştan iyi ve kötüyü temyiz etme yeteneği vermiştir. Aynı nokta Beled suresinde şöyle ifade edilmiştir: "Biz ona hayır ve şer olmak üzere iki yol gösterdik" (Beled 10). Dehr suresinde ise "Biz ona yolu gösterdik. Ya şükredici veya nankör olur" (Dehr 3) denmiştir. Kıyamet suresinde de şöyle buyurulmuştur: "Kendini kınayan (nedamet çeken) nefse yemin ederim ki..." (Kıyamet 2) ve "Doğrusu insan kendisini kurtarmak gayesiyle delil gösterse bile (kendini kurtaramaz). Çünkü gözü, dili ve ayağı gibi bütün uzuvları kendi aleyhinde şahitlik eder" (Kıyamet 14-15) Burada şu iyice anlaşılmalıdır ki, Allah (c.c.) fıtrî ilhamı her mahlukatın mahiyetine göre vermiştir. Tâhâ suresinde şöyle ifade edilmiştir. "Rabbimiz, herşeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletendir, dedi." (Tâhâ 50). Örneğin hayvanların her çeşidine kendi ihtiyacına göre ilim ilhamı verilmiştir. Sözgelimi balık kendi kendine yüzmeye başlar, kuşlar uçar, arılar kendi kendine petek yapar. İnsanlara da çeşitli mahiyetlerine göre ilham yoluyla ilim verilmiştir. İnsanın bir yönü, hayvanî varlığa sahip olmasıdır. Bu açıdan ilham yoluyla ilme en iyi örnek, doğumdan hemen sonra çocuğun annesinden süt emmeye başlamasıdır. Eğer Allah (c.c.) fıtrî olarak ona bu ilmi vermeseydi dünyadaki hiçbir teknik bunu öğretemezdi. İnsanın diğer yönü, kendisine akıl verilmiş olmasıdır. Bu bakımdan insanlar ilham yoluyla verilen ilim işinde peş peşe keşif ve icatlarda bulunarak medeniyeti ileri götürmüşlerdir. İcat ve keşiflerin tarihine bakılırsa görülecektir ki, icat kişinin kafa yormasının sonucu değildir. Her icat, başlangıçta insanın zihninde birdenbire oluşan ilhama dayanarak gerçekleşmiş, sonra da yeni bir icat olmuştur. Bu iki mahiyet dışında kişinin bir de ahlâkî varlığı sözkonusudur. Bu bakımdan Allah (c.c.) ona hayır ve şerrin farkını; hayrın iyi, şerrin ise kötü bir şey olduğunu ilham olarak vermiştir. Bütün insan toplumlarının hayırve şer tasavvurundan yoksun olmaması evrensel bir gerçektir. Bu nedenle tarihteki her nizamda iyiliğe mükafaat ve kötülüğe ceza tasavvuru vardır. Değişik şekilde de olsa bu vardır. Her devirde ve medeniyetin her seviyesinde bu tasavvurun mevcut olması, bunun insanın fıtratında mevcut olduğunun apaçık ispatıdır. Diğer bir delil de, bu tasavvuru insanın fıtratında Hakim yaratıcısının varetmesidir. Çünkü bu tasavvurun, insanın meydana geldiği maddi unsurlardan ve bu dünyanın maddî nizamını işleten kanunlardan kaynaklandığına dair bir iz yoktur.

6. Burada, yukarıdaki ayetlerde zikredilen şey üzerine yemin edilmiştir. Şimdi bu şeylerin nasıl delil olduğunu düşünelim. Kur'ân-ı Kerim'in üslubunda, insanın zihnine yerleştirilmek istenen gerçekler için, görülen şeyleri delil olarak ileri sürmek vardır. İnsan bu şeyleri ya görmekte ya da bu şeyler kendi içinde mevcut bulunmaktadır. Bu üsluba uyularak burada da birbirine zıt iki şey, alamet ve neticelerinin aynı olmadığı, birbirinin tersi olduğu şeklinde ileri sürülmüştür. Bir tarafta güneş çok parlak ve aynı zamanda sıcaktır. Onun karşısında ay'ın kendisi aydınlık değildir. Güneş varken o gökte olmasına rağmen görünmez. Ancak güneş battıktan sonra parlar. O zaman da geceyi gündüze çevirecek kadar aydınlık olmaz. Ayrıca onun parlaklığında, güneşin ısısı ile meydana gelen şeyleri oluşturacak kadar sıcaklık da yoktur. Ama ay'ın kendine has bazı özellikleri de güneşte yoktur. Aynı şekilde bir tarafta gündüz diğer tarafta gece olması birbirinin zıttıdır. İkisinin tesir ve sonuçları da aynı değildir. Hatta en ahmak insan bile gece ve gündüzün aynı olduğunu, aralarında fark bulunmadığını söyleyemez. Diğer taraftan, Allah (c.c.) göğü yükseğe asmış ve yeryüzünü gökyüzü altında yatak gibi döşemiştir. İkisi de kainata ve nizamına hizmet etmektedirler. Ama ikisinin tesir ve neticeleri gök ile yer kadar farklıdır. Bu deliller ileri sürüldükten sonra insanın nefsine işaret edilerek şöyle buyurulmuştur. İnsanın parçalarını, hislerini, zihnî kuvvetlerini tam bir uygunluk içinde düzenleyerek; yaratıcısı onun içine, birbirine zıt olan iyilik ve kötülüğü iki eğilim olarak yerleştirmiştir. Aynı zamanda ilham yoluyla ikisi arasındaki fark da anlatılmıştır. Buna göre birisi fücurdur ve kötü bir şeydir, öbürü ise takvadır ve iyi bir şeydir. Şimdiye dek güneş ve ay, gece ve gündüz, gök ve yeryüzü nasıl aynı şey olmadıysa, onların tesir ve neticeleri nasıl birbirinden farklı ise, fücur ve takva da birbirine zıttır. Buna rağmen ikisinin sonucu nasıl aynı olabilir? İnsan bu dünyada iyilik ve kötülüğü bir tutmaz. Hayır ve şer, iyi ve kötünün ölçüsü ne olursa olsun onun iyi kabul ettiği şey değerlidir, onu övmelidir. Karşılığında ayrıca mükafaat da vermelidir. Bunun tersine onlara göre kötü olan şey de kötülenmelidir ve onu işleyene ceza verilmelidir. Ama asıl karar insanın elinde değildir. Bu, insana fücur ve takvayı ilham eden yaratıcıya aittir. Aslında fücur, yaratıcı indinde fücurdur. Takva da O'nun kabul ettiği takvadır. Allah'ın indinde bu iki şeyin neticesi de ayrıdır. Birisi kendini tezkiye edenlerin kurtuluşa ve başarıya erişeceği sonuçtur. Diğeri ise, kendini nefsanî isteklere bağlayanların sonucudur. Onlar başırısızlığa ve hüsrana uğrayacaklardır. "Tezkiye"nin manası temizlemek, yetişmektir. Siyak ve sibaktan da anlaşılıyor ki, kim nefsini fücurdan temizler, takvaya yükselir ve içinde iyilik geliştirirse o kişi kurtuluşa ulaşır. Bunun karşısında "dessâhâ" kelimesi kullanılmıştır. Bu kelimenin mastarı "tedessiye"dir. Manası bastırmak, örtmek, kaçırmak ve saptırmaktır. Siyak ve sibakına göre anlamı şöyle olur: Nefsinin iyilik eğilimlerini bastıran ve nefsini kötülük eğilimlerine çeken kişi. Fücura o kadar destek verir ki, takvayı bastırır ve tıpkı toprağın ölüyü saklaması gibi takvayı saklar. Bu kişi hüsrana uğrayacaktır. Bazı müfessirler bu ayetin manasını şöyle vermişlerdir, "Hüsrana düşmüş o kişi ki, Allah (c.c.) onun nefsini bastırmıştır." Ancak bu tefsir dil bakımından yanlıştır. Çünkü Kur'an'ın beyan şekline aykırıdır. Burada failin Allah (c.c.) olduğu söylenmek istenseydi o zaman ayet şöyle olurdu: "Kurtulmuş o kimse ki Allah (c.c.) onun nefsini bastırmış". İkincisi, bu tefsir aynı konuyla ilgili olarak Kur'an'ın diğer yerlerinde geçen ifadeye terstir. A'lâ suresinde Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: "Kendini tezkiye eden mutluluğa ermiştir." (A'lâ 14) Allah (c.c.) Abese suresinde Rasululüllah'ı muhatab alarak şöyle buyurmuştur: "Onun tezkiye olmamasından sana ne?" (Abese7). Bu iki ayette kendini temizlemek kulun fiili olarak zikredilmiştir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'de yer yer bu dünyanın insan tipi için imtihan yeri olduğu belirtilmiştir. Mesela Dehr suresinde, "Doğrusu biz insanı, halden hale geçirdiğimiz karışık bir nutfeden yarattık. İmtihan için onu işitici, görücü yaptık" (Dehr 2) denmiştir. Mülk suresinde de şöyle buyurulmuştur: "O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O üstündür, bağışlayandır" (Mülk 2).

Buradan anlaşılıyor ki, eğer imtihan eden imtihan edilenleri önceden temizlemişse imtihanın bir anlamı yoktur. Onun için sahih tefsir, Katade, İkrime ve Said b. Cübeyr'den rivayet edilen tefsirdir. Buna göre "zekkâha" ve "dessâha"nın faili Allah (c.c.) değil, kuldur. İbn Abbas'tan Dahhak, ondan Cüveybir b. Said, ondan İbn Ebî Hatim'in rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a) bu ayetin anlamını şöyle açıklamıştır: "Kurtuluşa ulaşmış o nefs ki Allah (c.c.) onu temizlemiş". Bu Hadis Rasulullah'tan sabit değildir. Çünkü Hadis'in senedindeki Cüveybir, metruk-u hadis'tir. Dahhak ise İbn Abbas'ı görmemiştir. Fakat İmam Ahmed, Müslim, Neseî ve İbn Ebi Şeybe'nin Hz. Zeyd b. Erkam'dan rivayet ettiği hadis sahihtir. Rasulullah bu hadiste şöyle dua etmiştir: "Allah'ım nefsime takva bağışla ve onu temizle. Sen temizleyenlerin en iyisisin, velimsin, mevlamsın." Benzeri kelimelerle İmam Ahmed, Taberânî, İbn Merduye ve İbn Münzir; Abdullah b. Abbas ve Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir. Anlamı şudur: Kul tezkiye için istekte bulunabilir. Onu nasip ve Tevfik etmek her hâlükârda Allah'a bağlıdır. Aynı şey "tedessiye" için de geçerlidir. Allah (c.c.) kimsenin nefsini zorla kötülüğe sevketmez. Ama bir insan kötülükte ısrar ederse Allah (c.c.) onu takva ve tezkiyeden mahrum eder. Onun nefsini bırakır ki pisliğe batarsa batsın.

(MEVDUDİ)