NECM SURESİ


Ayet Getir
53-NECM 30. Ayet

ذَلِكَ مَبْلَغُهُم مِّنَ الْعِلْمِ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِمَنِ اهْتَدَى

Zâlike mebleguhum minel ilm(ilmi), inne rabbeke huve a’lemu bi men dalle an sebîlihî ve huve a’lemu bi menihtedâ.

Bayraktar Bayraklı

Onların ilimde aldıkları mesafe bu kadardır. Şüphesiz Rabbin yoldan çıkanı da doğru yola geleni de hakkıyla bilmektedir.


Edip Yüksel

İşte onların ulaştıkları bilgilerinin düzeyi budur. Elbette, Efendin yolundan sapanı iyi bilir, doğru yolda olanı da iyi bilir.


Erhan Aktaş

Onların bilgi düzeyi bu kadardır. Rabb’in, kimin kendi yolundan sapmış olduğunu en iyi bilendir ve O, iletildiği doğru yolda olanı da en iyi bilendir.


Muhammed Esed

ki bu onlar için bilinmeye değer tek şeydir. Şüphe yok ki Rabbin, kimin O'nun yolundan saptığını ve kimin O'nun rehberliğine uyduğunu hakkıyla bilir.


Mustafa İslamoğlu

Onların bilgi ufku da işte bu (dünya ile) sınırlıdır. Elbet senin Rabbin kendi yolundan kimin saptığını en iyi bilendir, kimin doğru yola yöneldiğini de en iyi bilendir.


Süleyman Ateş

İşte onların erişebilecekleri bilgi (sınırı) budur. (Bundan ötesine akılları ermez). Şüphesiz Rabbin, yolundan sapanı da iyi bilir ve O, yola geleni de iyi bilir.


Süleymaniye Vakfı

Onların ilimden payları işte bu kadar. Senin Sahibin, yolundan sapanları iyi bilir, doğru yolda olanları da iyi bilir.


Yaşar Nuri Öztürk

Onların, ilimden ulaşacakları şey işte budur. Kuşkusuz, yolundan sapmış olanı Rabbin çok iyi bilir. Hidayet üzere yürüyeni de en iyi O bilir.


Ayetin Tefsiri

MEAL

30.) Onların bilgi ufku da işte bu (dünya ile) sınırlıdır.22 Elbet senin Rabbin kendi yolundan kimin saptığını en iyi bilendir, kimin doğru yola yöneldiğini de en iyi bilendir.

(M.İ)

30.) [Varlık, dünya, hayat hususunda] onların bütün bildikleri işte bundan, [yiyip-içip dünyadan kam almaktan] ibarettir. Hiç şüphen olmasın ki senin rabbin kendi yolundan sapanları da doğru yolda olanları da iyi bilir!

(M.Ö)

30.) “İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri son sınır budur. Doğrusu Rabbin yolundan sapmış olanı pek iyi bilir, doğru yolda olanı da çok iyi bilir.”

(A.K)

29-30.) Ey elçimiz Muhammed! İlâhî vahyi reddeden ve âhireti umursamayan müşriklerin tavırlarına aldırma! Onlar bu tavırda ısrar ediyorlar diye üzülme; çünkü sen görevini yapmış, tevhidi onlara tebliğ etmiş bulunuyorsun! Onlar, vahye dayanmayan, asılsız şirk inancının peşindedirler. Oysa sana gelen vahiy Allah’ın ilminden neşet etmektedir ki Allah kimin doğru yolda ve kimin sapkın olduğunu çok iyi bilmektedir.

(H,E;M,C)

TEFSİR

Hz. Muhammed’in getirdiği bilgilerin, buyruk ve uyarıların kaynağı ve bunların kendisine nasıl bildirildiği konusunda edebî ve çarpıcı bir üslûpla verilen bilginin hemen ardından Kureyş putperestlerine hitap edilerek bir de tanrılık yakıştırdıkları ve ululadıkları putların ne kadar hakir, zelil, âciz oldukları üzerinde düşünmeleri istenmektedir. 19-20. âyetlerde put isimlerinin zikredilmesi Kureyş örneğini öne çıkarmakla beraber, müteakip âyetlerde yer alan delillendirme tarzından burada, insanlık tarihi boyunca görülegelen, biçimleri farklı olsa da, tevhid inancını zedelemesi ve insanı yaratılmışlara, alelâde varlıklara kul etmesi açısından özde bu tip davranış biçimiyle örtüşen bütün itikadî sapkınlıkların mahkûm edilmesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır.

Özetle, bu âyetlerde Allah’a şirk koşma mahiyeti taşıyan inanç ve davranışların sağlam bir bilgi kaynağına dayanmadığı üzerinde durulmaktadır. Açıktır ki, Allah’ın varlığını ve kudretini evrende kolayca gözlemleyebilen insanın, bunun ötesinde, Allah’ın sıfatları ve rubûbiyyetini nasıl ortaya koyduğu hususunda bir iddiada bulunabilmesi ancak O’nunla doğrudan temas kurabilmesine veya O’nun tarafından yetkilendirilmiş bir elçiden bilgi almasına bağlıdır. Müşrikler ise putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağını umduklarını söylüyor, böylece Allah ile doğrudan temas kuramadıklarını itiraf etmiş oluyorlar, bununla birlikte inançlarının ve davranışlarının Allah’tan bilgi getiren bir elçinin bildirdiklerine dayandığını da ileri sürmüyorlardı; hatta Kur’an’da yüzlerine vurularak belirtildiği üzere, kendilerine bir peygamber ve doğru yolu gösterecek bir ilâhî kitap gelmesini de temenni ediyorlardı.

Böyle bir durumda geriye sadece söylenenlerin ve yapılanların aklî muhâkemeye vurulması kalmaktadır ki, âyetlerde bu açıdan da onların ne kadar yaya kaldıkları, kolayca sonuca ulaşmalarını sağlayacak sade bir mantık örgüsü içinde ortaya konmaktadır: Onlar melekleri Allah’ın çocukları sayarken, üstelik O’na ortak koştukları düzmece tanrılara isim koyarken bilgi kaynakları nedir? Bu hususta hiçbir sağlam kaynağa dayanmadıkları ve kendilerini kişisel arzulara, yani zihni işletmek yerine kör taklitle davranmanın verdiği rehavete bırakıverdikleri açıktır. Onlar Allah’a çocuk izâfe etmeye kalkışırken de erkek çocukları kendilerine, akıllarınca küçümseyip horladıkları kadın cinsini ise Allah’a ayırmanın ne kadar saçma ve çelişkili olduğunu dahi farketmiyorlar! (Arapların kadın cinsini hor görme telakkisi hakkında bk. Nahl 16/58-59; Zuhruf 43/17-19). 19-20. âyetlerde anılan Lât, Uzzâ ve Menât Kureyşliler’in en fazla önem verdikleri putların isimleridir. Araplar melekleri Allah’ın kızları saydıklarından onları sembolize eden putlara da kadın isimleri verirler ve kendileri için Allah katında şefaatçi olacaklarına inanarak onlara taparlardı. Burada zikredilen putların Kâbe’nin içinde bulunduğunu söyleyenler bulunmakla beraber, tarih kaynaklarındaki bilgiler bunların başka yerlerde ve ayrı tapınaklarda bulunan putlar olduğunu göstermektedir. Bunlardan başka çeşitli kabilelerin kendilerine mahsus, kapıcıları ve bakıcıları bulunan tapınakları da vardı (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Arap”, DİA, III, 316-321).

Bu âyetler açıklanırken tefsirlerde garânîk diye meşhur olmuş bir olaydan söz edilir. Garânîk sözlükte “beyaz su kuşu, kuğu, turna; beyaz tenli genç ve güzel kız” anlamlarına gelen gurnûk (gırnîk) kelimesinin çoğuludur. Kureyş kabilesi mensupları putlarının Allah’ın kızları olduğuna inanır ve Kâbe’yi tavaf ederken, “Lât, Uzzâ ve bir diğeri, üçüncüsü olan Menât hürmetine! Çünkü bu üçü ulu kuğulardır ve şüphesiz şefaatleri umulan varlıklardır” diyerek onları yüksekte uçan kuşlara –veya diğer bir anlayışa göre (melekleri Allah’ın kızları olarak gördükleri için) genç ve güzel kızlara– benzetirlerdi. Bazı ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarında yer alan bir rivayete göre bir gün Hz. Peygamber Kâbe’nin civarında Kureyşliler’le birlikte otururken Necm sûresini okumaya başlamış, 19-20. âyetlere gelince şeytan 20. Âyetin devamı gibi, “İşte onlar ulu kuğulardır (garânîk); şüphesiz şefaatleri umulmaktadır” anlamına gelen bir metni Resûlullah’a okutmuş; bu durumdan memnun olan Kureyşliler de sûrenin sonunda onunla birlikte secdeye kapanmışlardı. Zira onlara göre Resûlullah bu sözü söyleyerek onların putlarının Allah katında şefaatçi olacaklarını kabul etmiş, dolayısıyla kendi putperestlik dinlerine onay vermiş oluyordu. Bu rivayet, İslâmî literatürde geniş incelemelere konu olduğu gibi, özellikle Hz. Peygamber hakkında kitap yazan birçok şarkiyatçı tarafından, Kur’ân-ı Kerîm’i tenkit etmek için bir malzeme olarak kullanılmıştır.

Ancak bu konuda yapılan bilimsel incelemeler bu rivayetin sağlam olmadığını, bazı sahih hadis kaynaklarında Necm sûresinin nüzûlünün ardından müşriklerin secde ettiklerinin belirtilmesinin ise başka sebeplerle izah edilebileceğini ortaya koymuştur (Buhârî, “Tefsîr”, 53/4). Nitekim birçok ünlü şarkiyatçı da bu hikâyenin tarihî bir değer taşımadığını ve asılsız olduğunu kabul etmiştir. İslâm inançları açısından bakıldığında da bu rivayetin içeriğini Hz. Muhammed’in peygamberliği süresince izlediği genel tebliğ çizgisi, tevhid konusundaki tavizsiz titizliği ve duyarlılığı, ayrıca vahyi alıp tebliğ etmedeki korunmuşluğu ilkesiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Öte yandan aşağıda açıklanacak olan 26-28. âyetler de böyle bir ihtimali ortadan kaldırmakta, putlar bir yana, Allah izin verip razı olmadıkça meleklerin bile şefaatlerinin faydası olmayacağını bildirmektedir (bilgi için bk. İsmail Cerrahoğlu, “Garânîk”, DİA, XIII, 361-365; ayrıca bk. Hac 22/52). 23 ve 28. âyetlerde, Allah’a ortak koşanların sağlam bir bilgiye değil zanna dayandıkları belirtilmekte; ayrıca 23. âyette onların, bilgi kaynağı açısından içine düştükleri zaafı arttıran bir duruma, dinî meselelerde bile kişisel arzularına uyduklarına, dolayısıyla sübjektif âmillerle hareket ettiklerine değinilmekte ve bu tutumları eleştirilmektedir. Kur’an’da zan kelimesi bazan olumlu bir içerikte kullanılmakla birlikte bu ve benzeri yerlerde, “insanların, başta iman meseleleri olmak üzere hayatî önemi olan konularda sağlıklı bilgi edinme yöntemlerine başvurmaksızın kendi tahmin ve kuruntularına göre hareket etmeleri” anlamına gelmektedir. Bu mâna ile bağlantılı olarak 24. âyette de insanın temenni ettiği, kendi kafasında kurduğu her şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, “Şu varlıklar bana şefaatçi olur” diyerek putlardan veya daha başka sıradan varlıklardan ebedî kurtuluşu için şefaat ve yardım beklemesinin, kendini bu tür boş inançlara kaptırmasının saçmalığı ve realiteye uymayan kuruntuların kişiyi hayal kırıklığına ve hüsrana uğratacağı hatırlatılmaktadır. Ardından gerek âhiretin gerekse dünyanın Allah’ın iradesine bağlı olduğuna, şefaat konusunun da bu iradeden bağımsız düşünülemeyeceğine dikkat çekilmektedir. Taberî, 24. âyette geçen “insan” kelimesiyle Hz. Muhammed’in kastedildiği, bu ve müteakip âyette, ona verilen yüce mertebenin kendi arzu ve temennisine dayalı olmayıp Allah’ın lutfu olduğuna işaret edildiği yorumunu yapmıştır (XXVII, 62). Ancak İbn Atıyye’ye göre ifade bunu kapsayacak bir genellik taşısa da âyetlerden böyle bir anlam çıkarmayı gerektiren bir sebep yoktur (V, 202; şefaat hakkında bilgi için bk. Bakara 2/48, 255).

(DİYANET TEF.)

Bu ayetlerde yüce Allah'ı aklına getirmeyen, ahirete inanmayan ve dünya hayatından başka hiç düşüncesi olmayan kimselerden yüz çevirilmesi emrediliyor. Bu emir öncelikle Peygamberimize yöneliktir. Yüce Allah, Peygamberimizden bu surenin daha önceki ayetlerinde masallarından, kuruntularından ve ahirete inanmazlıklarından sözedilen müşrikleri umursamamasını, önemsememesini istiyor.

Fakat bu emir, Peygamberimizden sonra bütün müslümanlara da yöneliktir. Müslümanlar da Peygamberimizin karşılaştığı türden sapıklardan yüz çevirmelidirler. Bu sapıkların başlıca ortak özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Bu adamların akıllarında Allah yoktur, O'na inanmaya yanaşmazlar, tek düşünceleri dünya hayatıdır, gözleri onun dışında hiçbir şeyi görmez, ahirete inanmazlar, onu hiç hesaba almazlar, insanın yeryüzündeki hayatını varoluşunun tek amacı sayarlar, insanın varoluşunun başka bir amacı olduğuna ihtimal vermezler, hayat tarzlarını bu bakış açısına dayandırırlar, insanın hayatını yönlendiren, şu kısa yeryüzü yolculuğunun arkasından onun davranışlarına karşılıklar biçecek olan bir Allah'ın varlığına şiddetle karşı çıkarlar, bu kavramın bütün izlerini insan vicdanından silmeye yeltenirler. Günümüzde bu niteliklerin en somut örneği materyalistlerdir, maddeci akımların taraftarlarıdır.

Yüce Allah'a ve ahiret gününe inananlar, Allah'ı aklına getirmeyen ve ahireti hiç hesaba katmayan insanlar ile dostça yanyana yaşamak şöyle dursun, onlara zihinlerinde bile yer vermezler. Çünkü bu iki grup, karşıt hayat felsefelerine bağlıdırlar. Bu hayat felsefelerinin hiç bir ortak adımı, hiçbir ortak noktası yoktur. Bu iki grubun kafalardaki hayatın bütün ölçüleri, bütün değerleri ve bütün amaçları birbirlerine zıttır. Böyle olunca bu iki grubun hayatta işbirliği yapmaları, şu dünyanın herhangi bir işinde ortak çalışmaları mümkün değildir. Hayatın değerlerine, amaçlarına, çalışma yöntemlerine ve çalışma amaçlarına ilişkin bu temel çelişki ortada dururken bu iki grubun birbiri ile bağdaşması, uyuşması düşünülemez. Aralarında işbirliği ve ortak çalışma düşünülemeyeceğine göre birbirlerine niye önem versinler, birbirlerini niye umursasınlar. Eğer bir mümin,'kafalarında Allah düşüncesi bulunmayan, dünya hayatından başka hiçbir düşüncesi olmayan bu tür sapıkları önemser de yüce Allah'ın kendisine bağışladığı enerjileri yanlış yerlerde harcarsa emeğini ve zamanını boşuna tüketmiş olur. Üstelik bu yüz çevirmenin, bu ilgi kesmenin bir başka anlamlı yönü daha var. O da Allah'a inanmayan, dünya hayatının ötesinde başka bir amaç gözetmeyen bu şaşkın yığınları küçümsemek, adam yerine koymamaktır. Çünkü bu şaşkınlar bu sakat zihniyeti sürdürdükçe gerçekten uzak kalırlar, onu kavrayamazlar, dünya hayatının kalın surları içinde tutsak kalırlar. Okuyalım:

"Onların bilgilerinin erişebileceği sınır budur."

Erişebildikleri bu bilgi sınırı aslında basittir, istediği kadar büyük ve önemli görünsün; yetersizdir, istediği kadar geniş kapsamlı görünsün; yanıltıcı ve sapıktır, istediği kadar doğru ve erdirici görünsün. Kalbi ile, duyguları ile, aklı ile şu yeryüzünün sınırlarına takılıp kalan insan hiçbir önemli gerçeği öğrenemez. Oysa üstünkörü bir gözlem bile bu dünyanın dışında görkemli bir varlık alemi olduğunu ortaya koyar. Bu alem kendini yaratmış değildir. Rastgele varolduğunu farzetmek en yalın mantık kuralları ile çelişir. Eğer bir yaratıcısı varsa o yaratıcının onu boşuna yarattığı da düşünülemez. "Bu görkemli evrenin sonu ve ana amacı şu dünya hayatıdır" demek, akılla alay eden bir saçmalıktır. Öyleyse şu evrenin herhangi bir bölümünün özünü kavramak, bir yaratıcının varolduğuna ve ahiretin de varolacağına inanmanın teminatıdır. Yoksa şu koca evreni yaratan yüce yaratıcının amaçsız bir iş yaptığını, oyun oynadığını farzetmek gibi bir beyinsizliğe saplanmış oluruz.

Yüce Allah'ı kafasından silerek dünyanın dar sınırları içinde tutsak kalan sapıklardan işte bu gerekçe ile yüzçevirmek gerekir. Onlara yüz çevirmeli ki, ilgimizi yanlış yere harcamaktan kurtaralım. Onlara yüz çevirelim ki, bu dar görüşlü, yetersiz bilgili şaşkınları küçümsediğimizi, hor gördüğümüzü kanıtlamış olalım. Eğer yüce Allah'ın emrini alırken amacımız bu emre uymaksa böyle davranmak zorundayız. Yoksa, Allah korusun, bir zamanların yahudilerinin durumuna düşeriz. Bilindiği gibi o yahudiler, yüce Allah'ın emirlerine "Duyduk ve karşı geldik" diye cevap vermişlerdi. (Bakara Suresi, 93) Ayetleri okumaya devam edelim: "Hiç şüphesiz senin Rabb'in kimin yolundan saptığını bildiği gibi kimin doğru yolda olduğunu da bilir: 'Yüce Allah sözü edilen şaşkınların sapık olduklarını biliyor. Bu yüzden gerek Peygamberine, gerekse doğru yolda olan müminlere bu sapıklarla ilgilenmemeyi, onlarla dost olmamayı, onları adam yerine koymamayı, onların yanıltıcı ve yetersiz bilgilerinin yüzeysel çekiciliğine kapılmamayı emretmiştir. Çünkü onların bilgisi dünya hayatının sınırlarına kadar uzanabilir ve insan idraki ile katıksız gerçeğin arasına girer. Oysa katıksız gerçek, kendisini kavrayanları yüce Allah'a ve ahirete inanmaya iletir, onlara şu yeryüzünün yakın sınırlarını ve şu dar ufuklu dünya hayatının boyutlarını aştırır. Bu sapıkların yetersiz bilgileri sıradan halkın gözünde hayatın özünü yapıcı yönde etkileyen, önemli bir faktör olarak görülür. Kalpleri, idrakleri ve duyguları sıradan halkın düzeyini aşmayan sözde okumuşlar da bu kanaattedirler.

Fakat bu yüzeysel görüntü o sapıkların temeldeki sapıklıklarını, cahilliklerini ve yetersizliklerini ortadan kaldırmaz; alınlarındaki sapıklık, cahillik ve kısa görüşlülük damgalarını sildiremez. Çünkü bir bilginin gerçek bilgi olabilmesi için şu varlık bütünü ile yaratıcısı arasındaki bağıntının özünü ve insan davranışı ile bu davranışa verilecek karşılık arasındaki bağıntının mahiyetini kavraması gerekir. Bu bağıntıları kavramayan bilgi kabukta kalır, insan hayatını yapıcı yönde etkileyemez, onu geliştirip yüceltemez. Her bilginin değeri insan psikolojisi ve insanlar arası ilişkilerin düzeyi üzerinde meydana getirdiği yapıcı etki ile ölçülür. Bu alanlarda yapıcı etkisi görülmeyen bilgi, teknolojik araçlar açısından gelişme, fakat insanlar açısından gerileme anlamına gelir. Teknolojik araçlarda insanın zararına gelişme sağlayan bilgiden daha kötü, daha zararlı bir şey olabilir mi? İnsanın bir yaratıcısının olduğunu, bu yaratıcının aynı zamanda tüm evrenin de yaratıcısı olduğunu, kendisinin ve evrenin yaratılışının aynı doğal yasalar uyarınca gerçekleştiğini düşünmesi, bu gerçeğin bilincine varması hayata, çevresindeki tüm canlı-cansız varlıklara yönelik bakış açısını kökten değiştirir. Varlığına, bu bilinçten yoksun olanlarınkinden daha büyük, daha geniş kapsamlı, daha yüce bir değer ve amaç kazandırır. Çünkü böyle bir insanın varlığı, şu evren bütünü ile ilişkilidir. Bu yüzden o ömrü sayılı günlerden ibaret olan geçici kimliğinden daha büyüktür, sayılı bireylerden oluşan ailesinden daha büyüktür; çağdaş maddeci akımlara bağlı olanların böbürlenme gerekçesi saydıkları soyundan, yurdundan ve sosyal sınıfından daha büyüktür; bütün bu organizasyonların ideallerinden daha yüce bir ideale sahiptir.

İnsanın yaratıcısı tarafından ahirette hesaba çekileceğinin ve davranışlarının haklı karşılıklarını alacağının bilincinde olması onun düşüncelerini, değer yargılarını, duyarlıklarını ve amaçlarını kökten değiştirir. İçindeki ahlaki duyarlığı ile tüm geleceği arasında bağ kurar. Bu ahlâki duyarlığa güç ve etkinlik kazandırır. Çünkü onun kurtuluşu ya da mahvoluşu bu ahlâki duyarlılığına, onun niyetleri ve davranışları üzerindeki etkisine bağlıdır. Bundan dolayı içindeki "insan" özü güçlenir ve bu iki ayaklı canlının tüm davranışlarına egemen olur. Çünkü gözünü kırpmayan bekçi artık uyanıktır. Çünkü son hesaplaşma işlemi, kendisini "orada" beklemektedir. Diğer taraftan böyle bir insan iyiliğe gönülden bağlıdır, son hesaplaşmada onun muzaffer olacağından emindir. Yeryüzündeki sürekli savaşın bazı aşamalarında kötülük karşısında yenik düşse bile son kazanan o olacaktır. Bu yüzden o, her zaman iyiliği desteklemekle, onun uğrunda savaşmakla yükümlüdür. Uğrunda savaştığı iyilik şu dünyada ister yensin, ister yenilsin, farketmez. Çünkü son ödül ve cezanın verileceği yer “orası"dır. Görüldüğü gibi Allah'a ve ahirete inanma meselesi, son derece büyük bir meseledir, insan hayatının en temel meselesidir. Yeme, içme, giyinme ihtiyaçlarından daha öncelikli bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç ya karşılanır, o zaman insan gerçekten "insan" olur, ya karşılanmaz, o zaman da bu iki ayaklı canlı bildiğimiz hayvanlardan biri olur. İnsanlar arasında ölçüler, amaçlar ve hayata ilişkin düşünceler böylesine bağdaşmaz oranda birbirine ters düşünce aralarında işbirliğine, ortak yaşamaya, hatta belli oranda ilgi doğuran tanışmaya imkan kalmaz. Bundan dolayı Allah'a inanan insan ile Allah kavramını kafasından silerek sırf dünya hayatı peşinde koşan insan arasında arkadaşlığa, dostluğa, ortak yaşamaya, işbirliğine, alış-verişe, ilgiye, umursamaya dayalı ilişkiler kurulamaz, gelişemez. Bunun tersine olacak her söz yüce Allah'ın emrine ters düşen bir demogojidir, bir imkansızı boşu boşuna zorlama girişimidir. Evet;"Bizi anmaktan yüz çeviren ve sadece dünya hayatını isteyenlerden yüz çevir. Ayetleri okumaya devam ediyoruz:(Bir sonraki ayet)

(S.KUTUB)

İşte onların bilimlerinin ulaştığı nokta sadece bu dünyadır. Tüm hedefleri, tüm çabaları dünyadır onların. Düşünün, şu anda vahye kulak vermeyenlerin, Allah bilgisiyle bilgilenmeyenlerin, Allah Kitabından nasibi olmayanların, peygamber uygulamalarından haberdar olmayanların, yani şu andaki küfür ve şirk dünyanın ilimden ulaştıkları nokta neresiymiş, ne diyor Rabbimiz? Onların ilimden yana ulaşabildikleri son sınır dünyadır, diyor Rabbimiz. Kim ne derse desin, kim nasıl düşünürse düşünsün, işte bu konuda Allah yargısı budur. Şüphesiz doğru yargı Allah yargısıdır. Eğer Allah yargısından şüphe içindeyseniz haydi buyurun soralım onlara. Soralım üniversitelere, soralım bilgi merkezlerine. Uğraştıkları bilim dalı ne? Diyelim ki insan. İnsan üzerinde araştırma yapıyorlar, insanı tanımaya, insanı tanımlamaya çalışıyorlar. Peki ne bulabilmişler, ne bilebilmişler insanla alâkalı? Ne biliyorlar bu konuda? Bildikleri, buldukları sadece şudur: İşte insan, bir kadın ve bir erkek, dokuz ay bir kadının karnı, sonra yeryüzü, sonra yemek-içmek, mutfak ve tuvalet ve sonra ölüm. İşte bu kadar. İnsanla alâkalı bildikleri bu… Yani insanın ne doğum öncesine ait, ne ölüm sonrasına ait bir tek bilgi veremeyeceklerdir. Doğmadan önce insan neydi? Neredeydi? Kim getirdi onu dünyaya? Ne için getirdi? Bu hayatın mânâsı nedir? Dünyadaki sorumluluğu nedir? Nasıl bir hayat yaşamalıdır? Ölüm nedir? Kim öldürüyor? Ölüm sonrası nereye gidiyor? Kendisini neler bekliyor? Ne biliyorlar tüm bu konularda? Ama bizi yaratan, bize ve tüm âlemlere egemen olan Rabbimiz elçisi vasıtasıyla bize ulaştırdığı bilgisiyle, vahyiyle bizi bilmediğimiz tüm konularda bilgilendirdi. İnsanın ta Adem’i (a.s) yaratma iradesinden başlayıp, bizi yeryüzünde halife yapacağından başlayıp, ta o dönemde meleklerin ve İblisin bizim tarihimize ortak olduğu bir andan, Adem’in beden ve ruh birleşiminden, Adem’e esmâyı bildirmesinden, Adem’i bilgilendirmesinden, irade vermesinden, sonra meleklerin ona secdesinden, İblis’in bu secde emrine kafa tutup karşı gelmesinden, Adem’in eşi Havva’nın ondan yaratılmasından, ikisinin birlikte birbirini tamamlayan bir bütünün parçaları olarak cennete girdirilmelerinden, sonra cennetten çıkarılıp bir imtihan süreci içinde tekrar dünyaya indirilmelerinden, dünyada hayatın başlangıcından, sonra insanın ana rahminde şekillenmesinden, ilk 40 günde bir aşama, ikinci 40 günden sonra bir başka aşama, üçüncü 40 gün içinde bir meleğin kendisine gönderilip ruh üfürülmesi, Allah’ın emriyle rızkının, ecelinin takdir buyurulması, sonra yeryüzüne gelmesi, geldiği bu dünyada sadece yemek-içmek değil, Allah, melekler ve İblis’le bir dünya yaşamı gerçekleştirdiği ve nihâyet Allah’ın takdir buyurduğu ecelinin gelmesiyle, ölümle birlikte her şeyin bitmeyeceği, insanın yok olup gitmeyeceği, ölüm ötesi bir hayatın, kabrin, kıyametin, haşrin, neşrin mutlaka gerçekleşeceği, yaşadığı bu hayattan hesaba çekildikten sonra ya cennet, yahut da cehenneme sevk edileceği bilgileriyle insanı bilgilendirmesinin yanında şu küfür ve şirk dünyanın bilgileri ne olabilir ki?

Zikirden yüz çeviren, Allah’ın kitabını, Allah’ın vahyini tanımayanların bildikleri hiçbir şey yoktur. Bilgi Allah bilgisidir, bilgi vahiy bilgisidir. Eğer insanlık kendisini tanımak, insanla ilgili, kendisiyle ilgili tüm problemlerini çözmek, içinde yaşadığı şu dünyayı kendi hayrına çevirmek istiyorsa o zaman kendisiyle, yaratılışıyla, yaratılış sebebiyle ilgili doğru bilgiye ulaşmak, hem dünyasını hem de âhiretini güzelleştirmek, dünyada da ukbâda da kurtuluşa ermek istiyorsa Allah bilgisine müracaat etmek zorundadır. Kendisini kendisine tanıtan Rabbinin vahyine kulak vermek zorundadır. Eğer insanlık insanı tanımak istiyor, insanın problemlerini çözümlemek istiyorsa vahye kulak vermek zorundadır. Vahye kulak vermeyenleri terk etmek zorundadır. Çünkü insanla ilgili en kesin, en doğru, en yanılmaz bilgi Allah’ın bilgisidir. Çünkü onu yaratıcından daha iyi kimse bilemez. İnsanı yaratan Allah’tır. Öyleyse yaratılışı konusunda Rabbi devreden çıkaramayız. İnsanı Rabble birlikte tanımak, Rabble birlikte düşünmek zorundayız. Yani eğer insanı tanımak, insanla ilgili problemleri çözmek istiyorsanız, insan denen bu varlığı mutlu etmek istiyorsanız Rabbsız yapamazsınız bunu. Çünkü eğer bu işin başlangıcında Rabb varsa, hayatın başlangıcında ve de hayatın devamında, ölümünde, ölüm ötesinde Rabb varsa, bu insanı tanımada ve bu insanla alâkalı problemlerin çözümünde mutlaka bu Rabbin varlığı da gündeme gelecektir.

Unutmamalıyız ki insanı mutlu etme hakkı da sadece onu yaratana aittir. Dün ve bugün dünyadaki tüm beşerî sistemler, tüm bilim dalları, tüm üniversiteler insanın mutluluğunu amaçladıklarını iddia ederek ortaya çıkmışlardır. Ama insanı tanımadan, insanla alâkalı temel sorunlara doğru cevap bulmadan onun problemlerini çözmek ve onun mutluluğunu sağlamak asla mümkün değildir. İnsanı tanımayan tüm beşerî sistemlerin ve ideolojilerin tarihin her döneminde insana saadet değil felâket getirdiğini bilmeyenimiz yoktur. İnsanın kafasındaki soruların hiçbirisini çözmesine yardımcı olamadıklarını bilmeyenimiz yoktur. Dünyaya geldiği andan itibaren insanın kafasında çözümlenmesi gereken bir yığın soru vardır. Ben kimim? Ben neyim? Ben bu dünyada ne için varım? Beni kim var etti? Ne adına var etti? Varlık öncesi neydim ben? Neredeydim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Ana karnında ben neydim? Nasıl bir hayatın içindeydim? Ana karnından önce ben neredeydim? Ölünce ne oluyor? Ölüm nedir? Ölümden sonra ben nereye gidiyorum? Bu hayat ne için var? Ben ne için dünyaya geliyor ve yaşıyorum?

Bütün bu sorular tek başına insan aklının çözebileceği sorular değildir. Allah bilgisi olmadan, peygamber bilgisi olmadan yani vahye kulak vermeden çözülebilecek sorular değildir bunlar. İnsanlık tüm bu sorularının cevabını vahiyde bulmuştur. Vahiyle önce kimlik problemini halletmiş, varlık sancısını vahiyle bitirmiş, sonra yine vahiyle kulluk bilincini elde etmiş, rubûbiyet ve ubûdiyet bilincini kazanmıştır. Ama bu konuda vahye müracaat etmeyenler gerçekten çok çırpınmışlar, çok yorulmuşlar ve bir türlü gerçeğe ulaşma imkânı bulamamışlardır. Çünkü: “Hidâyette olanı da, dalâlette olanı da, yolunda olanı da, yolundan sapanı da en iyi bilen Rabbindir. Neyin hak, neyin bâtıl, neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda da hüküm verecek olan sadece Allah’tır.”

(A.KÜÇÜK)

“Zêlike mebleğûhûm mine’l-îlm” onların bilgi ufku da işte bu kadardır. Ne kadar harika değil mi? Yani tek dünyalıların bilgi ufku da işte bu kadar, dünya ile sınırlı. Dünyevileşmiş bir kafanın bilgisi de bu aşağı hayatla sınırlı bir bilgidir değil mi? Dünya aslında edna’dır. En aşağı hayat. Hayat mertebeleri basamak basamak, en aşağı hayat bu dünya hayatıdır. Onun için dünya ile sınırlı bir bakış açısının bilgisi de bu dünya ile sınırlı en aşağı bilgi türüdür. Fiziği aşmaz, metafiziğe ulaşmaz yani soyut düşünceden mahrum bir bilgi türüdür. Onun içinde sadece gördüğüne inanır veya inandığını da görür sadece o kadar. Onun dışında bir şey yok.

“inne Râbbeke hûve â'lemû bi-men dâlle ân sebîlihî vehûve â'lemû bi-meni’h-tedê” elbet senin Rabbin kendi yolundan kimin saptığını en iyi bilendir. Kimin doğru yola yöneldiğini de en iyi bilendir.

22 Yani dünya hayatının/aşağı hayatın, bilgi hiyerarşisinde en altta yer alan bilgisi kadar.

(M.İSLAMOĞLU)