NECM SURESİ


Ayet Getir
53-NECM 18. Ayet

لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى

Lekad reâ min âyâti rabbihil kubrâ.

Bayraktar Bayraklı

(11-18) Kalp gördüğünü yalanlamadı. O'nun gördükleri hakkında onunla tartışıyor musunuz? Andolsun ki Cebrail'i bir başka inişte de görmüştü. Son sınır ağacı, sidretü'l-müntehâ yanında. O ağacın yanında Me'vâ cenneti vardır. Sidre'yi neler kaplamıştı neler! Ne gözü kaydı ne de belirlenen sınırı aştı. Andolsun ki Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.


Edip Yüksel

Efendisinin büyük ayetlerini gördü.


Erhan Aktaş

Ant olsun, Rabb’inin ayetlerinin1 en büyüğünü gördü. 1- Gösterge. İşaret.* 1. Ayetten 18. Ayete kadar, gaybi âlemde gerçekleşmiş bir olay olan vahyin, nasıl gerçekleştiğinin anlatımı söz konusudur. Gayba ait bir bilginin, bildiğimiz âlemin diliyle anlatılmasını göz ardı ederek, sözcüklerin sözlük anlamına göre anlam verilmesi önemli yanılgılara, anlam kaymalarına neden olmaktadır. Söz konusu ayetlerde ifade edilen “yüksek ufuk, yaklaşma, sarkma, yayın iki ucu, görme, sidre vs. sözcüklerin, sözlük anlamlarını dikkate alarak ayetleri anlamaya çalışmak, vahyi ve onun verdiği mesajı göz ardı etmek demektir. O günün insanına, anlamlarını bildikleri sözcüklerle, bilinmeyen âleme ait bir konu olan “vahyin” nebimize nasıl ulaştığı anlatılmaktadır. Burada “parmağa değil, parmağın işaret ettiği şeye” bakılmalıdır.


Muhammed Esed

ve o, gerçekten de Rabbinin en muhteşem sembollerinden bir kısmını gördü.


Mustafa İslamoğlu

hakikaten de o, Rabbinin en büyük ayetlerinden birini görmüştü.


Süleyman Ateş

Andolsun, Rabbinin büyük âyetlerinden bazılarını gördü.


Süleymaniye Vakfı

(Miraç yolculuğunda) gerçekten Sahibinin en büyük ayetlerini gördü[*]. [*] Kulunu bir gecede Mescid-i Haram’dan alıp, çevresini bereketli kıldığı en uzak mescide (el-Mescid’ul-aksâ’ya) götüren Allah, eksikliklerden uzaktır. Bu yolculuk, ona bir kısım âyetleri göstermek içindir. O (Allah) işitir ve görür. (İsra 17/1)


Yaşar Nuri Öztürk

Yemin olsun ki Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.


Ayetin Tefsiri

MEAL

12.) ne yani, şimdi siz ne gördüğü hususunda onunla tartışacak mısınız?

13.) Doğrusu onu bir başka iniş sırasında yine görmüştü,-7

14.) en sonuncu sidra ağacının yanında,8

15.) vaad edilen cennetin (görüntüsü) eşliğinde,9

16.) kaplayan o şey10 sidreyi çepeçevre kuşattığında...

17.) Göz ne şaştı ve kamaştı, ne de haddi aştı:11

18.) hakikaten de o, Rabbinin en büyük âyetlerinden birini görmüştü.12

(M.İ)

12.) [Ey Müşrikler!] Şimdi siz onun gördüğü şey hakkında şüphe edip kendisiyle tartışıyorsunuz, öyle mi?!

13-18.) Andolsun ki Peygamber, Cebrail'i yeryüzüne başka bir sefer indiğinde de sidre-i müntehanın yanında ve onun yanındaki cennet-i me'vada gördü. O an heybetiyle sidreyi kaplayan öyle bir kapladı ki Peygamber'in gözü hiçbir tarafa kaymadı, hiçbir tarafa sapmadı. Evet, işte o anda Peygamber rabbinin en büyük ayetlerinden birini [Cebrail'i] gördü.

(M.Ö)

11-12.) “Muhammed’in gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı. Ey inkarcılar! Onun gördüğü şey hakkında kendisi ile tartışır mısınız?”

13-15.) “Andolsun ki Muhammed Cebrâil'i sınırın sonunda (Sidretü’l Münteha’da) başka bir inişinde de görmüştür. Orada Me’vâ cenneti vardır.”

16.) “O zaman Sidre’yi bürüyen bürüyordu.”

17.) “Göz şaşmadı, ağmadı, aşmadı da.”

18.) “Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.”

(A.K)

12-18.) Öyleyse nasıl olur da onu, cinlerle temas kurduğunu iddia edenlere benzetir ve vahiy aldığını inkâr edersiniz? Biliniz ki o, şer güçlerin asla yaklaşamayacağı, bütün isteklerin yöneldiği, bütün hayır ve güzelliklerin cemedildiği ilâhî makamdan bu vahyi telakki etmiş, gönlünü Rabbinin nuru aydınlatmış, cennetteki melekût âlemi hakkında bilgilendirilmiş, böylece Rabbinin muazzam âyetlerine muttali kılınmıştır.

(H,E;M,C)

TEFSİR

Hz. Peygamber’e gelen vahyin kaynağı ve onun Allah katındaki üstün mertebesi hakkında hiçbir kuşku duyulmaması için oldukça canlı bir tasvire yer veren bu âyetlerin üslûbundaki gizemlilik, bir taraftan da duyularla algılanamayan, fizik âlemin ötesine taşan konularda imanın esas olduğuna ve bu hususta aklın sınırlarını zorlamanın anlamsızlığına dikkat çekildiğini düşündürmektedir. Müşahhas unsurlarla bezenmiş izlenimi vermekle birlikte zihni soyut düşünme düzeyine doğru yükselten ve etkileyici bir üslûp taşıyan bu tasvirdeki asıl amacın, tarihin her döneminde değişik biçimler altında benzerleri görülen Mekke putperestlerinin maddî veya mânevî birtakım varlıkları devreye sokarak tanrı inancını somut bir tasavvura indirgeme, böylece Allah’tan başka varlıklara tanrılık izâfe etme telakkisini mahkûm etme olduğu söylenebilir. Sûrenin inişi erken Mekke dönemine rastlamakla beraber, bu âyetler kümesinin ve özellikle 13-18. âyetlerin, Mekke döneminin sonlarına doğru gerçekleştiği bilinen mi‘rac olayı ile ilgili olduğu kabul edilir. Tefsirlerde bu âyetlerde yer alan kelimeler için yapılan geniş açıklamalar ve buna göre ortaya çıkan farklı yorumlar (bk. Taberî, XXVII, 42- 57; Râzî, XXVIII, 284-295; Elmalılı, VII, 4572-4589) aşağıda özetlenmeye çalışılacaktır. Pek çok âyette, Kur’an’ın vahyedilmesi kelâmın asıl sahibi olan Allah’a nisbet edildiğine göre onu asıl öğretenin Cenâb-ı Hak olduğunda şüphe yoktur; Rahmân sûresinin 1-2. âyetinde de “Kur’an’ı rahmân öğretti” buyurularak bu husus ayrıca ifade edilmiştir. Öte yandan yüce Allah, Şûrâ sûresinin 51. âyetinde belirtildiği üzere vahyini elçi gönderip onun vasıtasıyla da bildirebilmektedir ve –bazı âyetlerden açıkça anlaşıldığına göre– bu elçi de vahiy meleği Cebrâil’dir (bk. Bakara 2/97; Nahl 16/102; Şuarâ 26/193).

Bu durum karşısında, 5. âyette geçen “öğretti” anlamındaki fiilin öznesinin Allah Teâlâ veya Cebrâil olabileceği yorumları yapılmıştır. Fakat buradaki ifade akışı ve özneyi nitelemek üzere seçilen kelimeler göz önüne alınarak ikinci ihtimal daha güçlü bulunmuştur. Bazı müfessirlerce, burada “öğreten” hakkında övgü ifadesi kullanılmasının öğrenenin faziletine dikkat çekme anlamı taşıdığı, ayrıca bu ifadeyle inkârcıların, “Kesin olarak ona bir insan öğretiyor” tarzındaki iddialarını (Nahl 16/103) reddetmenin amaçlandığı belirtilmiştir. 6. Âyetteki “üstün niteliklerle donatılmış” diye çevrilen sıfat “çok güçlü veya etki ve nüfuzu çok kuvvetli” mânasına alındığında bunu hem Allah’ın hem de Cebrâil’in sıfatı olarak düşünmek mümkündür.

Ayrıca bu tamlama “aklî melekeleri çok güçlü, korkusuz, sağlam yapılı, heybetli, güzel görünümlü” gibi mânalara da gelmektedir ki bunlar Cebrâil’in nitelikleri olabilir. 6. âyetteki “asıl şekliyle göründü” diye tercüme edilen cümlenin öznesini Cebrâil olarak düşünen müfessirler burada, onun başka zamanlarda insan sûretinde göründüğü halde bu defa gerçek sûretinde göründüğüne işaret bulunduğunu söylemişlerdir. Onlar bu yorumu bazı rivayetlerle desteklerken, vahiy meleğinin sadece Hz. Muhammed’e gerçek sûretinde görünmüş bulunduğunu ve bunun da hayatında iki defa vâki olduğunu belirtirler. Diğer bir yoruma göre ise bu cümlenin öznesi Hz. Peygamber olup burada öğretme fiilinin etkisini yani onun peygambere ait ilimde yükselip doğrulduğu anlatılmaktadır; dolayısıyla 6. Âyetteki istevâ fiilinin “doğruluverdi” şeklinde tercüme edilmesi uygun olur. “Ufkun en yüce noktasındayken” diye çevrilen 7. âyet de söz konusu “doğrulma” veya “asıl şekliyle görünme” anlamındaki fiilin öznesine göre açıklanmaktadır. Bunları Cebrâil’in semâda, ufkun en yüce noktasında veya ufku tamamen kaplar bir halde görünmesi veya Hz. Peygamber’in mânevî mertebesinin yükselmesi şeklinde özetlemek mümkündür. Belirtilen fiilin birinci öznesini Cebrâil, fiilin hemen ardından gelen “vav” harfini bağlaç ve “hüve” zamirini Hz. Muhammed’i ifade eden ikinci özne olarak düşünüp, “Cebrâil ve Peygamber en yüce ufukta (güneşin doğduğu yönün en üst noktasında) yükselip doğruldular” mânasını verenler de vardır (Taberî, XXVII, 43-44).

İbn Atıyye dilbilimcilerin bu tür özne takdir edilmesini tasvip etmediklerini; ayrıca “ufuk” kelimesinin mânasını bu şekilde sınırlandırmanın mesnetsiz olduğunu belirtir (V, 197). “Sonra yaklaştıkça yaklaştı” şeklinde çevrilen 8. âyetteki denâ ve tedellâ fiillerinin öznesi açık olmadığı için üç türlü yorum yapılmıştır: a) Cebrâil’in Resûlullah’a yaklaşması ve ona doğru inişi, b) Cenâb-ı Allah’ın Resûlullah’a yaklaşması, onu kendine cezbetmesi, c) Resûlullah’ın yüce Allah’a yaklaşması, O’nun çekmesiyle yukarılara yükseltilmesi kastedilmiştir. Bazı müfessirler ikinci fiilin sözlük anlamlarından birine dayanarak burada habîb (seven) ve mahbûb (sevilen) arasındaki naz ve muhabbet tecellilerini ifade eden edebî bir anlatım bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. “O kadar ki iki yay kadar hatta daha yakın oldu” diye çevrilen 9. Âyetteki kavseyn “iki yay” mânasına gelir; kab de yayın kabzasıyla kirişlerin bağlandığı iki köşe aralığına denir ki bir yayda iki kab bulunur. Kab kelimesinin yayın kabzasıyla kirişi arasını ifade etmek için kullanıldığı da olur. Kabe kavseyn ifadesi hakkında çok geniş açıklamalar ve burada kastedilen mâna ile ilgili değişik yorumlar yapılmıştır. Bunlar şöyle özetlenebilir: a) O dönemde Araplar bir antlaşma yaparlarken iki yay çıkarıp üst üste koyarak tek bir yay görünümü verirler (kablerini birleştirirler), sonra ikisini birlikte çekip bir ok atarlar böylece tam olarak ahidleştiklerini simgelerlerdi. Buna göre kabe kavseyn hem maddî anlamda fevkalâde yakın olmayı hem de mânevî bir yakınlığı ifade eder. b) Hicaz dilinde “kavs” kelimesi bir uzunluk ölçüsü (zirâ) anlamında kullanılırdı. Buna göre iki arşın uzunluğunda bir mesafenin kastedildiği söylenebilir. c) Kabe kavseyn ifadesini dönüştürme (kalb) yöntemine göre “bir yayın iki ucu arasındaki mesafe kadar” şeklinde anlamak da mümkündür. Âyet “hatta daha yakın oldu” şeklinde tamamlanmakta, böylece “Âdeta elini uzatsa değecek kadar yakındı” mânasına gelen maddî bir yakınlık tasviri yapılarak, – mânevî anlamda– Resûlullah’ın vahyi aldığı kaynağın sağlamlığına, arada vahye hiçbir şeyin karışma ihtimalinin bulunmadığına dikkat çekmenin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Daha çok tasavvufî ve işârî tefsirlerde itibar edilen bir yoruma göre ise buradaki yaklaşma olayı mi‘racda Allah ile peygamberi arasında gerçekleşmiştir. “O, kuluna vahyini iletti” diye çevrilen 10. âyette de öznenin Cebrâil veya Cenâb-ı Allah olması muhtemeldir. Birinci ihtimale göre mâna, “Bu yaklaşmayı takiben Cebrâil, Allah’ın, kulu Muhammed’e gönderdiği vahiyleri ona getirip öğretti” şeklinde olur. İkinci ihtimale göre ise âyeti şöyle yorumlamak gerekir: Resûlullah rabbine öylesine yaklaştı ki aradaki vasıtalar kalktı ve Allah Teâlâ kuluna vahyini doğrudan doğruya verdi. Bu âyetlerde mi‘rac sırasındaki gelişmelerin anlatıldığı kabul edildiği takdirde ikinci yorum daha kuvvetli olmaktadır. Bize göre âyet şöyle de yorumlanabilir: Cebrâil asıl şekliyle göründü, sonra iyice yaklaştı ve Allah onun aracılığıyla kuluna dilediğini vahyetti. Âyetlerin mi‘racı anlattığı kabul edilirse “görünme, yüce ufukta, sidretü’l-müntehâda olma, inme, çok yaklaşma” gibi ifadeleri mecazi mânada almak, nasıllık ve nicelikle ilgili olmaksızın Allah’a mahsus fiilller ve sıfatlar olarak anlamak gerekecektir. “Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı” diye tercüme edilen 11. âyete “O kulun gördüğünü veya kalbin gördüğünü kalp yalanlamadı” mânası da verilebilir; fakat 17. âyette “göz” anlamına gelen basar kelimesinin kullanılmış olduğu dikkate alınarak burada da gözle görmenin kastedildiği düşünülüp âyet şöyle yorumlanabilir: Resûl-i Ekrem’in, Cebrâil’i ona özgü müthiş donanımlarıyla veya mi‘racdaki o olağan üstü tecellileri görmesi bir hayal ürünü değil, hakikatin ta kendisiydi; gözün gördüğünü kalp de onaylamıştı.

“Şimdi siz şüpheye düşüp gördükleri hakkında onunla tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?” anlamındaki 12. âyette “görme” fiilinin geniş zaman kalıbında olması burada sözü edilen görmenin bir kereye mahsus olmadığına işaret sayılabilir. Nitekim müteakip âyet de bu mânayı teyit etmektedir. Burada Resûlullah’ın (gözündeki algılama gücünün kalbine verildiği ve böylece) rabbini kalbiyle gördüğünün kastedildiği yönünde rivayetler de bulunmaktadır. 13 ve 14. âyetleri “Andolsun ki onu bir başka iniş esnasında da sidretü’l-müntehânın yanında bir daha gördü” veya bizim yaptığımız gibi “Andolsun ki onu iniş esnasında sidretü’lmüntehânın yanında gördü” (Şevkânî, V, 124) şeklinde çevirmek mümkündür. Birinci mânayı tercih edenlere göre burada, Resûlullah’ın mertebesinin Cebrâil’den üstün olduğuna işaret bulunmaktadır. Bu âyetteki “iniş” kelimesinin Cebrâil’in inişini anlattığı kanaatini taşıyanlar da vardır. Bu kelimenin Allah Teâlâ hakkında olduğu yorumu da yapılmış olmakla beraber bu zayıf bulunmuştur. 14. âyette geçen “sidretü’l-müntehâ” tamlaması için yapılan yorumları da “yaratılmışlarca bilinebilirlerin son sınırını işaretlediği kabul edilen hudut noktası; akıllara durgunluk verecek ölçüde hayreti arttıran makam” şeklinde özetlemek mümkündür (sidre kelimesinin bir ağaç türünü ifade etmesinden ve “sidretü’l-müntehâ”nın cennetin uçlarında olduğunu belirten rivayetlerden hareketle yapılan yorumlar da sonuç itibariyle özetlenen bu mâna ile örtüşür). “Ki onun yanında huzur içinde kalınacak cennet vardır” diye çevirdiğimiz 15. âyet müfessirlerce daha çok, “ki onun yanında me’vâ cenneti vardır” mânasıyla açıklanmıştır. Bu açıklama, “cennetü’l-me’vâ” tamlamasını “müttakilerin veya şehidlerin ruhlarının varacakları cennet” anlamında, müstakil bir isim olarak düşünmüş olan âlimlerin anlayışına uygun düşmektedir. Fakat İslâm âlimleri arasındaki hâkim kanaate göre burada geçen, “sığınılacak, barınılacak yer” anlamındaki me’vâ kelimesi cenneti nitelemektedir (Bekir Topaloğlu, “Cennet”, DİA, VII, 376); bu sebeple, meâlde belirtilen mâna tercih edilmiştir. “O an sidreyi bürüyen bürümüştü” mânasına gelen 16. âyetle ne kastedildiği hususu oldukça kapalı olup daha çok bu konudaki rivayetler ışığında değişik yorumlar yapılmıştır. Bunları, “Resûlullah’ın sidretü’l-müntehâda bulunduğu esnada Allah’ın nuru veya melekler yahut yaratılmışların nuru ya da altın bir pervane orayı öylesine kaplamıştı ki Resûlullah kimsenin tasavvur edemeyeceği bir güzelliğe bürünmüştü” şeklinde özetlemek mümkündür. Bize göre burada anlatılan, “bürünme, kaplama, örtme”yi, vâki olacak yakınlık ve müşahedeye bir beşer olan Hz. Peygamber’in tahammül etmesini sağlayacak değişim ve koruma çemberi olarak anlamak daha uygundur. 17. âyette belirtildiği üzere bu esnada göz kaymamış ve hedefinden şaşmamıştı; yani Resûlullah gözlerin kamaşacağı, akıllara sığmayacak ve insanı hayretler içinde bırakacak şeyler gördüğü halde sağa-sola yönelmemiş, gördüğü olağan üstü şeylerin etkisiyle kendinden geçmemiş, edepte kusur etmemiş; aksine tam bir dikkatle müşahedelerde bulunmuş ve sağlıklı tesbitler yapmıştı. Burada kullanılan fiillerden ilki onun edebini ikincisi de bakışındaki gücü belirtme mânası taşır.

Bu âyetin yorumu sırasında Hz. Mûsâ’nın Allah’ı görme arzusu ile Hz. Muhammed’in burada yaşadığı olay arasında bir mukayese yapılır ve Hz. Mûsâ örneğinde dağ dayanamayıp parçalandığı ve kendisi de bayılıp yere düştüğü halde bu olayda sidre ve Resûl-i Ekrem açısından böyle bir durumla karşılaşılmadığı hatırlatılır. 18. âyetteki “Hiç kuşkusuz o, ...görmüştü” anlamındaki cümlede öznenin Hz. Peygamber olduğu açıktır; fakat onun neyi gördüğünü şu mânalardan biriyle açıklamak mümkündür: a) Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü, b) Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını, c) Rabbinin en büyük âyetlerini gördü. Bunlardan ilk mânayı tercih eden müfessirlerden bazıları bunu Cebrâil’i görmesi şeklinde açıklamışlar, bazıları da Hz. Peygamber’in rabbini görmüş olması ihtimali üzerinde durarak bu konuyu geniş biçimde tartışmışlardır. İbn Abbas’tan meşhur olarak nakledilen rivayette Peygamber’in rabbini gözüyle gördüğü belirtilirken, kendisine bu konuda soru sorulan Hz. Âişe bu ihtimali reddetmiştir. İbn Mes‘ûd ve Ebû Hüreyre’den meşhur olarak nakledilen rivayet de bu yöndedir. İslâm âlimleri bu rivayetleri Allah’ın zâtı, sıfatları ve görülmesine ilişkin âyet ve hadislerle birlikte değerlendirerek iki eğilimi de savunan açıklamalar yapmışlardır. Bazı âlimler Hz. Peygamber’in Allah’ı gözüyle değil kalbiyle gördüğü, Allah’ın zâtının değil sıfatının tecelli ettiği gibi telifçi yorumlar ortaya koymuşlardır. Bu noktada unutulmaması gereken bir husus da, anlatılan oluş ve tecellilerin farklı bir âlemde, farklı varlık boyutunda, farklı şartlar içinde gerçekleşmiş olmasıdır; dolayısıyla bu bir iman konusudur.

Elmalılı’nın sûrenin, başından buraya kadarki kısımla ilgili yorumları verirken ara ara kaydettiği ve önemli bulduğumuz kendi tercihiyle ilgili düşüncelerini şöyle toparlamak mümkündür: Resûlullah, Cebrâil’i Kur’an’ın her inen parçası esnasında, hangi sûrete girmişse öyle görüyordu. Gerçek sûretinde ise bir defa mi‘racdan önce gördü, o vakit Cebrâil Resûlullah’a inmişti. Bir kere de mi‘racdan inerken gördü, bunda Resûlullah Cebrâil’e doğru iniyordu ve Cebrâil sidretü’lmüntehânın yanında onu karşılıyordu. Hz. Peygamber namaz konusunda birkaç defa inip çıkmış olduğundan 13. Âyetteki “nezleten uhrâ” tamlamasını “son bir iniş” şeklinde düşünmek daha mânidar olur. Dolayısıyla ufukta istivâ etmeyi (doğrulmayı) Hz. Peygamber’in kendisine yapılan tâlim (öğretme) üzerine nübüvvet ilminde yükselip istikametini alması (en yüksek ufukta istivâ etmesi) şeklinde anlamak uygun olur. Cebrâil’in tâlimi üzerine Resûlullah en yüksek ufukta istivâ ile kalmamış, ondan sonra Allah Teâlâ’ya doğru yaklaşmıştır. Bu durumda 8. Âyetteki yaklaşmanın Resûlullah hakkında olduğu, cezbe (çekme) mânası içeren “tedellâ” fiiliyle de onun cezbedilmesinin yani aşağıdan yukarı doğru çekilip çıkarılmasının kastedildiğini, dolayısıyla burada mi‘raca işaret bulunduğunu söyleyebiliriz. 9 ve 10. âyetlerden de şu mâna çıkmaktadır: Mi‘racda Allah’ın has kulu olan arkadaşınız Muhammed (a.s.), o istivâdan sonra rabbine öyle yaklaştı ki, her vasıta ortadan kalktı yani mi‘racda Cebrâil dahi vasıta olmaksızın Allah Teâlâ kuluna her ne vahyetti ise vahyetti. 18. âyetten, Resûlullah’ın, Cenâb-ı Allah’ın rubûbiyyetini gösteren, mutlak egemenliği altındakilere ait hayretler uyandırıcı ve söz kalıpları içine sığmayacak nice delilleri veya en büyük delili gördüğü anlaşılmaktadır; şu halde bunun mahiyetini açıklamaya kalkmak bizim haddimiz değildir.

Âyette “Rabbini gördü” denmeyip “Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü” buyurulduğuna göre, bu ifadenin zâhirinden O’nun zâtını gördüğü anlamı çıkmaz. Bu konuyu açıklarken Râzî’nin kullandığı bir ifade bize başka bir mânayı düşündürdü: Rü’yet (görme) en büyük âyet olunca burada “kübrâ” (en büyük) kelimesini “rü’yet” ile tefsir edebiliriz. Bunu da iki yönlü düşünmek mümkündür: a) Rabbinin âyetlerinden yani mûcizelerinden en büyüğü olan rü’yet mûcizesini gördü; âhirette ümmetinin göreceği gibi beni gördü demek olabilir. b) En büyük âyet olan rü’yetin hakikatini gördü demek olabilir. Çünkü En‘âm sûresinin 103. âyetinde geçtiği üzere “basar” (görme) olayının künhünü ve dolayısıyla rü’yetin hakikatini Allah bilir. O halde rü’yetin hakikatini görmek, –bir kudsî hadiste yer alan “... artık onun kulağı, gözü ve kalbi ben olurum” (Müsned, VI, 256; Buhârî, “Rikåk”, 38) ifadesiyle Enfâl sûresinin 17. âyetinin mazmunu üzere– Allah Teâlâ’nın Resûlullah’ta tecelli eden en büyük yakınlık âyet ve delillerinden olmuş olur. Bu yoruma göre âyet-i kübrâ (en büyük delil) “hakîkat-i Muhammediyye” demektir. Sözün akışı makam-ı Muhammedî’nin açıklanmasıyla ilgili olduğundan, biz de (Elmalılı) en büyük âyetin hakîkat-i Muhammediyye olduğu kanaatini taşıdığımızı belirtmek istiyoruz. Çünkü maksat hangisi olursa olsun, âyetlerin en büyüğünün veya âyetlerden en büyüğünün onda tecelli etmiş bulunduğunda şüphe yoktur (VII, 4570, 4574, 4576, 4577, 4579-4580, 4582-4583,4586, 4588-4589; mi‘rac olayının mahiyeti ve bu esnada vahyedilenler hakkında bilgi için bk. İsrâ 17/1). (5-18)

(DİYANET TEF.)

Peygamberimizin Cebrail'i öz kılığı ile görmesi, sadece bir kereliğine olmuş bir olay değildi. Aynı olay daha sonra bir kere daha yaşanmıştı. Okuyalım: "O, Cebrail'i bir başka inişinde de görmüştü. En uçtaki ağacın (Sidret-ül Münteha'nın) yanında. Yanı başında Me'va cenneti vardı. O sırada ağacı yaman bir şey bürümüştü. Muhammed'in gözü ne yana kaydı ne de öteye geçti. O gerçekten Rabb'inin bazı büyük ayetlerini gördü:' Elimizdeki en güvenilir bilgiye göre bu "ikinci görme" olayı Mirac gecesi meydana gelmişti. O gece Cebrail, Peygamberimize "en uçtaki ağacın yanında" öz kılığı ile bir kez daha yaklaşmıştı. Okuduğumuz ayetlerin ikincisinde geçen "sidret" sözcüğü "bir tür ağaç" anlamına gelir. Bu ağacın "en uçtaki ağaç" olması demek, bu ağacın varılabilecek son noktada olması demektir. Ayetin verdiği bilgiye göre bu ağacın yanı başında "Me'va" cenneti vardır. Acaba bu uç nokta, mirac yolculuğunun son noktası mıdır, yoksa bu nokta Peygamberimiz ile Cebrail'in beraberliklerinin bitiş noktasıdır da Cebrail bu noktada durduktan sonra Peygamberimiz tek başına yolculuğuna devam ederek Rabb'inin Arş'ının daha yakınlarına mı yükselmiştir? Bunlar tümü ile sadece yüce Allah'ın bilgisine açık "gayb" konularıdır. Yüce Allah'ın seçkin kulu Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- açtığı bu konulara ilişkin bize gelen bilgi sadece bu kadardır. Bu olayların nasıl olduklarını kavramak bizim gücümüzün dışındadır. İnsanoğlunun bu olayları kavrayabilmesi için insanların ve meleklerin yaratıcısı olan, insanın ve meleklerin ayırıcı niteliklerini bilen yüce Allah'ın dilediğinin bu yolda olması gerekir.

Olaya güç ve kesinlik kazandırmak amacı ile ayette "en uçtaki ağacın yanında" gerçekleşen bu görmeye eşlik eden bir ayrıntıya değiniliyor. Okuyoruz: "O sırada ağacı yaman bir şey bürümüştü." Yalnız ağacı neyin bürüdüğü açıkça belirtilmiyor. Çünkü söz konusu "bürüme" olayı tanımlanamayacak ve biçimi belirtilemeyecek derecede müthiş ve görkemlidir. Bütün bu olup bitenler kesin birer gerçektir. Okuyalım: "Muhammed'in gözü ne yana kaydı, ne de öteye geçti." Yani ne bir göz kayması, ne de bakış sekmesi söz konusu değildi. Ortada kuşkulu bir yanı olmayan, sam olma ihtimali bulunmayan açık ve kesin bir "görme" olayı vardı. Bu olaydı Peygamberimiz, yüce Rabb'inin bazı olağanüstü mucizelerini gözlemiş, kalbi çıplak ve örtüsüz gerçekle iletişim kurmuştu. Buna göre olay "vahiy" olayıdır. Ortada çıplak gözle gerçekleşen bir gözlem, yanılgısız bir görme, kuşku içermeyen bir kesinlik, dolaysız bir iletişim, güçlü bir bilgi, somut bir yoldaşlık, tüm ayrıntıları ve aşamaları ile gerçekleşmiş bir yolculuk vardır. Ey müşrikler, işte "arkadaşınız" Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- size yönelttiği çağrı bu "kesinlik" temeline dayanıyor. Durum böyleyken, siz O'nun bu çağrısını reddediyor, yalanlıyorsunuz; O'na inen vahyin doğruluğundan kuşku duyuyorsunuz. Oysa O, sizin öteden beri tanıdığınız, deneyden geçirdiğiniz eski bir arkadaşınızdır. Size yabancı biri değil ki, huyunu ve karakterini bilmemiş olasınız. Ayrıca Rabb'i de O'nu onaylıyor, doğru söylediğine yemin ediyor; O'na nasıl, hangi şartlar ortasında ve kimin eli ile vahiy indirdiğini, bu vahiy meleği ile nasıl buluştuğunu, onu nerede gördüğünü size ayrıntılı biçimde anlatıyor.

İşte Peygamberimizin müşriklere yönelttiği çağrı böylesine kesin esaslara dayanıyor. Peki, onların tapınmaları, ilahları ve bu yoldaki masalları neye dayanıyor? Onlar, Lât, Uzza ve Menat adını taktıkları putlara taparken, bunların birer melek olduklarını, meleklerin Allah'ın kızları olduklarını ve Allah katında insanlara aracılık edeceklerini beklediklerini ileri sürerken, bu bulanık iddiaları ileri sürerken neye dayanıyorlar? Bu saplantıları, bu asılsız kuruntuları herhangi bir belgeye, herhangi bir kanıta, herhangi bir güçlü desteğe dayanıyor mu? İşte sûrenin ikinci kesitinde ağırlıklı olarak işlenen tema budur. Okuyoruz:(Bir sonraki ayet)

(S.KUTUB)

11. Bu, Hz. Peygamber'in (s.a) kendisini asıl sûretiyle gördüğü Cibril ile yaptığı ikinci görüşmeye işaret etmektedir. Bu görüşmenin vuku bulduğu yerin adı olarak, "Sidretu'l-Münteha" ifadesi kullanılmış ve yanında da "Cennet'ul- Me'va" olduğu bildirilmiştir. "Sidretu'l-Münteha", bir sıra ağacın en sonundaki ağaca atfen kullanılır. Nitekim Allame Alusi, Ruhu'l-Meani adlı eserinde bu hususu şöyle açıklar: "Tüm ilimler orada son bulur ve ötede bulunan herşeyi Allah bilir." İbn Cerir de aynı açıklamayı hemen hemen kabul eder. İbn Esir ise, "En Nihaye fi Garibi'l-Hadis" adlı eserinde şöyle bir açıklama yapar: "Bu hususu anlamak, yani maddi dünyanın son sınırındaki "Sidre"nin keyfiyetini bilebilmek çok güçtür." Mahiyeti ne olursa olsun Allah Teâlâ, insanların lisanındaki "Sidre" kelimesini seçip kullanmıştır." Cennetu'l-Me'va' ise lugatte, barınılacak, oturulacak yer anlamına gelir. Hasan Basri'ye göre bu Cennet, mü'minlerin gireceği cennettir. O, bu ayetten yola çıkarak cennetin gökte olacağını söyler. Katede ise bu cenneti şehid ruhlarının gideceği cennet olarak kabul eder. Yani Ahirette verileceği vaad edilen cennet değildir. Nitekim İbn Abbas da aynı kanaattedir. O ayrıca şöyle der: "Ahirette va'd edilen cennet gökte değil, bu dünyada olacaktır."

12. Yani, O'nun keyfiyetini ve niceliğini aktarmak mümkün değildir. İnsanın tasavvur edemeyeceği boyutlarda olduğu gibi izah etmekte mümkün değildir.

13. Yani, Hz. Peygamber (s.a) o kadar çok tahammül sahibi idi ki, orada tecelli eden olaylar, onun gözlerini kamaştırmadı, kendisini rahatsız etmedi ve sakin bir şekilde müşahede etmeye devam etti. Diğer yandan gayet teveccüh, kemal-i zabt ile dikkatini, çevresiyle hiç ilgilenmeden meleklerin çağırdığı maksat üzerinde toplamıştı. Bu meseleyi şöyle bir örnekle açıklamak mümkün: Büyük ve kuvvetli bir hükümdar tarafından, huzura çağrılan bir kimsenin, hükümdarın sarayında ömrü boyunca görmediği müthiş bir debdebe ve ihtişam ile karşılaştığını düşünelim. Şayet bu kimse yüksek meziyetlere sahip değilse, şaşkınlık ve hayret içinde kalarak, sürekli sağa sola bakacaktır. Fakat yüksek meziyetleri olan ve edep sahibi bir şahıs, ne bir şaşkınlık içine düşer ne de orada gördüğü harikulede manzaradan etkilenir. Aksine vakar içinde, huzura niçin çağrılmışsa, dikkatini ona verir. İşte Rasûlullah'ın (s.a) aynı şekilde hasletleri bu ayette beyan edilmiştir.

14. Ayetten açıkça anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı değil, O'nun büyük ayetlerini görmüştür. Siyak ve sibakdan bu olayın ikinci görüşmede vuku bulduğu anlaşılmaktadır. İlk kez onu Ufuku'l-Ala da görmüştü ve bu, Allah değildi. İkincisinde ise "Sidretu'l-Münteha"da görmüştü o da Allah değildi. Rasûlullah (s.a)her ikisinde de Cibril'i görmüşdü. Eğer Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı görmüş olsaydı muhakkak bu kadar büyük bir hadiseyi açıkça anlatmış olması gerekirdi. Kur'an'da Hz. Musa, Allah'ı görmeyi arzu ettiğinde Allah Teâlâ kendisine, "sen beni göremezsin" demiştir. Yani Hz. Musa'ya böyle bir şeref verilmemiştir. Şayet bu şeref, Hz. Peygamber'e (s.a) verilmiş olsaydı, Allah onu açıkça beyan ederdi. Ayrıca Kur'an'da, miras hadisesiyle ilgili olarak aynı ifade kullanılmıştır: "O'na (Peygambere) ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye..." (İsra: 1) Söz konusu ayette ise, Hz. Peygamber'in (s.a) Sidret'ul-Münteha'da, Allah'ın büyük ayetlerini gördüğünden bahsedilerek aynı ifadeler kullanılmıştır.

Aslında Kur'an'ın bu ayetlerinden, Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı değil, O'nun ayetlerini gördüğü açıkça ortadadır. Fakat bu ihtilaf, bir takım hadisler yüzünden meydana gelmiştir. Bunun için de, biz, çeşitli sahabelerden bu konuyla ilgili rivayet edilen hadisleri aşağıda nakletmeyi istedik:

a) Hz. Aişe (r.a)'dan gelen rivayetler. Hz. Mesruk şöyle beyan etmiştir: "Bir defasında ben Hz. Aişe'ye, "Ya validemiz! Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı gördü mü?" diye sorunca, o: "Senin bu sorun tüylerimi ürpertti" diye cevap verdi. "Şu üç şeyi iddia edenin yalan söylemiş olduğunu nasıl unutursunuz!" İlk olarak Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı görmediğini söyleyip, şu ayetleri okumuştur. "Gözler onu görmez", "Allah bir insanla konuşmaz, ancak vahiyle yahut perde arkasından veya bir elçisini gönderip dilediğini vahyeder." Daha sonra da şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a) Cibril'i iki kez asıl sûretinde gördü." (Buhari, Kitabu'l-tefsir.) Aynı hadisi, Buhari, "Kitabu't-Tevhid" ve "Kitab'u Bidau'l-Halk" bablarında yine Hz. Mesruk kanalıyla şöyle nakletmiştir: Hz. Aişe'nin bu cevabı üzerine kendisine "Sonra yaklaştı, sarktı" ayetinin anlamını sordum. Bunun üzerine o, "Bununla Cibril kastedilmektedir. O her zaman Rasûlullah'a (s.a) insan şeklinde geliyordu, ama bu sefer asıl sûretinde gelmiş ve tüm ufku kaplamıştır" dedi. İmam Müslim "Kitabul-İman Sidretu'l-Münteha'nın zikri" babında Hz. Aişe ile Hz. Mesruk arasındaki konuşmayı şu şekilde nakletmiştir. Ancak bu rivayette dikkat edilecek nokta, "Kim Allah'ı gördüğünü iddia ederse, o Allah'a iftira etmiştir." şeklindeki ifadedir. Nitekim Hz. Mesruk şöyle anlatıyor: "Ben arkama yaslanıyordum, aniden dik oturdum ve "Ey mü"minlerin annesi! acele etmeyin. Allah, "Onu yüksek ufukta iken gördü" ve "Andolsun onu bir kez daha inerken gördü" diye buyurmamış mıdır? dedim. Hz. Aişe şöyle cevap verdi: "Ümmetin içinde Hz. Peygamber'e (s.a) bu konuda ilk soruyu ben yönelttim. O da "Bununla Cibril kastolunuyor. Ben onu iki kez Allah'ın yarattığı asıl sûretinde gördüm. İkisinde de gökten iniyordu. Öyle ki, görüntüsü tüm ufku kaplamıştı" diye cevap verdi bana. İbn Merduye yine Hz. Mesruk kanalıyla, ilgili rivayeti şu şekilde nakletmiştir. "Hz. Aişe, herkesden önce Hz. Peygamber'e (s.a.) "Rabbini gördün mü?" diye ben sordum. O da, "Hayır, Ben Cibril'i gökten inerken gördüm" diye cevap verdi demiştir."

b) Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a) gelen rivayetler: Zir bin Humeyş'in, İbn Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre, O "fe kâne kabe kavseyni ev edna" ayetini şöyle tefsir etmiştir: "Rasûlullah (s.a) Cibril'i 600 kanatlı olarak görmüştür" (Buhari, Kitabu't-Tefsir, Müslim, Kitabu'l-İman, Tirmizi, et-Tefsir). İmam Müslim'in naklettiği başka bir rivayete göre, İbn Mes'ud "O'nun gördüğünü kalbi yalanlamadı" ayetini de aynı şekilde tefsir etmiştir. Müsned-i Ahmed'te İbn Mes'ud'un bu tefsiri Zir b. Hubeyş'in dışında ayrıca Abdurrahman b. Yezid ve Ebu Vayl tarafından da rivayet edilmiştir. Ayrıca yine Zir bin Hubeyş'den nakledilen iki rivayet daha vardır. Hubeyş İbn Mes'ud'dan şöyle rivayet eder: "İbn Mes'ud, O'nu Sidret'ul-Münteha'nın yanında gördü. " ayetini tefsir ederken Rasullah. "Ben Cibril'i Sıdretu'l-Münteha'da 600 kanatlı olarak gördüm" dedi, demiştir" İmam Ahmed, aynı konudaki başka bir rivayeti, Şakik b. Seleme kanalıyla nakletmiştir. Bu rivayete göre İbn Mes'ud, "Rasûlullah, Cibril'i Sidretu'l-Münteha'da asıl sûretinde gördü." demiştir.

c) Ata b. Ebi Rebiha, "Andolsun onu birkez daha inerken gördü." ayeti hakkında Ebu Hureyre'ye sorduğunda O, "Hz. Peygamber (s.a) Cibril'i görmüştü" diye cevap verdi (Müslim, Kitabu'l-İman)

d) İmam Müslim, Ebu Zer'den, Abdullah b. Şakik kanalıyla gelen iki rivayeti, Kitabu'l-İman'da şu şekilde nakletmiştir: 1) Ebu Zer, Hz. Peygamber'e (s.a) "Ya Rasûlullah, Rabbini gördün mü?" diye sormuş, O da "Ben O'nun nurunu gördüm" diye cevap vermiştir 2) "Ben sadece nur gördüm" demiştir. Bu hususu İbn Kayyım, Zadu'l-Mead'da şöyle izah eder. "Birinci ifadenin anlamı ", Ben Allah'ı değil, O'nun nurunu gördüm şeklindedir." Nesei ve İbn Ebi Hatim, Ebu Zer'in sözünü, "Rasûlullah (s.a) Rabbini gözleriyle değil, kalbiyle gördü" şeklinde nakletmişlerdir.

e) İmam Müslim, Kitabu'l-İman'da, Ebu Musa el-Eşari'den bir rivayeti şu şekilde nakletmiştir: "Mahlukun gözleri Allah'a kadar ulaşamaz."

f) Hz. Abdullah İbn Abbas'dan gelen rivayetler: İmam'ı Müslim'in İbn Abbas'dan naklettiği bir rivayete göre, "Rasûlullah (s.a) Rabbini iki defa kalbiyle görmüştür." (Aynı rivayet Müsned-i Ahmed'de de kayıtlıdır.) İbn Merduye, Ata bin Ebi Rebiha kanalıyla İbn Abbas'ın şu sözünü nakletmiştir. "Rasûlullah (s.a) Rabbini gözleriyle değil, kalbiyle görmüştür." Nesei, İkrime kanalıyla İbn Abbas'ın şu sözünü nakleder: "Niçin hayret ediyorsunuz? Allah, Hz. İbrahim'i dost edindi, Hz. Musa ile konuştu ve Hz. Muhammed'e kendini gösterdi." (Hakim de aynı sözü nakleder ve sahih olarak kabullenir.) Tirmizi, Şa'bi kanalıyla İbn Abbas'ın bir mecliste şöyle söylediğini nakleder: "Allah, Ruyeti ve Kelamı Hz. Musa ile Hz. Muhammed (s.a) arasında taksim etmiştir. Hz. Musa iki kez Allah ile konuşmuş ve Hz. Muhammed de (s.a) iki kez Allah'ı görmüştür. Bu konuşmayı işittikten sonra Hz. Mesruk, Hz. Aişe'nin yanına giderek O'na, "Rasûlullah (s.a) Allah'ı gördü mü?" diye sormuştur. Hz. Aişe, "senin bu sorun tüylerimi ürpetti" dedikten sonra, aralarında yukarıda zikrettiğimiz konuşma geçmiştir.

Tirmizi, İbn Abbas'dan rivayet edilen üç görüşü şu şekilde nakleder.

1) Rasûlullah (s.a) Allah'ı görmüştür.

2) Allah'ı iki kez görmüştür.

3) Allah'ı kalbiyle görmüştür.

Müsned-i Ahmed'de İbn Abbas'dan bir-iki rivayet daha nakledilir. O, Rasûlullah'ın (s.a) "Ben Allah'ı gördüm" dediğini söyler. Diğer rivayette ise şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a) "Bu gece Rabbim bana en güzel şekilde geldi" diye buyurduğunda, ben, Rasûlullah'ın (s.a) Allah'ı rüyasında gördüğünü anladım." Taberani ve İbn Merduye, İbn Abbas'tan başka bir rivayeti şu şekilde nakletmişlerdir: "Rasûlullah (s.a) Rabbini iki kez gördü. Birinde gözleriyle, diğerinde ise kalbiyle"

g) Muhammed b. Kaab el-Kurzî'nin nakline göre, bazı sahabiler Hz. Peygamber'e (s.a); "Ya Rasûlallah! Sen Allah'ı gördün mü?" diye sormuş ve o da "Ben O'nu iki kez gördüm" demiştir. (İbn Ebi Hatım) İbn Cerir ise aynı sözü şu şekilde nakleder: "Ben O'nu gözlerimle değil kalbimle gördüm."

h) Şerik bin Malik kanalıyla Hz. Enes b. Malik'den miraç hakkında şöyle bir rivayet bulunmuştur. "Rasûlullah (s.a) Sidretu'l-Münteha'ya ulaştığında, Allah O'na yaklaştı ve üstüne sarktı, hatta o kadar yakınlaştı ki aralarında iki yay veya ondan daha az bir mesafe kaldı. Ondan sonra emirlerden bir emirle 50 vakit namazı farz kıldı. Bu hadise, İmam Hattabi, Hafız b. Hacer, İbn Hazm ve el-Cami Beyne'l-Sahiheyn sahibi hafız Abdulhak, senet ve metin yönünden itiraz etmişlerdir. Onların itiraz ettikleri en önemli nokta, sözkonusu hadisin metninin Kur'an'ın açık ifadelerine ters düşmüş olmasıdır. Çünkü Kur'an her iki Ruyeti de zikreder ve ikisinin de, biri Ufuku'l Ala'da, diğeri Sidretu'l-Münteha'da olmak üzere ayrı zaman ve mekanlarda vuku bulduğunu söyler. Fakat yukarıdaki hadislerde her iki Ruyeti birbirine kavuşmuştur. Dolayısıyla bu hadisi kabul etmek mümkün değildir. Son tahlilde yukarıda zikrettiğimiz rivayetlerin sıhhatli olanlarının İbn Mes'ud ve Hz. Aişe'den gelenler olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu iki kişi de, Rasûlullah'ın (s.a) Allah'ı değil, Cibril'i gördüğünü ittifak ile söylemişlerdir. Ayrıca bu rivayetler, Kur'an'ın ifadeleriyle de mutabakat arzetmektedir. Ayrıca Ebu Zer'den ve Ebu Musa el-Eşari'den nakledilen hadisler bu hususu teyid ediyorlar. Bunların aksine İbn Abbas'dan gelen rivayetler karma karışıktır ve çelişkilerle doludur. Nitekim bu rivayetlerin hiçbiri Hz. Peygamber'e (s.a) kadar ulaşmaz. Bu konudaki istisnalar içerisinde de, Kur'an'da zikredilen, "Ru'yet" hakkında bir açıklama yoktur. Ancak bir rivayette açıklama bulunuyor, onda da "Benim anladığıma göre Rasûlullah (s.a) Allah'ı rüyada görmüş" denilmektedir.

Dolayısıyla bu rivayetlerin İbn Abbas'a ait olduğu şeklindeki iddialar güven verici değildir. Muhammed bin Ka'b el-Kurzi'nin naklettiği rivayete gelince, hangi sahabilerin soru yönelttikleri zikredilmemiştir. Yine o, Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı gördüğü şeklindeki iddiayı reddeden başka bir rivayeti nakletmiştir.

(MEVDUDİ)

11-12. “Muhammed’in gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı. Ey inkarcılar! Onun gördüğü şey hakkında kendisi ile tartışır mısınız?” Rasulullah Efendimizin kalbi, göğsü, alım gücü gözünün gördüğünü yalanlamadı. Allah’ın elçisi, gözlerinin gördüğü gerçekten şüphe etmedi. O elçi gözünün gördüğünü yalanlamıyor da siz mi yalanlamaya çalışıyorsunuz? O elçi gözünün gördüğü şey konusunda herhangi bir şüpheye düşmedi de, onun görüp şüphe etmediği konuda siz mi şüpheleniyorsunuz? Onun yalanlamadığı şeyi siz mi yalanlamaya çalışıyorsunuz? O gâyet akl-ı selim bir durumda kendisine gelen vahiyden bir şüphe duymuyor da sizler gördüğü şey konusunda onunla tartışmaya mı giriyorsunuz? Allah’ın Resûlü güpegündüz, ayan beyan gördüğü Allah’ın elçisi Cebrâil konusunda; onun bir cin, bir şeytan, bir hayal, bir rüya, bir vehim olup olmadığı konusunda zerre kadar şüphesi olmamıştır. Güpegündüz çok net bir şekilde Allah’ın elçisini görmüştür. Cebrâil’in (a.s) şeklini daha önce hayalinde canlandırma imkânı olmadığı için bunun bir hayal olmadığını kesin bilmiştir. Çünkü daha önceden böylesine azîm, böylesine güzel bir varlığı tahayyül etmesi de mümkün değildi. Kendi beyanlarıyla Cebrâil’i altı yüz kanadıyla ufku tamamen kaplamış bir vaziyette görmüştür.

Bir de Rabbimiz yeryüzünde sözcü seçtiği, vahyine odak nokta seçtiği peygamberinin kalbini, zihnini önceden bu iş için hazırlayarak bu tür şek ve şüphelerden arındırmıştır. Öyleyse ne oluyor size ey kâfirler? Gördüklerinden, aldıklarından şüphe etmeyen, kendisinin Allah’ın elçisi oluşundan zerre kadar kuşkusu olmayan bir elçinin gördükleri konusunda şüphelenip duruyorsunuz? Sizin şüpheleriniz neye dayanıyor? Gözleriyle gören mi doğru söylüyor yoksa hiçbir görgüsü, bilgisi, delili olmadığı halde reddeden sizler mi doğru söylüyorsunuz?

13-15. “Andolsun ki Muhammed Cebrâil'i sınırın sonunda (Sidretü’l Münteha’da) başka bir inişinde de görmüştür. Orada Me’vâ cenneti vardır.”

Andolsun ki peygamber, Cibril’i bir başka seferde de görmüştür. Sidre-i Münteha’nın yanında onu bir kez daha görmüştü. Allah’ın Resûlü bir gece Mekke’deki Mescid-i Haram’dan, Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya getirilip, oradan yedi kat semâya geçip Cebrâil ile yolculuğu devam ederken bir yere ulaşırlar ki, burası Sidretü’l Müntehadır. O Sidre, Cennetü’l Me’vânın yanındadır. İşte her şeyin son bulduğu, maddenin, maddî dünyanın son bulduğu o sınırda Cebrâil onu yalnız bıraktıktan sonra Rasulullah Efendimizin tek başına devam ettiği bir mi’râc yolculuğunun sonunda tekrar Sidre’ye dönüşü gerçekleşinceye kadar ki geçen zaman dilimine mi’râc, ya da İsrâ yolculuğu diyoruz. İşte bu harikulade olay yaşanırken Sidre’ye dönüşünde Rasulullah Efendimizin Cebrâil’i orada aslî şekliyle tekrar bir daha gördüğü anlatılıyor. Rasulullah Efendimiz demek ki; iki defa hey’et-i asliyesiyle Cibril’i (a.s) görüyor. Birincisi Rabbimizin bu sûresinde ve kendi beyanıyla Hıra’da ilk vahyin, Alâk sûresinin inişi esnasında; ikincisi de mi’râc hadisesinin cereyanı esnasında Sidre-i Müntehada ki,