NECM SÛRESİ SÛREYİ TAKDİM
"Euzû Billêhi mine’ş-şeytanir-racîm" “Bismillahir-Rahmanir-Rahîm”
Rabbenef-tah bil-ğâyr, vâğtim bil-ğâyr, Rabbi yessir ve-lê tûâssir, Rabbi temmim bil-ğâyr.
Rabbişrah lî sadrî; Ve yessirlî emrî; Vahlûl ûkdeten min lisênî; Yefkâhû kâvlî; (Tâhâ 25-26-27-28)
Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden ki anlasınlar beni. Amin, amin, ya mû’în..!
Değerli Kur’an dostları. Büyük mutasavvıf İslam irfanını ilk kez kodifiye eden, tedrin eden ve ekolleştiren Haris Bin Esed El Muhasibi, Kur’an akıldır der. Kur’an’a anlayarak yaklaşmayan akıldan mahrum kalmıştır. Yine aynı şahıs; Kur’an, senin gökyüzündeki ruhun, yeryüzündeki bedenindir. Ona yaklaşır, onunla kucaklaşır, onu hayatına giyersen ruhuna ve bedenine birlikte sahip olmuş olursun. Kur’an’sız kalmak; İz’ansız ve irfansız kalmak değil sadece, aynı zamanda akılsız kalmak anlamına geliyor. Rabbim bizi Kur’an’sız bırakmasın.
Bugün Necm sûresinin tefsirini yapacağız inşallah. Necm sûresi adını ilk ayetinden alır. Kerîm sahabe bu sûreyi bu adla anmış. Demek ki daha sahabe döneminde sûre adını bulmuş.
Sûre Mekki bir sûre, hatta Mekke döneminin 3 dilimlik zamanında ilk dilimine tekabül ediyor. Tüm iniş tertiplerinde Abese ve İhlas sûreleri arasında yer almış. Buna göre yaklaşık bir tarih vermemiz gerekirse Nübüvvetin 2 ile 4. yılları arasını verebiliriz. Tek celsede ya da peyderpey inmiş olması muhtemeldir. İniş sırası, nüzul sırası 23. sıraya tekabül eder.
İbn Abbas’ın nakline göre Allah Resulünün ilk defa müşriklere açıktan ilan ettiği sûre Necm sûresidir. Bunun anlamı; Bu sûre İslam tarihinde, Nübüvvet tarihinde, Muhammedî davet döneminde bir dönüm noktasıdır. Çünkü müşriklerin tanrılarının yerildiği, açıkça eleştirildiği Kur’an da nazil olan ilk sûre bu sûredir.
Müşrikler kendi tanrılarını açıkça eleştiren ve yeren bu sûre ile karşılaştıklarında, daha önceleri Resulallah’ın davetine karşı ne icabet ediyorlar, ne de saldırganlaşıyorlardı. Ama bu sûreden sonra artık tavır değiştirmeye karar verdiler ve Muhammedî davete saldırıya geçtiler. Onun için bu sûre davet döneminde bir dönüm noktasını oluşturur.
Sûrenin konusuna gelince; Sûreyi 3 bölümde değerlendirebiliriz konu itibarıyla.
1 - Vahye ve vahyin kaynağına atıf. Nebinin vahiy meleğiyle iki ayrı görüşmesini ayrıntılı bir biçimde ele alır bu sûre. Hatta bu açıdan Kur’an da tek sûredir. İsra/1. ayetini saymazsak vahiy meleğiyle, vahyin ilk muhatabı olan Allah Resulü arasındaki ilişkinin bu kadar ayrıntılı ve detaylı ele alındığı bir başka yer yoktur. 1 ile 18. ayetler bu konuya ayrılmış. Bu vahyi inkâr edenleri ret, vahye iman edenleri ise teskin ve teşvik anlamına geliyordu.
2 – Sûrenin 2. bölümü Kureyş’in bozuk tanrı tasavvuruna ayrılmış. Aracı putların reddiyle ilgili bu bölüm, sahte tanrılara tapanların psikolojik tahlillerini, bir başka ifadesi ile psikanalizini yapar. Gerçekten de sûrenin 2. bölümünde zemin ve zamanla irtibatlı olmaksızın, tüm zemin ve tüm zamanlarda Allah’tan uzak düşen bir akıl, nasıl açmazlara saplanır. Soyut düşünme yeteneğini kaybeden bir akla nasıl sefalet arız olur. Biz bunun tipik bir örneğini görüyoruz bu bölümde. Ki 19–32. ayetler arası bu konuyu işler.
3 – Sûrenin 3. bölümü ise insanın ebedi istikbali ile alakalıdır. İnsan iradeli olarak yaptığı tüm fiillerinde ya ödülü ya da cezayı hak eder. Çünkü irade içgüdüye benzemez. İrade ile içgüdüyü ayıran şey, toprak olmakla olmamak arasında ki fark kadardır. İrade ile içgüdüyü ayıran şey, yok olmakla var olmak arasındaki farktır. İrade ile yapılan bir eylem mutlaka hesabı sorulacak bir eylemdir. Onun için Ahiret iradeye verilmiş bir ödüldür. Hatta cennetiyle cehennemiyle. Çünkü ahiretten bahsetmek öldükten sonra yaşamaktan bahsetmektir. Yani ölmemekten ölümsüzlükten bahsetmektir.
Dolayısıyla var olmak, var olmayı sürdürmek başlı başına yok olmak arasında bir ödüldür. Ondan sonra ödül ve ceza gelir. Cennet ve cehennem gelir. Onun için var olmak öldükten sonra da yaşamayı bir başka düzlemde sürdürmek; iradeye Allah’ın verdiği bizatihi bir ödüldür. Sûre iradeye ve iradeli fiillere verilecek olan ödül ve ceza sahneleriyle son bulur. Ki 33–62. ayetler arası buna ayrılmıştır.
Tüm zamanlar ve tüm mekanlar için geçerli ilahi ölçü de işte bu son bölümde dile getirilir. O şudur; Bismillah; “Ellê tezirû vêzirâtûn vizrâ ûğrâ” (38) “Ve en leyse li’l-İnsêni illê mê şê'ê” (39) hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu yüklenmez. Her insan için sadece ve sadece çabasının karşılığı vardır.
Adını ilk âyetinden alır. Daha sahabe döneminde Necm adıyla anılmıştır. Mekke'de inmiştir. Muhammedi davetin Mekke dönemi dört merhaleye ayrılabilir. Kureyş putlarının isim zikredilerek açıkça yerildiği ilk sûre olan Necm, bireysel davetten toplumsal davete geçişte yepyeni bir merhaleyi temsil eder. Tamamen ya da kısmen Medenî olduğuna dair rivayetler mesnetsizdir. İlk tertiplerin tümü İhlas-'Abese arasına yerleştirirler.
Buna göre üçüncü veya dördüncü yılda tek celsede veya peyderpey indirilmiş olmalıdır.
İbn Abbas'a göre Necm sûresi, Hz. Peygamber'in Mekkelilere vahiyle 'meydan okuduğu' ilk sûredir (Buhârî). Mekke müşrikleri daha önce vahyin çağrısını duymazdan gelmişlerdi. Katılmamışlarsa da, açıkça saldırıya da geçmemişlerdi. Tanrılarının eleştirilmesi üzerine, tavır değiştirerek vahye ve onun büyük davetçisine karşı saldırgan bir tavır takındılar.
Bu sûre, Fecr'den sonra nüzul sürecinde kıssaların silsile halinde yer aldığı ikinci sûredir. Fecr'de yer alanlara, bu sûrede Hz. Musa, Hz. Nûh ve Mu'tefike kıssaları ilave edilir. Sûre ilk bölümünde vahiy ve onun ilâhi kaynağına atıf yapar. Hz. Peygamberin vahiy meleğiyle iki ayrı buluşmasını dile getirir (1-18). Bu hem Hz. Peygamber ve mü'minleri teyit ve teşvik, hem de inkârcıları tenkit ve tekdir amacı taşır. Vahye yönelik iftiralara cevap vermeye ve'n-necm diye başlar. Bu, "gök" ve onun hayranlık verici haşmetinden yola çıkarak vahyin aşkın ve yüce kaynağına zihnî intikali sağlamak içindir. Bu girişte, makro kozmos olan evren ile mikro kozmos olan insan arasında ilginç bir bağ kurulur. Buradan yola çıkarak, insanın bozuluşuyla evrenin bozuluşu arasındaki bağlantıya zımni bir atıf yapılır. Bunun ardından Kureyş'in bozulmuş tanrı tasavvurunu ve bu tasavvurun ürünü olan sahte ilâhları ele alır (19-32). Sûre, insanın ebedi istikbali ve bu istikbalde kendisini bekleyen ödül ve ceza konusuyla son bulur (33-62).
Sûrede, tüm zamanlar ve mekânlarda geçerli olan ilâhi ilkeler şöyle dile getirilir: "Hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu taşımaz,- ve insan başkasının değil, sadece kendi çabasının karşılığını görecektir" (38-39).
Küfe sayımına göre 62, diğer okullara göre 61 âyettir.
Bu ilâhi sözlerin, bu gök ilkelerinin, bu evrensel prensiplerin sesi 1.400 yıl öteden bugüne yankılana yankılana devam etmektedir ve bundan böyle de yankılanacaktır. Bu kısa özetten sonra şimdi sûremizi tefsire geçebiliriz.
(M.İSLAMOĞLU)
Mekkî sûrelerden olup, İhlâs sûresinden sonra nâzil olmuştur. Otuz ikinci âyeti Medenîdir. Adını ilk âyetinde geçen "necm" kelimesinden almıştır. Ancak bu kelimenin sûrenin muhtevası ile doğrudan bir ilgisi yoktur. İçinde secde âyeti bulunan ve Mekke'de Rasulullah (s.a.s)'ın açıkça herkese karşı okuduğu ilk sûredir. Buhârî'nin İbn Abbas (r.a)' dan rivâyet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: "Peygamber (s.a.s), Necm sûresini okudu ve sonra secde etti. Onunla birlikte müslümanlar, müşrikler ve cinler, hepsi birden secde ettiler. Sadece Umeyye bin Halef secde etmekten kaçındı ve yerden bir avuç toprak alıp alnına sürerek şöyle deki: "Bana bu yeter" Habeşistan'a hicret eden müminler bu hadiseyi duydukları zaman, Mekke'deki müşriklerin topluca iman ettiklerini zannetmişler ve bazıları Mekke'ye geri dönmeye karar vermişti. Mekke'ye bir saatlik bir mesafeye geldiklerinde Kinâne kabilesinden birisi ile karşılaştılar ve Mekke'deki olayı sordular. Meselenin hiç de kendilerinin haber aldıkları gibi olmadığını ve müslümanlara işkencenin devam ettiğini öğrendiler. Bunun üzerine Habeşistan'a birincisinden daha kalabalık bir ikinci hicret yapıldı (İbn Sa'd, et-Tabakâtül-Kübra, Beyrut I, 205-207).
Bu rivâyetlerden sûrenin risaletin beşinci yılında nazil olduğu anlaşılmaktadır. Sûre, müşriklerin Peygamber (s.a.s)'e yönelttikleri itirazlarının asılsız olduğunu, onun bir peygamber, okuduklarının ise Cibrîl vasıtası ile indirilmiş Allah kelâmı olduğunu ve Allah’tan başka tapılanların anlamsızlık ve güçsüzlüklerini ulvî bir ahenkle sıralanmış âyetlerle ortaya koyuyor. Allah Teâlâ, Kur'an'a "insan sözüdür" diyenlere sadece âyetlerin manaları ile değil, o eşsiz üslubuyla da cevaplar vermiştir. Kur'an'a "insan sözüdür" diyenler onun ilâhî yapısı karşısında acze düşmüşler, iddialarını ispata çağrıldıkları halde buna cesaret bile edememişlerdi: "Kulumuz Muhammed'e indirdiğimizden şüphede iseniz, onun benzeri bir sûre meydana getirin. Eğer iddianızda samimi iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi de çağırınız" (el-Bakara, 2/23).
Hz. Muhammed (s.a.v), müşriklerin iddia ettiği gibi ne kötü bir yola sapmış ve ne de hakkı çiğneyerek azanlardan olmuştur: Arkadaşınız (Muhammed) ne doğru yoldan sapmış, ne de azmıştır" (2). O, sadece Rabbinin kendisine vahy ettiğini insanlara bildirmektedir. Söylediklerinden hiçbirisini kendi arzu ve hevasından söylememiştir: "O, kendiliğinden konuşmaz" (3). Bu âyet, sadece Kur'an âyetlerinin değil, Rasulullah (s.a.s)'in kendi söz, fiil ve davranışlarının da Allah Teâlâ’nın yönlendirmesi ve kontrolü dahilinde cereyan ettiğini ortaya koymaktadır. Bunun içindir ki, İslâm hukukçuları, Sünneti teşriin ikinci kaynağı olarak kabul etmişlerdir. Peygamberin söylediği her söz, yaptığı her iş ve onayladığı her davranış, müslümanlar için örnek alınıp, uyulması gereken kuralları ihtiva eden, teşriin kaynaklarından birer kaynaktırlar.
Bu, bir sonraki âyette daha açık bir şekilde dile getirilmektedir: "Onun her konuştuğu, Allah tarafından vahy edilen bir vahiyden başka bir şey değildir" (4). Yani Allah Teâlâ, kusursuz bir örnek olsun diye, Kur'an’ı ona vahy etmiş ve pratik hayata uygulanışını, onun yaşantısı ile bütün insanlığa göstermiştir. İnanan insanlar, İslâm'ı Rasulullah (s.a.s)'ın yaşadığını örnek alarak hayatlarına tatbik etmek zorundadırlar. Bunun peşinden, vahyi Peygamber (s.a.s)'e getiren Cebrâil (a.s)'dan ve müşriklerin onun hakkında yaptığı tartışmalardan bahsediliyor. Cebrail (a.s)'ın her yönüyle mükemmel bir varlık olduğu, vahyi Peygamber'e getirirken görevini eksiksiz olarak yerine getirdiği haber verilmekte ve onun Rasulullah (s.a.s)'a aslî sûretinde bir kaç defa göründüğünden söz edilmektedir: "Andolsun, onu diğer bir defa daha gördü" (13). Rasulullah (s.a.s), Mirac'a çıktığı zaman Allah Teâlâ, büyük âyetlerinden bir kısmını göstermiş, onu ilâhî azamet hakkında bilgilendirmişti: "Şüphesiz Muhammed orada Rabbinin, delillerinden en büyüğünü gördü" (18). Allah'ın büyüklüğü, varlığın üzerindeki tahakkümü ve her şeyin O'nun emrine boyun eğişi çeşitli şekillerde tebliğ edildikten sonra, halâ iman etmeyip, hiçbir anlamı olmayan ve kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan müşriklere hayret ifade eden bir üslupla şöyle soruluyor: "Şimdi siz ilâh olarak Lât'ı, Uzzâ'yı ve diğer üçüncüleri olan Menât'ı mı görüyorsunuz?" (19-20).
Mekkeli müşrikler tapındıkları bu dişi ilâheleri Allah'ın kızları olarak görüyorlardı. Allah Teâlâ, onların bu akıl dışı ve hiçbir mantık ölçüsüne sığdırılması mümkün olmayan inançlarını tenkit ederek, ne kadar büyük bir açmazın içerisinde bulunduklarını gözler önüne sermektedir: "Erkekler sizin de, kızlar Allah'ın mı? Öyleyse bu insafsızca bir taksimdir" (21-22). Yani siz bu ilâheleri Allah'ın kızları olarak kabul ediyorsunuz. Bu ne kadar saçma ve anlamsızdır ki, kendiniz için kız çocuğu edinmeyi bir zül telakki ederken, utanmadan onları Allah'a nispet edebiliyorsunuz.
Müşrikler, tapındıkları putları, Allah’a karşı kendilerine birer şefaatçi olarak telakki ediyor, zor zamanlarında onların korumasına sığınıyorlardı. Bir dertleri olduğu zaman, bugün de bazı putperest topluluklarda örnekleri görülen tarzda gidip onlara şikâyetçi oluyorlardı. Hâlbuki bu putlar, hiç bir anlamı olmayan ve kimseye ne fayda ne de zarar veremeyecek olan, kendi elleriyle yaptıkları cansız varlıklardı. Onlar, ellerinde hiç bir delilleri olmadığı halde, atalarından işitip gördükleri minval üzere, yaptıklarını hiç bir tenkide tabi tutmadan aynıyla devam ettiriyorlardı: "Taptığınız bu putlar sizin ve atalarınızın uydurduğu boş isimlerden başka bir şey değildir. Allah onların hak olduğu hususunda hiç bir delil indirmemiştir" (23).
Bu şekilde putlar edinip onlara saygı göstererek tapınma olayının bu günkü "ilkel toplum" anlayışıyla izah edilecek bir tarafı yoktur. Çünkü günümüzde, kendilerinin çağdaş ve yüksek kültür seviyesinde olduklarını iddia eden bir takım topluluklar, halâ o eski çağların ilkel anlayışlarının devamı niteliğinde olan bir tarzda, kendi düşünceleriyle üretip ilahlaştırdıkları bir takım tağutların, heykellerini dikerek, şikâyet, istek ve arzularını gidip onlara arz edebiliyor ve onlardan medet umabiliyorlar. İcra edilen tapınma olayı incelendiğinde bugün yapılanla yüzlerce yıl önce icra edilen tapınmanın mahiyet itibarıyla birbirinden hiç de farklı olmadığı görülecektir. Bu da, cahiliye anlayışının geleneksel olduğunu, görüntü itibariyle farklı gibi görünse bile, binlerce yıl öncesinin yöntemlerinin aynıyla kullanıldığını göstermektedir.
Bu varlıklardan, yardım ve şefaat dilemenin hiçbir mantıkî dayanağı yoktur. Çünkü, Allah Teâlâ'nın dilemesi olmadan, hiç bir şeyin bir başkasına faydası ve zararı dokunamaz. Allah'ın nezih kulları olan melekler bile O'nun izni olmadan hiç kimseye bir yardım edemezken, Allah'a şirk koşulan cansız şeyler; nasıl bir fayda sağlayabilir?
Bu gerçekler ifade edildikten sonra; inkârcıların inkâr ettikleri şey hakkındaki bilgisizliklerinden bahsedilerek, onların Allah tarafından mutlaka cezalandırılacakları gerçeği zikredilir.
İman edip iyilikte bulunanlar ise, en güzel şekilde mükâfatlandırılacaklardır. Onlar, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan şiddetle kaçınırlar. Küçük günahları ise Allah tarafından bağışlanacaktır. Bütün bunlar, inkârcıların veya başkalarının istek ve arzuları doğrultusunda gerçekleşecek değildir. Bu kararı, her şeyi hakkıyla bilen Allah Teâlâ verecektir. Bu hususu Allah Teâlâ şöyle ifade etmektedir: "O iyi amellerde bulunanlar küçük kusurları hariç, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan kaçınırlar. Şüphesiz Rabbin, bağışlaması bol olandır. Kimin takva üzere olduğunu da O çok iyi bilir" (32).
Bunun peşinden, Hz. İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'a verilen sahifelerde açıklanmış olan dinin temel prensipleri zikredilir: "Kimse kimsenin günahını yüklenmez. İnsan için çalıştığının karşılığından başka bir şey yoktur. İnsan yaptığı amelinin karşılığını mutlaka görür" (38-40). Bu âyetler, çok büyük gerçekleri ihtiva etmektedir: Her insan, işlediği kötü amel işin yalnızca kendisi ceza görür. Yani suçların şahsiliği prensibi getirilmiştir. Hiç kimse, başkasının işlediği bir suçtan dolayı sorgulanamaz. Ayrıca insan, mükâfat ve ceza olarak, yalnızca kendi işlemiş olduğu şeylerin karşılığını bulacaktır. Yani göreceği cezalandırma, yaptığı şeylerin karşılığı olacaktır. Mükâfatlandırma için de aynı prensibe göre karşılık görecektir.
Daha sonra, Allah Teâlâ'nın mevcudatta cereyan eden bütün hareketlerin yaratıcısı olduğu vurgulanmaktadır. İnsan bütün varlığıyla Allah Teâlâ'ya bağımlıdır. Yaptığı her hareketin ve yaşadığı her duygunun tek müsebbibi O'dur: "Şüphesiz ki, güldüren de ağlatan da O'dur. Öldüren de, dirilten de O'dur..." (43-44). İnsanlar, Âd'ın, Semûd'un ve onlardan önceki Nuh kavminin helâklerine dair haberleri değişik şekillerde yorumlayabilirler. Bu günkü materyalist kafaların iddia ettikleri gibi tabii afet diye nitelendirebilirler. Ama, Allah Teâlâ, bu helâkleri onların küfürlerinde diretmeleri sonucu başlarına getirdiğini mutlak şekilde beyan ediyor: Âd ve Semûd kavimlerinden önce Nuh kavmini helâk eden de O'dur. Onlar daha zâlim ve daha azgın idiler. Lût kavminin altı üstüne gelen memleketini yere gömen de O'dur" (52-53). Bu zalim toplulukların takip ettiği yolu izleyenler de onlar gibi yok edilecek ve ilâhî cezalandırma ile karşılaşacaklardır: "Onları o kuşatan azap kuşatmıştı" (54).
Sûrenin sonuna doğru, Hz. Muhammed'in evvelki peygamberler gibi yaklaşan kıyamet ve cehennem azabıyla uyaran bir uyarıcı olduğu tekrar vurgulanarak, kıyamet anının yaklaştığı ve onun ne zaman vaki olacağının Allah Teâlâ'dan başka hiç kimse tarafından bilinemezliği gerçeği ortaya konuluyor:" Bu peygamber de önceki uyarıcılardan biridir. Kıyamet yaklaştı. Kıyameti Allah'tan başka kimse açığa çıkaramaz" (56-58). Kâfirlerin bu haberler karşısında takındıkları tavırları, tehdit ifade eden bir üslupla dile getirilmektedir: "Siz, bu söze şaşıyor musunuz? Gülüyor da ağlamıyor musunuz? Gaflet içinde oyalanıyorsunuz" (59-61).
Sûre, Allah'a secde edilip, kulluğun sadece O'na tahsis edilmesini emreden âyetle son buluyor: "Artık Allah'a secde edin ve sadece O'na kulluk yapın" (62). Rasulullah (s.a.s) bu sûreyi okuyup, son âyetini tilavet ettikten sonra secdeye kapanmış ve oradaki müşrikler de dahil herkes birlikte secdeye kapanmıştı. Bazı İslâm düşmanları bu olay üzerine bir takım uydurma rivâyetlere dayanarak, vahyin gelişindeki güvenirlilik hakkında şüphe uyandırmaya çalışmışlardır. (Garanik adıyla zikredilen bu olay için inşallah ileride bilgi vereceğim.
Evet, Necm sûresi, içinde secde âyeti bulunduğu halde inen ilk sûredir. Yine Mekke’de, gizlilik döneminden sonra Rasulullah Efendimizin Mekke müşriklerine toplu halde ilk duyurduğu sûre bu sûredir. Mü’minlerin de müşriklerin de birlikte bulundukları bir ortamda Allah’ın Resûlü, bu sûreyi baştan sona okumuş, sûrenin sonunda gelen secde emri gereği Allah’ın Resûlü ve beraberindeki mü’minler Rabblerine secdeye kapanınca, o anda ne yapacaklarını bilemeyen, ya da secdeden başka yapabilecekleri hiçbir şey olmayan kâfirler de secdeye kapanırlar. Hattâ İbni Mes’ud efendimizin rivâyetine göre müşriklerden Umeyye bin Halef’in dışında secde etmeyen bir tek kâfir kalmaz. O da okunan bu âyetler karşısında etkilenerek yerden bir avuç toprak alır, yüzüne gözüne sürer ve “işte secde olarak bu da bana yeter” der.
Olay, takriben bi’setin 5. senesinde meydana gelir. Orada bulunan tüm müşriklerin gerçekleştirdikleri bu secde, daha önce Mekke’de rahat yüzü göremedikleri için Habeşistan’a hicret etmiş Müslümanlara farklı ulaştırılır. Mekke’de herkesin Allah’a secde ettiği, yani Müslüman olduğu haberi kendilerine ulaşan Müslümanlar, sevinçle Habeşistan’dan öz vatanları Mekke’ye dönerler. Ama bakar görürler ki, durum hiç de öyle değildir. Mekke’de Müslümanlara karşı zulüm tüm şiddetiyle devam etmektedir. Müslümanlar önceki sayılarından daha fazlasıyla tekrar Habeşistan’a dönerler.
Sûrenin temel konusu vahiydir. Bundan takriben 5 yıl öncesinden, yani Rasulullah Efendimize gelen ilk vahiy Alâk sûresi, Müddessir, Müzzemmil ve Kâlem sûrelerinden bu ana kadar her fırsatta Rasulullah Efendimizin ve ona iman etmiş Müslümanların ağzından vahyi duymaya alışmış olan Mekke müşriklerinin ilk defa karşılarında açıktan açığa bir sûrenin ilan edilişi karşısında, Allah vahyine karşı çıkışları, vahyi reddedişleri, peygamber karşısında cephe oluşturmaya çalışmalarına karşılık, bu sûrede genel olarak vahyin konu edildiğini görüyoruz. Vahyin niteliği, vahyin geliş şekilleri, vahyi getiren Cebrâil’in durumu, vahyi ondan telâkki eden Rasulullah’ın konumu, vahiy karşısında insanların takındıkları tavırlar konu edilir.
Ama tabii Kur’an böyle bir tek konuyu anlatmaz. Kitabımızın bir anlatım usulü olarak, vahiyle birlikte onunla özdeş başka konular da anlatılır. İşte vahiyle birlikte, onun etrafında âhenkli bir biçimde pek çok konunun anlatıldığı yıldızlardan bir yıldız sûreyle karşı karşıyayız.
(A.KÜÇÜK)
Bismillahir-Rahmanir-Rahîm
Rahman, Rahîm olan. Özünde merhametli, işinde merhametli olan. Varlığa karşı rahîm, rahman, müminlere karşı özel bir merhametle rahîm olan. Rahmeti, merhameti, bağışı, affı bütün bir varlığı kuşatmış olan Allah adına. Neden? Çünkü vahiy bir gök sofrasıdır. Vahiy insanlığın önüne çıkarılmış bir gök sofrası olarak onun ebedi hayatta yaşaması için gerekli olan tüm manevi gıdalar bu sofrada bulunur. İnsan, Mahlukat aleminin en dikkate değer üyesi. Var oluş aslında merhametin bir eseri. Allah rahmetini varlığı var ederek gösterdi. İnsana irade vererek bu merhameti kat kat kıldı ve irade verdiği insana tenezzül buyurarak, nüzul ederek, yani vahyini gönderip konuşarak ona olan rahmetini perçinledi. Vahiy Allah’ın insana olan merhametinin çok özel bir ifadesidir. Onun için biz vahye Bismillahir-Rahmanir-Rahîm diye başlarız.