NECM SURESİ


Ayet Getir
53-NECM 7. Ayet

وَهُوَ بِالْأُفُقِ الْأَعْلَى

Ve huve bil ufukil a’lâ.

Bayraktar Bayraklı

(5-10) Ona, bunu çok güçlü akıl sahibi olan Cebrail öğretmiştir. Doğrulup dikildi. O, en yüksek ufuktaydı. Sonra iyice yaklaştı ve sarktı. İki yayın arası kadar, hatta daha da yakın. Böylece kuluna vahyedeceğini vahyetti.


Edip Yüksel

En yüksek ufukta.


Erhan Aktaş

O, en yüksek ufuktaydı.


Muhammed Esed

ufkun en uç noktasında görünerek,


Mustafa İslamoğlu

(önce) en uzak ufukta belirmişti;


Süleyman Ateş

Kendisi yüksek ufukta iken.


Süleymaniye Vakfı

Muhammed, (Mekke’ye göre) en yüksek ufuktaydı


Yaşar Nuri Öztürk

En yüksek ufuktadır o.


Ayetin Tefsiri

MEAL

5.) Onu, melekeleri son derece güçlü bir (melek) öğretti;

6.) etkileyici ve tam donanımlı:3 Derken o kendini olanca haşmetiyle gösterdi,-4

7.) (önce) en uzak ufukta belirmişti;

8.) daha sonra yaklaştı, derken iyice sokuldu;

9.) öyle ki, iki yay aralığı, hatta daha az bir mesafe kaldı: 5

10.) İşte (Allah)'ın kuluna vahyettiğini böylece iletmiş oldu.

11.) Gördüğünü gönül yalanlamadı:6

(M.İ)

5-6.) Bu vahyi ona [herhangi bir insan değil] Allah'ın kendisine emrettiği çok büyük işleri ifa kabiliyetine sahip olan Cebrail öğretti. O üstün niteliklere sahip bir melektir.

7-11.) [Evet, Cebrail Muhammed'e vahyetmek üzere yeryüzüne indi] . Bu sırada o, ufkun en yüksek noktasındaydı. Sonra aşağıya doğru sarktı/alçaldı ve Peygamber'e yaklaştı. Öyle ki üst üste getirilen iki yay mesafesi kadar ve hatta bu mesafeden daha fazla yaklaştı. İşte o anda Peygamber'e vahyedeceğini vahyetti. Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı; [Peygamber bu manevi tecrübeyi bir hayal olarak algılamadı].

(M.Ö)

5-7.) “Ona çetin kuvvetlere sahip ve güçlü olan Cebrâil öğretmiştir: En yüksek ufukta iken doğruluvermiş,”

8-9.) “Sonra yaklaşmış ve inmiştir. Araları iki yay aralığı kadar, belki daha da yakın oldu.”

10.) “Allah o anda kuluna vahy edeceğini etti.”

(A.K)

1-6.) Kulumuz Muhammed’in peygamber, tebliğ ettiği mesajın ilâhî vahiy olduğunu kabul etmeyen, onu kâhinlik, şairlik ve mecnunlukla itham eden Mekke müşrikleri! Kendisini çok iyi bildiğiniz, dürüstlüğünden emin olduğunuz bu insan, sizin iddia ettiğiniz gibi yolunu şaşırmış biri değil, Allah’ın kendisine vahiy lutfettiği bir peygamberdir. Size tebliğ ettiği bu Kur’an da onun kendi sözleri veya birtakım şeytanî güçlerin telkini değil, ilâhi vahiydir. Bu vahyi, her türlü tasalluttan korumaya ve olduğu gibi kendisine iletmeye muktedir kılınan vahiy meleği getirmiştir.

7-11.) Vahiy meleği Cebrâil, kulumuz Muhammed’e ilâhi vahyi, hiçbir şeytanî gücün ulaşamayacağı Allah’ın yüce katından getirmiş, o da kendisine vahyin lutfedildiğini, yaşadığı bu tecrübenin hakikat olduğunu, her türlü şüpheden uzak olarak bütün benliği ile idrak etmiştir.

(H,E;M,C)

TEFSİR

Bu vahyin taşıyıcısı belli, hangi yoldan geldiği belli, nasıl bir çizgi izlediği bellidir. Peygamber bu vahyin izlediği yolu gözleri ile kalbi ile görmüştür. Bu konuda kuruntuya kapılmış ya da aldanmış, yanılgıya düşmüş değildir. Okuyalım: "Bu vahyi O'na müthiş güçleri olan Cebrail öğretti. O üstün yetenekli melek doğruldu.

Yüce ufuktayken.

Sonra yaklaştı, yere doğru uzandı.

Öyle ki, Peygamber ile araları iki yay aralığı ya da daha yakın oldu.

O anda Allah, Kul'una dilediği mesajı vahyetti.

O'nun gönlü, gözünün gördüğünü yalanlamadı.

Siz şimdi gözü ile gördükleri hakkında.

O'nunla tartışmaya mı girişiyorsunuz?"

"Müthiş güçleri olan, üstün yetenekli melek" Cebrail'dir. Arkadaşınız Muhammed'in size duyurduğu mesajı O'na öğreten bu melektir. Vahiy yolu budur. Vahiy amaçlı gezi işte böyle gerçekleşmiştir. Olay bütün ayrıntıları ile gözler önündedir. O üstün yetenekli melek "yüce ufuktayken" doğruldu. Böylece Muhammed O'nu gördü. Bu olay vahyin başlangıç aşamasında gerçekleşti. O sırada Muhammed, Cebrail'i aslında olduğu gibi, yüce Allah tarafından nasıl yaratılmış ise öyle gördü. Sonra Cebrail kendisine yaklaştı, O'na doğru uzandı, yere sadece iki yay uzunluğu kadar bir mesafe kaldı. Yani birbirlerine alabildiğine yaklaştılar. Arkasından yüce Allah, Kul'una "dilediği" mesajı indirdi. Görüldüğü gibi ilahi mesajdan sözeden ifade kısa, yüceltici ve görkem yükleyicidir. Demek ki, "uzaktan görme" olayını izleyen bir "yakından görme" olayı ile karşı karşıyayız. Olay vahiy, öğretme, görme ve kesinlikle emin olma olayıdır.

Olayda "görme yanılgısı", "göz aldanması" sözkonusu değildir. Bu yüzden tartışmaya ve demogojiye kapalıdır.

Okuyalım: "O'nun gönlü, gözünün gördüğünü yalanlamadı. Şimdi siz, gözü ile gördükleri konusunda O'nunla tartışmaya mı girişiyorsunuz?" Gönlün görmesi daha doğru, daha değişmezdir. Çünkü bu durumda göz aldanması ihtimali ortadan kalkar. Kısacası Muhammed, -salât ve selâm üzerine olsun- Cebrail'i gözleri ile gördü, kesinlikle tanıdı ve gönül gözü ile kavradı ki, o vahyin taşıyıcısı olan bir melektir, yüce Allah'ın kendisine gönderdiği bir elçidir; gelişinin sebebi ilahi mesajı Peygamberimize öğretmekti, Peygamberimiz de ondan öğrendiklerini insanlara duyurmakla yükümlü idi. Öyleyse demogoji ve tartışma sona erdi. Madem ki, kalp güvendi ve gönül kesin inanca kavuştu. Artık bu tür inatçı reaksiyonlara yer yoktur.

(S.KUTUB)

5. Yani, sizlerin zannettiği gibi, O'na ilim veren bir insan değil, insanlardan daha üstün bir varlıktır." Bazı müfessirler "Şedidu'l-Guva" (kuvvetleri şiddetli) ifadesi ile Allah Teâlâ'nın kastolunduğunu öne sürerken Hz. Abdullah b. Mes'ud, Hz. Aişe, Hz. Ebu Hureyre, Katade, Mücahid, Rebi b. Enes'in bu görüşte olmadıkları nakledilir. İbn Cerir, İbn Kesir, Razi ve Alusi de aynı görüştedir. Ayrıca Şah Veliyuddin Dihlevi ve Mevlana Eşref Ali, kendi hazırladıkları meallerde bu görüşe katılmışlardır. Kur'an'ın diğer yerlerinde de beyan edildiği veçhile, doğrusu da budur. Örneğin Tekvir: 19-23'de şöyle buyurulmuştur, "O şerefli bir elçinin sözüdür. O güçlüdür. Arşın sahibinin yanında değerlidir. İtaat olunur, üstelik güvenilir. Arkadaşınız mecnun değildir. Andolsun onu apaçık ufukta görmüştür." Ayrıca Bakara: 97'de bu meleğin ismi de açıklanmıştır. "De ki: Kim Cebrail'e düşman olursa..." Bu ayetlerle birlikte düşünüldüğünde burada kuvvetleri şiddetli olan muallimin (öğretenin) Cibril-i Emin olup, Allah'ın kastedilmediği anlaşılır. Nitekim bu hususun açıklaması daha ileride yapılacaktır.

Bu konuda bazı kimseler, "Cibril"i Hz. Muhammed'in (s.a) muallimi (öğreteni) olarak kabul ettiğimiz takdirde, onun Hz. Peygamberden daha faziletli olduğunu da kabul etmemiz gerekir," şeklinde şüpheye düştüler. Oysa bu endişe yersizdir. Çünkü Cibril, Hz. Peygamber'e (s.a.) kendi ilmini öğretmiyordu ki, ondan daha faziletli olsun. Cibril Hz. Peygamber'e (s.a.) ve Allah'ın ilmini aktarmada sadece bir vasıtaydı. Bu yüzden de mecazen "öğretti" denilmiştir. Bu bakımdan Cibril'in Hz. Peygamber'den (s.a.) üstün olması gerekmez. Ayrıca şöyle bir örnek vermek de mümkündür. Allah Teâlâ beş vakit namazı farz kıldığında, namazların vakitlerini öğretmesi için Cibril'i göndermiştir. Cibril de Rasûlullah'a imamlık yaparak beş vakit namaz kıldırmıştır. Bu kıssa, sahih senetlerle Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Muvatta ve diğer hadis kitaplarlarında nakledilmiştir. Rasûlullah, "Cibril imamlık yaptı ve arkasında namaz kıldım" diye buyurmuştur. Fakat Cibril'in Rasûlullah'a namaz kıldırmış olması, ondan daha faziletli olduğuna delil teşkil etmez.

6. "zümarrete" İbn abbas ve Katade'ye göre "güzel ve şahane", Macahid, Hasan Basri İbn Zeyd ve Süfyan Sevri'ye göre 'kuvvetli', Said b. Müseyyeb'e göreyse, "hikmet sahibi"dir. Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet edilen bir hadiste "zu mirre", sağlam, sıhhatli anlamında kullanılmıştır. Lugatta bu kelime, sağlam akıllı ve akıl sahibi anlamına gelir. Allah Teâlâ burada, Cibril için çok yönlü bir kelime kullanarak, onun akıl ve beden bakımından kemale erişmiş bir varlık olduğunu vurgulamıştır. Urducada bu kelimenin tam karşılığı olmadığı için, biz bunu "hikmet sahibi" olarak tercüme ettik. Çünkü Cibril'in bedenî kuvvetlerinin kemali hakkında başka ayetlerde de izah yapılmıştır.

7. "Ufuk kelimesiyle, güneşin doğduğu ve gündüzün aydınlığının yayıldığı yer, yani gökyüzünün doğu tarafı kastolunmuştur. Aynı ifade Tekvir: 23'de, "Ufuk'ıl-Mübin" şeklinde geçmiştir. Bu iki ayetten de anlışıldığına göre, Cibril ilk kez Hz. peygamber'e (s.a) gökyüzünün doğu tarafında gözükmüştür. Çeşitli rivayetlere göre Cibril, o zaman Allah'ın kendisini yarattığı asıl sûret üzre idi. İleride ilgili rivayetler zikrolunacaktır.

8. Yani, "Cibril, gökyüzünün doğu tarafında göründü ve Hz. Peygamber'e (s.a) yaklaşarak havada durdu. Sonra daha da yaklaştı, hatta o kadar yaklaştı ki, aralarındaki iki yay veya ondan daha az bir mesafe kaldı" Müfessirler genelde "" ifadesini iki yay ile karşılamışlardır İbn Mes'ud ve İbn Abbas "Kays" kelimesini "zir'a" şeklinde tercüme etmişlerdir. Yani aralarında iki zir'a mesafesinde bir uzaklık kalmıştır. "Aralarındaki mesafe iki yay veya ondan daha az idi." şeklindeki ifadeden (neuzubillah) Allah'ın söz konusu mesafeyi hesaplamaktan aciz olduğu anlamı çıkarılamaz. Böyle bir izah tarzı, tüm yayların aynı uzunlukta olmayışındandır. Dolayısıyla bu mesafenin eksik ya da fazla olması mümkündür.

9. "Kuluna vahyettiğini vahyetti" şeklindeki ifadeyi iki şekilde de anlamak mümkündür. Birincisi, "O (Cibril) Allah'ın kuluna vahyettiğini vahyetti." İkincisi O (Allah) kendi kuluna vahyettiğini vahyetti." Birinci anlamı ele alırsak, Cibril'in Allah'ın kuluna vahyettiği anlaşılır. İkinci anlamı ele alırsak, Allah'ın Cibril vasıtasıyla kuluna vahyettiği anlaşılır. Müfessirler bu her iki anlamı da öne sürmüşlerdir. Ancak siyak ve sibak içinde bir değerlendirme yapıldığında, birinci anlamın daha uygun olduğu görülür. Nitekim Hasan Basri ve İbn Zeyd'in bu görüşte oldukları nakledilir. Burada "Hu" zamirinin (Abdihi), başlangıçtan beri isminin zikredilmemesine rağmen Allah'a nasıl izafe edilebileceği sorulacak olursa, şu şekilde bir cevap verilebilir. Şayet o izafe olunan, belli bir şahıs ise, onun zikri geçmese bile, zamir kendiliğinden ona işaret eder. Nitekim Kur'an da bu tür örnekler vardır. Örneğin, "Şüphesiz Allah onu Kadir Gecesi'nde indirdi" ayetinde, açıkça zikredilmemesine rağmen, ayetlerin siyakından (sonrasından) Kur'an'ın kastedildiği anlaşılmaktadır. Yine "Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandıracak olsaydı, onun üstünde canlı bir yaratık bırakmazdı." (Fatır 45) ayetinde kendisi açıkça zikredilmemesine rağmen kastedilenin yeryüzü olduğu açıkça bellidir.

"Biz ona şiir öğretmedik, bu zaten ona yakışmaz" ayetinin ne öncesinde ne de sonrasında Hz. Peygamber'in (s.a) hiç zikri yoktur. Ama sözün gelişinden Hz. Peygamber'in (s.a) kastedildiği açıkça ortadadır. Rahman Sûresi'nde de, "Üzerinde bulunan herşey yok olacaktır" denilirken, ayetin ne öncesinde ne de sonrasında zikri geçmemesine rağmen, yeryüzünün kastolunduğu bellidir. "Biz onları yeniden inşaa ettik." (Vakıa: 35) ayetinde, cennetteki kadınlardan bahsetmesine rağmen, onların ismi zikredilmemiştir. Bununla beraber, yukarıdaki ayetten de Cibril'in kendi kuluna vahyettiği anlamı çıkarılamaz. Dolayısıyla buradan, Cibril'in Allah'ın kuluna vahyettiği ya da Allah'ın Cibril vasıtasıyla kuluna vahyettiği anlaşılır.

10. Yani, Rasûlullah (s.a) O'nu gündüzün aydınlığında gördüğü için, bunun bir cin, şeytan, hayal ya da rüya olduğu şeklinde bir şüpheye kapılmamıştır. Net bir şekilde gördüğünden dolayı da O'nun Allah'dan vahiy getiren Cibril olduğu konusunda bir tereddüt duymamıştır. Burada insan Hz. Peygamber'in (s.a) bu kadar istisnai bir vakıayı müşahede etmiş olmasına rağmen, gördüğü şeyin, hayal, cin veya şeytan olabileceği şeklinde neden bir şüpheye düşmediğini düşünebilir ve dolayısıyla bunun nedenini sorabilir. Bize göre bu sorunun beş şıkka dayanan bir cevabı vardır:

a) Rasûlullah (s.a) bu vakıayı gündüzün aydınlığında görmüştür. Yani, uyku esnasında bir rüya olarak veya yarı uykulu iken ya da derin düşüncelere daldığında değil, tıpkı insanın gündüzün aydınlığında etrafındakileri net bir şekilde gördüğü gibi görmüştür. İnsan bu şekilde her gördüğü şeyden (dağlar, nehirler, evler vs.) şüphe etmiyorsa, Hz. Peygamber (s.a) de apaçık bir hakikat olarak gördüğü bu manzaradan şüphe etmemiştir. Bunu dış (âfâkî) bir neden olarak öne sürebiliriz.

b) İçsel (enfusî) diye niteleyebileceğimiz diğer bir neden, içinde bulunduğu haleti ruhiye dolayısıyla, Hz. Peygamber'in (s.a) yanlış bir şey görmediğine inanmasıdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) Cibril'i ruhen uyanık ve musait bir vaziyette görmüştür. Daha önceden zihninde bu tür hayaller kurmadığı için, gördüğü manzarayı hayal olarak nitelememiştir. Aksine O, şuuru yerinde iken O'nu görmüştür.

c) Ayrıca karşısındaki varlık, o kadar harikulede bir güzelliğe sahipti ki, Hz. Peygamber (s.a) böyle bir güzelliği tasavvur dahi etmemişti. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a) gördüğü varlığın kendisinin hayallerinin bir ürünü olduğunu veya bu özelliklere sahip bir cinle karşılaştığını düşünmemiştir. İbn Mes'ud'un Rasûlullah'dan (s.a) rivayet ettiği bir hadise göre O, "Ben Cibril'i 600 kanatlı olarak gördüm" demiştir. (Müsned-i Ahmed). İbn Mes'ud'un izahına göre, Cibril'in bir kanadı bile o kadar büyüktü ki, adeta ufku kaplamıştı. Allah bunu "Şedid-ül Guva' ve 'Zu mirre" sıfatlarıyla ifade etmiştir.

d) Hz. Peygamber'e (s.a) vahyi aktarmak için görevli varlık, itimat telkin eden ve emin bir şahsiyete sahipti. Rasûlullah'a (s.a) kainatla ilgili öğrendiği ilmi anında aktarıyordu. Aktarılan bu bilgi, onun zan ve hayal sınırlarını aşmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) önceden edindiği böyle bir bilgi yoktu. Dolayısıyla O, zihninde kendisine bu bilgiyi aktaran varlığın, cin veya şeytan olabileceği ihtimalini düşünmemiş, hatta bu tür bir tereddüde kapılmamıştır. Zira şeytan, şirke rağmen Tevhid, cahiliyyeye rağmen yüksek ahlâk ve fazilet, zulüm ve haksızlığa rağmen ise Allah'ın birliği hakkında bilgi aktarmaz.

e) En önemli neden; Allah'ın Peygamberlik görevi gibi yüce bir makama seçtiği kimsenin kalp ve zihnini şek ve şüphelerden arındırmasıdır. Artık o kimse, Allah'ın tevfikiyle her gördüğü ve duyduğu hakikatı "şerh-i sadr" ve "itminan-ı kalb" ile tasdik eder. Kendisine vahiy ilham ve diğer yollarla gelen bilgiler hakkında kuşkuya düşmez. Çünkü Allah tarafından gönderilen mesaja, şeytanın müdahale edemeyeceğini çok iyi bilir. Allah'tan başkasının kelamı karışmış olsa bile, yine de geri çevirebilecek bir şuur ve hissiyat, tüm peygamberlere Allah tarafından verilmiştir. Faraza böyle bir şey olsa hemen fark ederler. Tıpkı balığın yüzmesinden, kuşun uçmasından ve insanın kendi varlığından şüpheye düşmediği gibi, bir peygamber de "Ben Allah'ın elçisi miyim?" şeklinde herhangi bir şüpheye düşmez.

(MEVDUDİ)

5-7. “Ona çetin kuvvetlere sahip ve güçlü olan Cebrâil öğretmiştir: En yüksek ufukta iken doğruluvermiş,”

Ona bu vahyi öğreten melek tanıtılıyor burada. Arkadaşınıza o vahy edilen Kur’an’ı, çok çetin bir güç sahibi olan, kuvvetleri çok şedit olan Allah, ya da melek, yani Cebrâil öğretmiştir. Bakıyoruz Kitabımızın kimi âyetlerinde Kur’an’ı Rasulullah Efendimize öğretenin Rahmân olan Allah olduğu, bazı âyetlerinde de bu öğretenin Cebrâil olduğu anlatılır. Meselâ Rahmân sûresinde: “Rahmân olan Allah, Kur’an’ı öğretti.” (Rahmân 1,2) buyurulurken, yine meselâ Şuarâ sûresinde: “Onu Ruhu’l Emin (Cebrâil) indirdi.” (Şuarâ 193) buyurulmaktadır. Öyleyse burada her iki mânânın da düşünülmesi mümkündür. Ama bu sûreden daha önce inmiş olan Tekvîr sûresinde, Rasulullah Efendimize vahyi getiren meleğin özelliklerinin açıklandığı bölüme bakılırsa, burada özellikleri anlatılanın Cebrâil olduğu biraz daha netleşmiş oluyor.

Tekvir sûresinde Rabbimiz şöyle buyuruyordu: “Bu Kur’an, arşın sahibi katında değerli, güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen şerefli bir elçinin getirdiği sözdür.” (Tekvîr 19,20,21) Kerîm olan bir elçinin sözüdür bu Kur’an. Bu kitap, gökyüzünün emini vasıtasıyla yeryüzünün eminine benim tarafımdan indirilmiş bir kitaptır. Kitap Allah’tandır, peygamberin kendi sözü değildir. Ama Rabbimiz vahyini Cebrâil aracılığıyla peygamberine gönderdiği için ona izafe edilmiştir. Buradaki Kerîm elçiden maksat; Cebrâil’dir. Bakın âyetin devamında Cebrâil’in sıfatları anlatılmaktadır: Güç sahibidir o. Emniyet sahibidir. Hıyanet etmez, ezmez, bozmaz, koparmaz, unutmaz. Tam yapar elçiliğini. Allah’tan aldığını tam getirir peygambere. Hani kâfirler diyor ya; “efendim, melek peygambere gelinceye kadar vahyi çoktan unutur, tastamam vahyi değil de muhtevayı anlatır” diyorlar ya. Halbuki o emindir, o güçlüdür, o Kerîmdir. O Rabbinin yanında, arşın yanında büyük bir güç ve kuvvete, yüksek bir mevkiye sahiptir. Orada, Mele-i A’lâ’da kendisine itaat edilir. Melekler kendisine itaat ederler. O emindir. O gökyüzünün eminidir. Rabbinden aldığı vahyi peygambere ulaştırma konusunda güvenilirdir.

Burada da deniliyor ki: Ona bu Kur’an’ı çok çetin güç ve kuvvet sahibi, görünümüyle, fiziğiyle çarpıcı bir güzellik sahibi, sağlam, sıhhatli, mükemmel, hikmet ve akıl sahibi olan Cebrâil (a.s) öğretmiştir. Burada Rabbimiz peygamberimize vahiy getiren meleğin özelliklerini anlatıyor. Allah yanında, melekler yanında, gökler âleminde çok değerli olan, çok makbul olan, kendisine itaat edilen, saygın olan, güvenilir, emin olan, çok şedit güç ve kuvvet sahibi olan, akıl, duyu ve beden mükemmelliğine, hikmet mükemmelliğine sahip, üstün bir yaratılışla yaratılmış bir elçidir o. İşte peygambere vahyi getiren elçi böyle bir elçidir. O halde ey insanlar! Böyle bir meleğin peygambere getirdiği vahiyden nasıl şüphelenebilirsiniz? Nasıl oluyor da böyle Rabbinizden, yaratıcınızdan sizin hayatınıza karışmak üzere, sizin hayatınızı programlamak üzere böyle bir elçi aracılığıyla, sizi dünya ve ukba kurtuluşuna ulaştırmak, sizi cehennemden kurtarıp, cennete ulaştırmak için gelmiş olan bu kitaba karşı böyle kayıtsız kalırsınız? Böyle bir kitaptan, böyle bir elçiden, böyle bir peygamberden nasıl şüphe edebilirsiniz? O, en yüksek bir ufuktaydı. Cebrâil (a.s) çok yüksek bir ufukta, tüm ufku kaplamış olduğu halde:

(Arşla alâkalı bir soru soruldu)

Arşla alakalı kitabımızın başka sûrelerinde epey bir şeyler demeye çalışmıştım. Arş; ulviyet, yükseklik manasına gelen bir kelimedir. Bu münasebetle hükümdarların üzerine oturdukları "taht" manasında da kullanılmıştır. Hükümdarların tahtı, mülk ve saltanatın remzi olduğundan arş kelimesi, kinayeli olarak mülk ve saltanat manasını da taşır. Bazıları Âyetü'l kürsî'de geçen Kürsî ile Arş'ın (ikisini de taht manasında kullanarak) aynı şey olduğunu sanmışlarsa da Arş, Kür-sî'nin üzerindedir. Bu sûretle Kürsî taht manasında düşünülürse Arş, onu kuşatan saray ve sarayın tavanı olarak kabul edilir. Bir rivayette Kürsî, Arşın ayağının konulduğu yerdir. Bu iki mana itibarıyla Arş, İslâm'a göre, bütün âlemi kuşatan, sınırlandırılması ve takdir edilmesi beşer aklının dışında kalan ve gerçeğini Allah'ın bildiği yüce bir makamdır. Yedi kat gök, cennet, Sidre, Kürsî Arş'ın altında tasavvur edilir. Arş'ın sınırı, âlemi tasavvurun son sınırıdır. Arş'tan evvelki Sidre-i Müntehâ geçilmeden Allah'ın cemâli = (Cemâlullah) müşahede edilemez. Rasulullah (s.a.s.) Mirac gecesinde Sidre-i Müntehâ'yı geçerek Arş'a ulaşmıştı. Yukarda da belirtildiği gibi Arş'a taht ve tahttan kinaye olarak mülk ve saltanat manası verilmişti. (A’râf:54) Ayette: "...Sonra Arş üzerine istiva buyurdu..." denilmektedir. Bilinen manasıyla taht, bir hükümdarın hükümet işlerini yürütürken üzerine kurulduğu bir cisimdir. Fakat "tahta çıktı" denilince, "hükümet işlerini yani saltanatı eline aldı" manası anlaşılır. Yedi kat sema'nın üstünde ve bütün âlemi içine alan Arş'ın, bilinen taht manasıyla sınırlanamayacağı şüphesizdir. Binaenaleyh bahse konu olan "el-Arş" kelimesi mecazî ve kinayî bir mânâ ifade eder. O halde Arş'ın cisim olduğu iddia edilemez. Arş'ı bütün bir cisim tasavvur etsek bile, cihet ve cismaniyetin hepsi Arş'ın sınırında sona erdiğinden, bunun üstünde bir cisim, mekan ve cihet tasavvuru tezat olur. Allah'ın Arş'a istivası da yine mecazî manadadır. Allah'ın Arş'a istivasının keyfiyetini soran birine İmam Malik İbn Enes: "İstiva malûm, keyfiyeti akılla idrak edilemez, buna iman vacip ve bu konuda soru sormak bid'attır." diye cevap verir.

Râgıp el-İsfahânî, "İstiva" kelimesine: Müsâvî olmak; kendi kendine itidal manasını vermiştir. Arapça olan bu kelime "alâ" takısı ile "istilâ", "ilâ" takısı ile "nihayete erme" manasında kullanılır. Bu sûretle istiva lügatte: İstikrar etmek, karar kılmak, kararını bulmak ulüvv-i isti'lâ; yükselmek, yüksek olmak, üstün olmak müsâvî veya mümâsil veya denk olmak; dosdoğru varmak, veya kastetmek, istilâ etmek manalarına gelir. Bu lügat anlamlarına göre, âyette geçen "Sonra Allah Arş'a istiva etti" cümlesinin manası: a) Arş'a mülkiyet ve saltanat manası verilmesi halinde: "Allah bütün mahlûkatı üzerinde düzenli ve sırayla işleri düzene koydu, hükümlerini muntazam bir şekilde yerine getirdi, hiçbir engel olmaksızın kudretini tesir ve mahlûkâtı üzerinde "meşîetini" (dilemesini) cereyan ettirdi." b) "Mahlûkâtı yarattıktan sonra da başından sonuna kadar hepsini kudret ve galebesi velâyet ve hâkimiyeti altında tuttu." Bu ifadede istiva, istilâ manasında kullanılmıştır. c) Arş'a mülk ve memleket, istivaya da istila manası verilmesi halinde "Sonra Allah mülkünü hâkimiyeti altında tuttu." d) İstivaya "müsavî" manası verilmesi halinde de: "Allah Arş üzerine öyle bir istîlâ ile istiva etmiştir ki sema ve semada bulunanlar O'na daha yakın, arz ve arzda bulunanlar daha uzak bir mevki ve mesâfede değil, hepsi müsâvî birnispettedirler." demektir. Bu cümlede geçen mevki ve müsâvîlik maddî mânada değil, mecazî manadadır.

“...O gün Rabb'ının tahtını, bunların da üstünde sekiz (melek) taşımaktadır." (Hakka:17) Arş'la ilgili olan bu ayetin tefsirinde İbn İshak Hz. Peygamber'in: "Onlar, yani Hamele-i Arş (Arş'ı taşıyanlar) bu gün dörttür. Kıyamet günü olduğunda Allah onları diğer bir dört ile te'yid edecek sekiz olacaklar." buyurduğunu söylüyor. Bir başka izaha göre Hamele-i Arş olan bu sekizden maksat, Allah'ın hayat, ilim, kudret, irade, kelâm, semî, basar ve tekvin sıfatlarıdır. İmrân İbn Husayn Peygamberimizin şöyle buyurduğunu rivayet eder: "(Ezelde) Allah vardı ve Allah'tan başka bir şey yoktu. Ve Allah'ın Arş'ı su üzerinde bulunuyordu. Sonra Allah (levh'de) kâinatın tamamını takdir ve tespit etti. Ve göklerle yeri yarattı..." Arş'ın ıtlak olunduğu pek çok şeylerin hepsinde yücelik ve yükseklik mânâları vardır. Padişahların oturduğu tahta Arş denilmesi de bu yükseklik münasebetiyledir. Allah'ın ilk yarattığı ve yükseklik ifade eden mevcuda da Arş ve Allah'a nispet edilerek Arşullah denilmiştir ki, Allah'ın kudretinin tecellî ettiği ilk mahlûktur.

Kelam âlimleri ile eski düşünürler Arş'ı, kâinatı her yönden kuşatan yuvarlak bir felektir, diye tarif ederler. Dokuzuncu felek ve felek-i atlas da derler. Rivayet âlimleri bu tahtın ayakları bulunduğunu da kabul etmişlerdir. Fakat meseleyi tahkik eden âlimlere göre, şerîat örfünde vârid olan arşın hakikatini tahdit ve takdir, beşerin aklı ve idraki haricindedir. Bu konuda vârid olan haberlerde arşın mahiyeti değil, diğer varlıklara nispetle büyüklüğü bildirilmiştir. Meselâ Peygamberimiz bir kere Ebu Zerr-i Gıfârî'ye: "Ya Ebâ Zer, yedi kat gök ile yedi kat yerin kürsî yanında büyüklükleri, ancak bir çölün ortasına atılmış bir kapı veya yüzük halkası gibidir. Arş'ın da kürsîye göre büyüklüğü, o çölün o halkaya nazaran büyüklüğü derecesindedir" buyurmuştur." Arşla alakalı bu kısa bilgi ile iktifa edelim. İnşallah sûrenin geri kalan bölümünü tanımak için 16. ciltte buluşmak üzere Allah’a emanet olun. Ve âhiru dâvanâ enilhamdü lillahi Rabbilâlemîn.

8-9. “Sonra yaklaşmış ve inmiştir. Araları iki yay aralığı kadar, belki daha da yakın oldu.”

Cebrâil (a.s), Rasulullah Efendimize yaklaştı, derken sarkıverdi, ya da doğruluverdi. Peygambere yöneldi Cebrâil de Rasulullah’la arasında iki yay arası kadar bir mesafe, yahut daha yakın bir mesafe kaldı. Ve o elçi, Cebrâil (a.s):

10. “Allah o anda kuluna vahy edeceğini etti.” Elçi, Allah’ın kuluna, Muhammed’e (a.s) vahy edeceğini vahyetti. Cebrâil (a.s) o anda Allah’tan alıp getirdiği vahyi Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’e (a.s) nasıl aktarılacaksa öylece aktardı, öylece vahy etti. İşte böylece vahiy aktarımı olayı gerçekleşmiş oldu. Burada Rasulullah Efendimize ilk vahiy aktarımı olayı ve Rasulullah Efendimizin Cebrâil’i ufukta, tüm ufku kaplamış olduğu halde heyet-i asliyesiyle gördüğü anlatılıyor. Tekvir sûresinde de bu husus şu ifadelerle anlatılıyordu:

“O arkadaşınız, o Resul andolsun ki, Cebrâil’i apaçık bir ufukta görmüştür.” Kitabımızın başka yerlerinde de anlatıldığına göre; Rasulullah Efendimiz kendisinden önce hiçbir peygambere nasip olmadığı halde Cebrâil’i, vahiy meleğini aslî şekliyle görmüştür. Doğu taraftan, yüksek, apaçık ufuk cihetinden görmüştür onu. Cebrâil (a.s) ufku kaplamış olduğu halde karşısında durdu, aralarında iki yay arası kadar, ya da iki zira, iki karış kadar bir mesafe kalmıştı. Bu konuda hadis kitaplarında epey bilgi vardır. Burada gerçekleşmesi anlatılan vahiyle alâkalı bir şeyler söyleyelim: Önce şunu söyleyelim ki; vahyi gerçek şekliyle bilenler, idrak edenler, onu yaşayan, ona lâyık görülen Allah elçileridir. Gerçek mahiyetini Allah bilir. Nasıl oldu? Nasıl oluyordu? Nasıl geliyordu? Bunun mahiyetini Allah bilir, burada şunu söyleyelim: Vahiy; Allah’ın kendi bilgisini yerde seçtiği peygamberlerine aktarmasının adıdır. Azîz olan, Hakîm olan, Cebbâr, Kahhâr olan bir Allah, zatı hakkında ancak kendisinin bildirdiği kadar bilgimizin olduğu Allah, zaman O’nun dışında, mekân O’nun dışında, zamandan mekândan münezzeh bir Allah, yerde herhangi birine rahmeten, lütfen bilgisini aktarıyor. Yine biliyoruz ki; Rabbimiz yeryüzünde seçtiği elçilerinin dışında hiçbir kimseye vahiy indirmemiştir. Gerçi yine kitabımızın beyanıyla, Hz. Îsâ’nın (a.s) annesine, Meryem’e ve yine Mûsâ’nın (a.s) annesine vahiy türünde bazı şeylerin indirildiğini bilmekle beraber, peygamberler dışında hiç kimseye vahy edilmediğini Kur’an söylüyor. Öyleyse burada hemen şu genel kaideyi söyleyelim: Vahyin tanımını ancak Resuller yapabilir, Resuller bilebilir.

Resullere gelen vahyin nasıl geldiği konusunda, geliş şekli konusunda, Rasulullah Efendimizden bize intikal etmiş bazı bilgiler var. Ama vahiy; göklerin ve yerin Rabbi olan, göklerde ve yerde olanların tümünün sahibi olan, Alîm ve Hakîm olan Allah’ın yeryüzüne, yeryüzündeki kullarının hayatına karışmak üzere, onların içinden seçtiği elçilerine sunduğu, aktardığı, lütfettiği bilgisinden gönderme, aktarma yöntemine, biçimine, şekline denir. Rabbimize sonsuz hamd-ü senâlar olsun ki, biz kullarını muhatap alarak bize kendi bilgisinden, kulluğumuz adına bize lâzım olan kadar bilgi aktarmıştır. Eğer Rabbimiz yeryüzünde yarattığı biz kullarına kulluğumuz noktasında gerektiği kadar, lâzım olduğu kadar bilgi aktarımında bulunmasaydı, o zaman biz insanlar asla yeryüzünde karanlıklardan kurtulamayacak, yeryüzünde gerçek bir bilgi namına asla hiçbir şeye ulaşma imkânımız olmayacaktı. Şu anda tüm dünya insanlığını iki grupta düşünüyoruz. Birinci grup; Allah vahyine iman etmiş, Allah bilgisiyle bilgilenmiş Müslümanlar. İkinci grup da; vahyi reddetmiş, Allah bilgisini reddetmiş, peygamber bilgisini devre dışı bırakmış tüm kâfir ve müşrik dünya. Dün de, bugün de Allah bilgisini reddederek, vahyi bir kenara bırakarak, kendi hevâ ve hevesleriyle bilgilenmeye çalışan küfür ve şirk dünyasının gerçekten hiçbir şey bilmediklerini görürüz.

Dün de, bugün de vahyi devre dışı bırakanların, bilgilerinin sadece zandan ibaret olduğunu görürüz. Çünkü insana bilmediklerini öğreten Allah’tır. Bilgi Allah’tandır. Bilginin kaynağı Allah’tır. Mü’minleri yeryüzünün en bilgini, en âlimi yapan Allah’tır. Öyle değil mi? Eğer Allah bize bilgisini açmasaydı, bizi muhatap kabul edip, kendi bilgisini aktarmasaydı, bizler şu anda vahiy bilgisiyle bilgilenmiş olmasaydık, şu bildiklerimizi nereden bilebilecektik? Şu dünyadan Allah bilgisini, Peygamber vasıtasıyla bize ulaşmış vahiy bilgisini söküp çıkarsanız ne kalır geriye, hiç düşündünüz mü? Eğer yeryüzünden vahiy bilgisini söküp alsalar, geriye iki şey kalır: Kan dökücülük ve ifsat. Bakara’da Rabbimizin yeryüzünde bir halife yaratma iradesine muttali olan melekler öyle diyorlardı değil mi? “Ya Rabbi, yeryüzünde kan döken, ifsat eden bir varlık mı yaratacaksın?” Evet, demek ki; yeryüzünde insan bu iki özellikten vahiy sayesinde, Allah bilgisi sayesinde kurtulmuş ve insan olabilmiştir. İnsanı insan yapan, insanı yeryüzünde halife yapan işte bu Allah bilgisidir. Ama Allah bilgisiyle bilgilenmeyenlere, vahiyden nasibi olmayanlara bakıyoruz, hiçbir şey bilmiyorlar. Sadece yiyip içen, gezip dolaşan, basit varlıklar olarak gelip geçiyorlar. Hiçbir şeyden haberleri olmayan hayvanlar gibi geberip gidiyorlar. Dünya üniversitelerine bakın. Orada okuduklarının, okuttuklarının konusuna bakın, gerçekten hiçbir şey bilmiyorlar. Meselâ ilgilendikleri ne? İnsan. Peki ne biliyorlar insanla alâkalı? Ne anlatıyorlar insanla alâkalı? Sadece bedenle ilgileniyorlar, insanın organizmasıyla ilgileniyorlar. İnsanın ruhunu reddederek, mânâsını görmezden gelerek, onu sadece maddeden ibaret zannediyorlar. Peki bedenle ilgili bildikleri ne kadar? Sadece yüzde elli bilgileri var. Halbuki insan bedeninin yarısı ruhtur, ama bundan haberleri bile yoktur. Cebrâil (a.s) geliyor, Allah’tan aldığı vahyi yerdeki Allah’ın elçisine bildiriyor ve Allah’ın Resûlü Cebrâil’den bu vahyi alırken:(Bir sonraki ders)

(A.KÜÇÜK)

“Âllemehû şedî-dû’l-kûvê” onu melekeleri çok güçlü bir melek öğretti. “Şedî-dû’l-kûvê”. “Kûvê”yi meleke diye çevirdim. Melekeleri çok güçlü bir melek. Zaten melekle meleke aynı kökten. Onun için hep derim insanda iyilik haline gelmiş, oturmuş ahlâkı hamideye, güzel ahlâka meleke denir. Aslında bu meleğin insanda ahlâka dönüşmesidir. Melek sizde oturdu da ahlâka dönüştü mü meleke olur.

“Zû mirrâtin, fes-tevê”. “Zû mirrâ”; gerçekten çaplı bir kelime etkileyici ve tam donanımlı o melek, etkileyici, tam donanımlı. Aklı şaşırtan, aklı yaya bırakan. “Mirrâ” akıl manasına da geliyor, etki manasına da geliyor, güç manasına da, kuvvet manasına da geliyor. Bir çok anlamı var. Etkileyici ve tam donanımlı bir melek. “Festevê”; derken o kendini olanca haşmetiyle gösterdi ve ortaya çıktı.

 

Vahiy meleği Cebrail’den söz ediliyor elbette. Efendimiz bir haberde onu 600 kanadıyla gördüm ufku kaplamıştı buyuruyor. Bu da tabii ki 600 kanat, yani durdum da teker teker saydım anlamına gelmiyor. Bu şu anlama geliyor; tariften acizim. İnsan gözünün, insan aklının, insan havsalasının almayacağı kadar muhteşem bir olay, bu anlama geliyor.

Bu son ayet “Festevê”, ikinci bir mana ile de çevrilebiliriz bunu. Tüm varlığıyla doğruldu, tüm varlığıyla kuşattı, tüm varlığıyla kapladı anlamına gelir. Bu ayetin bu bölümünün yani ikinci yarısının öznesi peygamberimiz de olabilir. O zaman öznesi peygamberimizse eğer o zaman peygamberimiz kalktı, doğruldu anlamına gelir. Ama tercihim bu değil benim tercihim tekvir/23. ayetine dayanıyor ki o da tercihimizi doğrular nitelikte.

3 Zû-mirra, murûfâan mastardır. "Öd, akıl, kuvvet, yetenek, donanım, sağlamlık" demektir. Zımnen: Vahiy meleği türünün en iyisidir.

4 Veya: "Tüm varlığıyla doğruldu". Öznesi Nebi de olabilir. Tercihimizin Cebrail olması 8/Tekvir 23'e dayanmaktadır: "Doğrusu onu ufukta bütün açıklığıyla gördü".

“Ve-hûve bi’l-ûfûkî’l â’lê” önce en uzak ufukta belirmişti. Yani ufku kaplamıştı, ufku doldurmuştu. Tabir caizse yer gök bundan müteşekkil hale gelmişti.

“Sûmme denê fete-dellê” daha sonra yaklaştı, derken iyice sokuldu.

“Fekêne kâ’be kâvseyni ev ednê” o kadar sokuldu ki iki yay aralığı, hatta daha az bir mesafe kaldı arada. “kâ’be kâvseyni ev ednê” Arapların kullandığı bir deyim, gerçek bir deyim. Yakınlık ifade eder. Şöyle Türkçe de düşünüyorum bunun tam karşılığı şu deyim olsa gerek arasından su sızmamak. O kadar yakın kaldı, su sızmıyordu. “kâ’be kâvseyni ev ednê” iki yay aralığı kadar. Aslında kâ’b yayın elle tutulan kısmının kirişin ucuna ve diğer ucuna kadar olan mesafeye denir diyenler de var, Kâ’b; yayın kirişle arasındaki mesafeye.

Yay biliyorsunuz tahtadan, ahşaptan kiriş ise deri ve bunun gibi şeylerden olur. İkisinin arasındaki mesafeye dendiğini söyleyenler de var ama doğrusu Kâ’b elle tutulan yerden bağlantı yerine kadar iki tane kâ’b’ı olur. Peki neden bu deyim olmuş? Bu deyimin aslı şu; Güç birliği yapmak isteyen iki kabile reislerinin yaylarını bir araya getirirler, ikisiyle bir tek ok atarlardı. Eğer iki yayla bir ok atılırsa bu bir tür yemin anlamına gelirdi ve etrafa da şu duyuru anlamına gelirdi; Biz artık güç birliği yaptık, bizi kimse ayıramaz. Yani biz bir kişi gibiyiz, biz ikimiz bir kişiyiz ya da biz iki kabile, tek kabileyiz. Birimizin dostu diğerimizin dostudur, birimizin düşmanı diğerimizin de düşmanıdır.

Buradan aynı zamanda şunu da çıkarmış oluyoruz; Resulallah’a düşman olan meleğe de düşman olur, Cebrail’e de düşman olur. Yani “Kâ’be kâvseyni ev ednê”; bu ikisi dostluklarını ilan etmiş, bunlara düşman olan, aslında Muhammed’e düşman olan meleğe de düşman olur.

Tabii buradan zımnen neyi anlıyoruz? 19. ayette başlayacak olan ve putlarına bunlar meleklerin sûretleri diye ibadet eden bölge müşriklerine bir mesaj veriliyor. Yani siz meleklerin sûretlerine; Bunlar bizim putlarımız, tanrılarımız diye tapıyorsunuz ama meleğe düşmanlık yapıyorsunuz, hem de meleklerin en büyüğüne, Cebrail’e. Onun için Muhammed a.s.m’a düşmanlık Cebrail’e düşmanlık anlamına gelir ve suçüstü yakalanıyorsunuz, çelişki halindesiniz. Gibi bir ima da çıkıyor.

5 Bu bir deyimdir. İki taraf arasındaki yakınlığı ifade eder. İki yayı birleştirip onlarla tek bir ok atmak güç birliğini simgelerdi. Bu deyim Türkçe'de "aralarından su sızmıyordu" ile karşılanır. Dostluğa ve yakınlığa delalet eder.

“Fe-evhâ ilê 'âbdihî mê evhâ” işte Allah’ın kuluna vahyettiğini böylece iletmiş oldu, vahyetmiş oldu.

“Fe-evhâ ilê ‘âbdihî” O’nun kuluna iletti. “Mê evhâ” ona vahy etti. Yani bir vahy eden var, bir vahy edilen var, bir de onun vah yettiği var. 3 ara kademe. Vahy eden Allah, vahy edilen Cibril, onun vahyettiği Allah resulü. Onun için burada iki vahiy geçiyor. “Fe-evhâ ‘ilê âbdihî” “âbdihî” onun kulu, yani Allah resulüne vahy etti, bildirdi buda bildirme manasına, “mê evhâ” Allah’ın vahyettiği. Burada da vahiy manasına alırsak daha doğru anlamış oluruz.

“Mê kezebe’l fûêdû mê rêâ” gördüğünü gönül yalanlamadı. Gerçekten insanın tüylerini diken diken eden bir ayet. Bir müşahede bu, bir mucize bu. Aklın havsalanın ötesinde bir mucize. Aklın derecesine ve derekesine ancak bu kadar indiriliyor. Gördüğünü gönül yalanlamadı. Şöyle de çevirebiliriz bu ayeti gözün gördüğünü gönül yalanlamadı. Böyle de çevirebiliriz. Gözüyle gördü gönlü yalanlamadı. Veya gönlüyle gördü gözü yalanlamadı. Böyle de anlayab