NECM SURESİ


Ayet Getir
53-NECM 1. Ayet

وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى

Ven necmi izâ hevâ.

Bayraktar Bayraklı

(1-4) Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız Muhammed sapmadı, azmadı. O, arzusuna göre de konuşmuyor. Bildirdikleri, kendisine vahyolunan bir vahiyden ibarettir.


Edip Yüksel

Düşerken yıldızlara andolsun.


Erhan Aktaş

Batan yıldıza ant olsun ki,


Muhammed Esed

Düşün yücelerden inen (Allah'ın mesajının) gözler önüne serdiğini!


Mustafa İslamoğlu

Vahyin aşama aşama inişi şahit olsun!


Süleyman Ateş

Aşağı kayan yıldıza andolsun ki:


Süleymaniye Vakfı

Alçalıp yükseldiğinde o yıldız (çoban yıldızı) önemlidir[*]. [*] Hevâ : هَوَى kelimesi hem yükselme hem de aşağı kayma anlamındadır (Müfredat). İnsanların doğuş ve batışını gözlemledikleri ve ona göre işlerini ayarladıkları tek yıldız venüsdür. Ona çoban yıldızı, çolpan yıldızı ve sabah yıldızı adını verirler. Bu sebeple ayette sözü edilen yıldızın venüs olması gerekir.


Yaşar Nuri Öztürk

Yemin olsun inip çıktığı zaman yıldıza/fışkırıp çıktığı zaman çimene/süzülüp aktığı zaman Ülker Yıldızı'na/aşağı indiği zaman o parçalar halinde ağır ağır gelene,


Ayetin Tefsiri

MEAL

1.) VAHYİN aşama aşama inişi şahit olsun!1

2.) Arkadaşınız ne sapmıştır, ne kanmıştır;

3.) ne de kendi keyfinden konuşmaktadır,-

4.) bu (Kur'an), kendisine indirilen bir vahiyden ibarettir.2

(M.İ)

1-2.) Kayıp giden yıldıza andolsun ki arkadaşınız Muhammed ne yolunu şaşırdı ne de aklını!

3-4.) O heva ve hevesine göre de konuşmuyor. Onun konuştukları, kendisine indirilen vahiyden başka bir şey değildir.

(M.Ö)

1.) “Batmakta olan yıldıza andolsun ki,”

2.) “Arkadaşınız (Muhammed), sapmamış ve azmamıştır.”

3-4.) “O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak,

bildirilen bir vahiy iledir.”

(A.K)

TEFSİR

Sûreye, Kur’an’ın önemli hususlara dikkat çekerken kullandığı bir üslûp olan kasem (yemin) ifadesiyle başlanmakta, Hz. Peygamber ve Kur’an hakkındaki asılsız isnatlar kesin bir dille reddedilmekte, onun yolunu şaşırmış bir insan olmadığı gibi kişisel ihtiraslarıyla da hareket etmediği, vahyin ve aklın icaplarından sapmadığı belirtilmektedir. Bu özlü anlatımla, onun içten veya dıştan gelebilecek olumsuz etkilere karşı ilâhî koruma altında bulunduğu gerçeği pekiştirilmektedir. Âyette “bu arkadaşınız” anlamındaki sâhibüküm tamlamasının kullanılmış olması, muhatapların Hz. Peygamber’i yakından tanıdıklarını (Şevkânî, V, 122), yıllar yılı onun ne kadar erdemli, mâkul düşünen ve ölçülü hareket eden bir insan olduğunu gözleriyle gördüklerini hatırlatması açısından oldukça mânidardır. Zira sâhib kelimesi daha çok, uzun süre birlikte olmuş kişiler hakkında kullanılır; dilimizdeki “sohbet” kelimesi de aynı kökten türetilmiştir (Allah’ın yemin etmesi ve Kur’an’da yer alan kasemler konusunda genel bilgi ve değerlendirme için bk. Zâriyât 51/1-6).

İlk âyette yüce Allah necm üzerine yemin etmiştir. Meâlde “yıldız” şeklinde çevrilen necm kelimesinin sözlük anlamları, Kur’an’daki kullanımları ve bağlamı dikkate alınarak bu kelime için değişik yorumlar yapılmıştır. Bunları şöyle özetlemek mümkündür: a) Belirli bir yıldızla sınırlı olmaksızın, yıldız olarak nitelenebilecek gök cisimleri. b) Süreyya (Ülker) yıldızı: Araplar necm kelimesini daha çok bu anlamda kullanırlardı. c) Zühre yıldızı: Bazı Arap kabileleri bu yıldıza taparlardı. d) 49. âyette geçen Şi‘râ yıldızı. e) Hz. Muhammed: Kelime burada mecaz anlamında kullanılmıştır. f) Kur’ân-ı Kerîm veya o ana kadar inmiş olan kısmı: Ara ara, parça parça verilen şeyin her defasında verilen miktarına necm denir; dolayısıyla burada Kur’an’ın tedrîcî olarak, parça parça indirilme özelliğine işaret edilmiş veya Kur’an’ın o ana kadar gelen kısmı kastedilmiş olabilir. g) Gövdesi olmayan bitkiler: Rahmân sûresinin 6. âyetinde kelime bu mânada kullanılmıştır. Âyette geçen hevâ fiili “inme, meyletme, düşme, yukarıya yükselme” mânalarına gelir; belirtilen yorumlarda, daha çok “inme” anlamı esas alınmıştır. Meselâ “necm” yıldız olarak kabul edilince âyette, belirtilen yıldızın veya genel olarak yıldızların ufuktan inişinin, düşüşünün kastedildiği yorumu yapılmıştır, ki böylece gök cisimlerinin sukut (kütle çekimi, gravitation) kanununa tâbi olduklarına dikkat çekilmiş olmalıdır; ancak yıldız için bu fiilin hem doğmayı hem batmayı ifade etmesi mümkündür. Öte yandan, bu ifadeyle yıldızların kıyamet gününde sönüşüne veya dağılışına işaret edildiği kanaatini taşıyan müfessirler de vardır.

Burada Kur’an’ın veya o ana kadar gelmiş kısmının kastedildiği düşünüldüğünde de, vahyin inmesi esnasında tecelli eden ilâhî irade ve olağanüstülükler üzerine yemin edildiği söylenebilir. Yine, Hz. Muhammed’in kastedilmiş olabileceği yorumunda, onun mi‘racdan inmesi veya mekânın üstüne (fizik ötesi âleme) yükselmesi açıklamaları yapılmıştır. Necm kelimesinin “gövdesiz bitki” mânası esas alındığında ise bu fiille birlikte kullanılması, otların yükselip yere yatmasına yani baharın iyice belirgin hale geldiği döneme işaret şeklinde açıklanmıştır (Taberî, XXVII, 40-41; Beyzâvî, VI, 98-99; Şevkânî, V, 122; Elmalılı; VII, 4569- 4570).

(DİYANET TEF.)

Sûrenin bu ilk ayetlerini okurken Peygamberimizin kalbinin yaşadığı o aydınlık, o engin, o uçarı ufukta birkaç saniyeliğine yaşıyoruz. Nurdan kanatlarla yüce ruhların o engin alemine doğru süzülüyoruz; o ilahi melodinin okşayıcı namelerini sözcüklerin titreşimlerinde, çağrışımlarında ve mesajlarında işitiyoruz.

Evet, birkaç saniyeliğine Peygamberimizin kalbi ile başbaşa yaşıyoruz. Bu kalp açıktır, örtüsüzdür, perdesi kaldırılmıştır. Yüceler aleminden mesaj almaktadır. İşitiyor ve görüyor. Aldığı mesajı içine sindiriyor. Aslında bu saniyeler o saf kalbe özgü saniyelerdir. Fakat yüce Allah, kullarına lütufta bulunarak bu saniyeleri canlı bir tasvir üslubu ile onlara anlatıyor. O saniyelerin seslerini, çağrışımlarını ve mesajlarını kulların kalplerine aktarıyor. Onlara bu saf kalbin yüceler aleminin eteklerinde geçen gezisini tasvir ediyor. Adım adım, sahne sahne, kesit kesit onlara bu gezinin ayrıntılarını sunuyor. Öyle ki, bu ayetlerin okuyucuları, bu gezinin tanıklarıymış gibi oluyorlar.

Bu çarpıcı niteleme, yüce Allah'ın bir yemini ile başlıyor: "Kayan yıldız hakkı için." Burada yıldızın parıldaması, sonra yörüngesinden kayıp yere yaklaşması hareketini gözlüyoruz. Bu hareketli sahne, adına yemin edilen Cebrail'in sahnesine tıpatıp benziyor. Okuyoruz: "Yüce ufuktayken. Sonra yaklaştı, yere doğru uzandı. Öyle ki, Peygamber ile araları iki yay aralığı ya da daha yakın oldu. O anda Allah, Kul'una dilediği mesajı vahyetti." Görüldüğü gibi sûrenin ilk ayetlerinden itibaren sahneler, hareketler, çağrışımlar ve mesajlar arasında uyum gözetiliyor. Evet "Kayan yıldız hakkı için". Bu yemin cümlesinde kasdedilen yıldızın hangi yıldız olduğu konusunda çeşitli yorumlar yapılmıştır. Bu yorumların en akla yakın olanı burada "Şira" yıldızına işaret edildiğini ileri süren görüştür. O dönemin bazı müşrikleri "Şira" yıldızına tapıyorlardı. Ayrıca sûrenin sonlarına doğru bu yıldızın adından şöyle sözediliyor:"(Bazı müşriklerin taptıkları) `Şira' yıldızının Rabb'i de O'dur."

Eski çağlarda bu "Şira" yıldızına büyük önem verilirdi. Bilindiği gibi eski Mısırlıların hesaplarına göre bu yıldız, yörüngesinin tepe noktasından geçerken Nil nehri taşıyordu. Bu yüzden bu yıldızı izlerler, hareketlerini gözlerlerdi. Eski İran ve Arap masallarında bu yıldızdan sık sık sözedildiği görülür. Bu yüzden ayette bu yıldıza işaret edilmiş olması, akla yakın bir ihtimaldir. Peki niye bu yıldızın "kayma" sahnesi seçildi? Akla gelen ilk ihtimal bu seçimin yukarda sözünü ettiğimiz uyumun sağlanması için yapılmış olmasıdır. Bir başka gerekçe de okuyucuya şu mesajı vermek olabilir: Bir yıldız ne kadar kocaman ve görkemli olursa olsun, yörüngesinden kayar, yerini değiştirir. Öyleyse tapılmaya, ilah edinmeye layık değildir. Çünkü değişmezlik, yücelik ve süreklilik, ilahın vazgeçilmez niteliklerindendir.

İlk ayet yemin cümlesi idi. Yeminin konusu ise Peygamberimizin müşriklere anlattığı "vahiy" meselesi, bu vahyin niteliğidir. Okuyalım: "Arkadaşınız Muhammed ne sapıttı ne de azıttı. O havadan konuşmuyor. Söyledikleri kendisine indirilen bir vahiydir: ' Yani arkadaşınız Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- akıllı bir insandır, şaşkın değildir; doğru yoldadır, sapık değildir; samimidir, kötü niyetli değildir; Hak'tan, yani Allah'tan aldığı gerçeği size duyuruyor. Kuruntulu, uydurmacı veya iftiracı değildir. Size mesaj iletirken havadan konuşmuyor. Söyledikleri, kendisine indirilmiş bir vahiydir. O doğru ve güvenilir bir aracı sıfatı ile kendisine gelen vahyi size duyurmaktadır.

(S.KUTUB)

1. İbn Abbas, Mücahid ve Süfyan-ı Sevri, "en-Necm" kelimesiyle Süreyya Yıldızı'nın kastolunduğunu öne sürerlerken, İbn cerir ve Zamahşeri de aynı görüşü paylaşmışlardır. Çünkü Arapça'da (en-Necm) kelimesi genellikle Süreyya Yıldızı için kullanılır. Suudi ise, "en-Necm" kelimesiyle Zühre Yıldızı'nın kastedildiği kanaatindedir. Ebu Ubeyde Nahvi'ye göre de, en-Necm yıldızların bir cinsi olması hasebiyle, burada, ayetin anlamı "Tüm yıldızların sabahleyin battığı zamana yemin olsun ki" şeklindedir. Mahal itibarıyla son görüş kabul edilmeye daha uygundur.

2. Burada muhatab Hz. Muhammed (s.a) ve dolayısıyla Kureyşlilerdir. "Sahibüküm"; yani "sizinle birlikte uzun müddet yaşamış olan arkadaşınız Muhammed". Burada, "Rasûlüllah" ya da "Rasûlümuz" şeklindeki ifadeler yerine, "arkadaşınız" şeklinde bir ifade kullanılmış olmasının ardında, derin anlamlar gizlidir. Çünkü böyle bir nitelemeyle, Kureyşlilere sözkonusu kişinin yani Hz. Peygamber'in (s.a) yabancı biri olmadığı, aksine herkes tarafından yüksek meziyetleri ve yüce ahlâkı bilinen, kendi kavimlerine mensup birisi olduğu vurgulanmaktadır. "Hakkında uydurduğunuz yalan, iftira ve ithamları, yakından tanıdığınız böyle birine, hiçbir sûrette yakıştırmanız mümkün değildir."

3. İşte batan yıldızlar üzerine yemin edilmesinin asıl nedeni budur. "zalle", bir kimsenin doğru yolu bilmeden "gaveyyün" ise bilerek yanlış bir yolu seçmesi anlamına gelebilir. Yani, denilmek isteniyor ki, "Hz. Muhammed (s.a) sizlerin bilmediği, tanımadığı bir kimse değildir. Dolayısıyla O'nu sapıklıkla suçlamanız, sadece bir iftiradır." Bu husus hakkında batan yıldızlar üzerine yemin, şu münasebetle edilmiştir. "Bilindiği gibi, gece gökyüzü yıldızlarla dolu olsa bile insan yine de herşeyi net bir şekilde göremez. Sözgelimi yıldızların etrafı oldukça aydınlattığı bir gecede dahi, bazen bir ağaç uzaktan bir korkuluk gibi, bir ip yılan gibi, bir tepe ise büyük bir hayvan gibi görülebilir. Fakat yıldızlar batıp, ortalığı gündüzün aydınlığı sardığında herşey yerli yerinde, net bir şekilde görünür ve hiçbir şeyin hüviyetinden şüphe edilemez. Hz. Peygamber'in (s.a) hayatı da işte böyle, tıpkı gündüz gibi apaçıktır. Sizlerin de çok iyi bildiği gibi, arkadaşınız fıtratı temiz, akıllı ve kavrayışı derin birisidir. Bu özelliklerine rağmen, Onun doğru yoldan saptığından nasıl kuşku duyulabilir? Ayrıca sizler, Onun gayet dürüst ve iyi niyet sahibi bir kişiliği olduğunu da bilirsiniz. O halde, yüksek meziyetleri olan, iyiniyetli, fıtratı temiz bir insanın doğru yoldan saptığını ve hatta başkalarını da saptırmaya çalıştığını nasıl iddia edebilirsiniz?

(MEVDUDİ)

1. “Batmakta olan yıldıza andolsun ki,”

Batmakta olan yıldıza veya battığı zaman yıldıza yemin olsun ki. Buradaki Necm’den kasıt; ya şu semamızın simasını süsleyen, gökyüzünün zîyneti olarak Rabbimizin yarattığı, Rabbimizin âyetleri olan yıldızlardır, ya da bunun bir başka mânâsı, karanlık dünyayı nûruyla aydınlatan, parça parça, bölük bölük inen Kur’an sûreleri, Kur’an âyetleridir. Öyleyse zulmet içindeki insanlığın hayatını, dünyasını aydınlatmak üzere parça parça, bölük bölük inen vahye yemin olsun ki. Rabbimiz vahyine yemin ediyor. Allah vahyine, Allah bilgisine yemin olsun ki.

2. “Arkadaşınız (Muhammed), sapmamış ve azmamıştır.”

Vahiyle hareket eden, hayatını o vahiyle düzenleyen, istinat noktası vahiy olan sahibiniz, arkadaşınız sapıtmadı, kendi arzusuna, kendi hevâ ve hevesine uymadı. Kendi kendine, kendi görüşlerine göre bir dünya kurmadı. Kendi fikirleri, kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya yönelmedi. Arkadaşınız sapmadı, sapıtmadı, yolunu kaybetmedi. Azmadı da, azgınlaşmadı da. Doğru yolu, hak yolu bilememek, şaşırmak gibi veya bildiği halde doğru yolu terk edip bir başka yola gitmek gibi bir duruma düşmedi. Dikkat ederseniz burada; “arkadaşınız, sahibiniz” denmektedir. Elçimiz, Resûlümüz demiyor da Rabbimiz, arkadaşınız diyor. Sizin kendisini tanıdığınız, kendisiyle sohbet edip, arkadaşlık kurduğunuz, sizin lehinize hareket eden dostunuz deniyor. Şu içinizde doğup büyüyen, çocukluğu, gençliği aranızda geçmiş, tüm geçmişini tanıdığınız, tüm hayatına muttali olduğunuz, hepinizin yakından bildiği arkadaşınız. Kırk yıllık geçmişiyle aklına, ahlâkına, eminliğine, dürüstlüğüne şahit olduğunuz, aleyhinde delil getirebileceğiniz bir tek falsosuna bile şahit olmadığınız, bir tek yüz kızartıcı suçuna muttali olmadığınız, tek bir yalanını yakalamadığınız, sizi asla aldatmamış, emânetlerinize zerre kadar hain davranmamış, Allah kullarını aldatmamış bir insanın, kırk yaşından sonra birden bire değişerek Allah’tan kendisine böyle bir vahiy gelmediği halde, Allah yeryüzünde kendisini sözcü seçmediği halde, Allah’a iftira ederek, Allah kullarını aldatarak; “bana vahiy geliyor” diye yalan söyleyip, insanları kandırmasını nasıl düşünebiliyorsunuz? Nasıl diyebiliyorsunuz bunu tüm hayatını tanıdığınız emin bir kimseye? Kendisi asla sapmayan, insanları da saptırmaya çalışmayan, kendisi asla aldanmayan, sizi de asla aldatmaya çalışmayan arkadaşınız hakkında nasıl şüphe edebilirsiniz? diye Rabbimiz elçisinin doğruluğuna, hak yolda oluşuna şehadette bulunuyor.

“Arkadaşınız” ifadesiyle Rabbimiz onları bu konuda düşünmeye çağırıyor. O yabancı birisi değil ki, sizin arkadaşınızdır. Sizin içinizde doğup büyüyen, bildiğiniz tanıdığınız bir kimsedir o. Daha önce ona “Muhammed’ül Emin” diyen sizler değil miydiniz? Hiç düşünmüyor musunuz? Bir adam belli bir zaman dilimi içinde hem akıllı, hem deli, hem güvenilir, hem hain olabilir mi? Belki Rasulullah Efendimize ve onun getirdiği vahye dün de, bugün de karşı çıkan tüm kâfirlerin en büyük yanılgı noktaları işte burada oluyordu. Düne kadar kendisine “Muhammed’ül Emin” dedikleri, her şeylerini kendisine emânet ettikleri bir insana Allah vahyi iner inmez, o insan Allah vahyiyle konuşmaya başlar başlamaz, Kur’an gelir gelmez, gelen bu vahiy yeryüzünde, insan hayatında etkili bir gündem oluşturur oluşturmaz, etkisi çevreye yayılır yayılmaz, vahyi için Rabbimizin yeryüzünde seçtiği sözcüsünden zerre kadar bir şüphesi olmayan kâfirler hemen o elçinin bir şair, bir kâhin, bir sihirbaz olduğunu söylemeye başlıyorlar. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Vahyi, Allah’ın insan hayatına karışmasını reddeden kâfirler, sürekli bu vahiy için odak nokta seçilmiş elçileri reddetmişlerdir.

Vahyin yeryüzündeki sözcüsüne karşı çıkıp, onu reddederken de, sadece reddetmekle bu işi götüremeyeceklerini bildikleri için, Allah sözü olduğu konusunda zerre kadar bir şüpheleri olmadığı halde “bunu o uydurdu” deme yolunu tutuyorlardı. Rabbimiz de işte böyle kitabında, her indirdiği sûresinde ısrarla bu sözlerin elçiye ait değil, kendisine ait olduğunu, elçinin bu sözlere hiçbir ilâve ve çıkarma yetkisinin, hiçbir gizleme ihanetinin olamayacağını vurgulamaktadır. İşte burada da yeminle Rabbimiz bu hususu anlatıyor.

3-4. “O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy iledir.”

O peygamber, asla hevâsından, kendisinden, kendi nefsinin arzularına göre söz söylemez. O peygamber kendisine gelen Allah sözünün dışında ona kendisinden bir şeyler katıp karıştırarak, kendisinden bazı ilâveler ve çıkarmalar yaparak kendi kendine bir din oluşturma, kendi kendine bir sistem kurma yoluna gitmez. O sadece vahyi konuşur. Sadece vahyin sözcülüğünü, Allah’ın sözcülüğünü yapar. Onun konuştukları sadece Allah vahyidir. Öyleyse ne oluyor size? Daha önce sevip saydığınız, değer verdiğiniz bir insana şimdi vahyi konuşmaya başladı, Allah sözlerini gündeme getirmeye başladı diye mi gazaplanıyorsunuz? Halbuki onun konuştuğu sadece vahiydir. Allah konuş dediği için o, bunları konuşmaktadır. Ne zaman mecnun demişlerdi ona? Ve ne için mecnun demişlerdi? Peygamberliğini ortaya koyduktan, Kur’an okumaya, Allah’tan aldığı mesajı insanlara ulaştırmaya ve insanların hayatlarına karışmaya başladıktan sonra demişlerdi bunu. Kur’an’da Allah’ın kendisine indirdiklerini insanlara dediği, duyurduğu için, insanların hayatlarının bozukluklarını eleştirip onları Allah’ın istediği kulluğa çağırdığı için, böylece insanların rahatlarını, keyiflerini kaçırmaya başladığı andan itibaren bunu demişlerdi. Yani Kur’an okuduğu, Kur’an’la amel ettiği, hayatını Allah adına yaşamaya başladığı için demişlerdi ona bunu. Bugün de öyle. İnsanların hayatına karışmadığınız müddetçe, onların bozukluklarına ilişmediğiniz sürece, onlara hakkı duyurup bâtıllarını tenkit etmediğiniz sürece, sizden iyisi yoktur. Ama insanların hayatlarına karıştığınız zaman demeyecekleri yoktur size.

Bu ve benzeri âyetlerden anlıyoruz ki; Rasulullah Efendimizin söylediği sözlerin tamamı vahiydir, vahye dayanmaktadır. Onun, bu Allah sözüdür diye bize ulaştırdıkları da vahiydir, kendi konuştukları da vahiyden kaynaklanmaktadır. O, Allah’ın yeryüzünde konuşan yanıdır. Allah’ın sözcüsüdür. Onun hayatı, sözleri, fiilleri ve takrirleri Allah tarafından onaylanmıştır. O, sürekli Allah kontrolünde bir beşerdi ve eğer söyleyip yaptıkları konusunda bir hatası, bir kusuru olmuşsa, zaten bu hemen Allah tarafından uyarılıp düzeltilmiştir.

Evet, sürekli Allah kontrolünde olan ve Rabbimiz tarafından kendisine gönderilen vahyi açıklamak ve o vahyin gölgesinde şeriatın kaidelerini ve esaslarını koymakla mükellef olan Rasûlullah efendimizin sözlerini elbette vahyin dışında mütalaa etmemiz mümkün olmayacaktır. Çünkü biz biliyoruz ki vahiy sürekli onun yaptıklarını onaylamak ve düzeltmek durumundaydı. Rasûlullah efendimizin kendiliğinden, kendi içtihadıyla yaptıkları, söyledikleri konusunda eğer bir yanlışı, bir hatası olmuşsa gönderdiği vahyiyle Rabbimiz hemen onu düzeltiyor ve din olarak onun bize yanlış intikaline izin vermiyordu. Çünkü Rasûlullah efendimiz bizim yasal kulluk örneğimizdi ve ondan bize intikal eden her şey bizim için dindi ve bizim için bağlayıcıydı. Ama bu ifademden onun söylediği her sözün Allah tarafından kendisine vahy edilmiş sözler olduğu manası çıkarılmamalıdır.

Bu sözümle demek istiyorum ki Rasûlullah efendimizin hadisleri genel olarak vahyin dışında mütalaa edilmemelidir. Sadece kutsi hadisler bunlardan farklı olarak Rabbimiz tarafından vahiy yollarından birisiyle Rasûlullah efendimize telkin edilen sonra da Rasulullah efendimiz tarafından kelimelere dökülen hadislerdir. Yani bu hadislerin Rabbimize izafe edilmesi lafız itibariyle değil de muhteva itibariyledir. Böyle bir üslubu Kur’an’da da görmekteyiz. Meselâ Rabbimiz kitabında her bir peygamberin kavimleriyle konuşmaları Arapça olmamakla birlikte bu konuşmalarını Arapça bir dille aktardığını görüyoruz.

(A.KÜÇÜK)

 “Ven-necmi izê hevê”. (1) “Mê dâlle sâhîbûkûm ve-mê ğâvê” (2) “Ve-mê yentîkû âni’l-hevê” (3) “İn hûve illê vâhyûn yûhâ” (4) Vahyin aşamalı, parça parça, peyderpey inişini düşün. “Ven-necmi izê hevê” Ven Necm; İlk anlamı yıldız. Fakat bu kelime aynı zamanda Kur’an’ın parça parça inişini ifade eden temcin sözcüğünün de türetildiği kelime. Onun için parça parça inişi, peyderpey inişi, aşamalı olarak inişi ifade eder. Ki İbn. Abbas’tan büyük öğrencisi Mücahid’in nakline dayanır bizim tercihimiz. Yoksa ilk anlamıyla çevirirsek ayeti, göründüğü zaman yıldızı düşün anlamını verebiliriz.

“Mê dâlle sâhîbûkûm ve-mê ğâvê” arkadaşınız ne sapmıştır ne de kanmıştır. Yani o ne kendiliğinden yoldan çıkmıştır, ne de bir başkası onu yoldan çıkarmıştır. Eğer böyle düşünüyorsanız yanlış düşünüyorsunuz. Eğer böyle düşünüyorsanız yalnızca Allah Resulüne hakaret etmiş olmazsınız, Allah’a da hakaret etmiş olursunuz. Çünkü o elçidir. Elçinin onuru, onu gönderen kapının onurudur. Elçiye zeval olmaz. Siz elçiye eğer hakaret ederseniz, aslında bu elçiyi gönderene hakaret olarak anlaşılır. Hala aklınızı başınıza almayacak mısınız?

“Ve-mê yentîkû âni’l-hevê” O kendi keyfinden konuşmamaktadır. Yani ben size Allah’ın kelamını iletiyorum derken, bu kendi sözleri değil, Allah’ın ona indirdiği vahyidir. Bu ayetten yola çıkarak Resulallah’ın mübarek dudaklarından dökülen her cümleyi, her sözü vahiy ilan etmek elbette ki doğru değil. Çünkü en çok ben de sizin gibi bir insanım, bir beşerim sözcüğünü duyduğumuz zat Resulallah’tır. “(Kûl innemê) ene beşerûn mislûkûm”. (Hadis) Ki Rabbimiz ona ben de sizin gibi bir insanım demesini mükerreren emrediyor. Bu ayette ifade buyrulan şey bizzat vahyin kendisidir.

“İn hûve illê vahyûn yûhâ” işte bu ayette delilidir. Bu vahiy, bu Kur’an kendisine indirilmiş olan bir vahiyden ibarettir. Yani o ben konuşuyorum, benim sözümü dinleyin, bunları ben söylüyorum demiyor. Bunları Allah’tan aldım diyor. Allah’tan aldım diye size ilettikleri sadece vahiydir. Ama Allah’tan aldım demedikleri ise vahiy değildir. Bu zaten bu anlama gelir.

Muhtemelen nüzul sürecinde vahiy teriminin geçtiği ilk yer burası. İslam öncesinde bu kelime kullanılıyor mu? Evet, cahiliye de bu kelime kullanılıyor. Vahiy sözcüğü kullanılıyor. Fakat bu anlamda değil. Mesela dikili taş anıtlar için kullanılıyor. İki ana niteliği var kelimenin. Etimolojisinde, kök anlamında iki mana var. Birincisi sürat, ikincisi ise hıffet. Yani birincisi hızlılık, süratlilik ikincisi gizlilik, kapalılık, örtülülük. Bu kelime ile ifade edilen tüm versiyonlar bu iki ana anlamı taşımak durumunda. Bir mesajı dil dışı bir yolla muhatabına iletmeye vahiy diyoruz. Ki ilham, işaret, ima, ilka ve ihsas vahyin anlam alanına dahildir. Bir şeyi karşıdakine ima etmek, veya işaretle bildirmek dil dışı yöntemle, işaretle. Onu al oraya koy diyoruz mesela. Mesela sus diyoruz. Bunlarda dil dışı yöntemle bir manayı muhataba iletmek.

İlahi anlamların vasıtalı ya da vasıtasız vahyin ilk muhatabı olan peygamberin kalbine ilham ve ilka edilmesine ıstılahta vahiy denilir. Vahiy tüm süreçleriyle gerçek bir mucizedir. Akıl sır ermez bir mucizedir. Nasıllığını asla kavrayamaz insan. İşte o soruya ilişkin sınırlı bir bilgiyi Kur’an, vahiy, kendisi bu sûrede vermektedir. Aşkınla içkin arasındaki akıllar üstü ilişki ve iletişim biçimine tekabül eder. Gerçekten de insan aklı melek gibi madde üstü bir varlıkla, insan gibi maddi bir varlığın nasıl bir zeminde buluştuğunu, konuştuğunu, mesajın ilahi anlamıyla, mesajın lahuti başı ile, aşkın başıyla, içkin ayağının, yani kelimelerin nasıl birbirine kavuştuğunu, yani kelimelerin ruhu olan anlam ile kelimelerin cesedi olan harflerin birbirine nasıl ilka edildiğini, üflendiğini biz insanoğlu basit bir biçimde anlayamayız. Zaten bunu anlatan da yok. Bize ancak bunu ilahi bir vahiy anlatırdı. O da bize işte şu anda okuyacağımız ayetlerde gördüğümüz kadar anlattı. Şimdi biz bu mucizenin nasıl gerçekleştiğine ilişkin üstü örtülü, mecazi bir dille, sembolik bir dille kısa bir anlatımını göreceğiz.

1 Veya: "Yücelerden inen vahyin gözler önüne serdiği (hakikat) şahit olsun!" ya da "Göründüğü zaman yıldız şahit olsun!" Bağlamla uyum halindeki tercihimiz, Mücahid'in İbn Abbas'tan nakline dayanır (Taberî). Yemin vavı için bkz. 5/Duhâ: 1, not 1.

2 Muhtemelen vahy teriminin ilk geçtiği yer. İslâm öncesinde dikili taş anıtlar için kullanılmaktaydı. Kök olarak "açığa çıkarmak, ifşa etmek, imâda bulunmak, kafa sallamak, işaretleşmek, birisinin aklına düşürmek, ilham etmek" anlamlarına gelir. Kelimenin iki temel vasfı "hızlılık" ve "gizlilik"tir. Bir mesajı dil dışı bir yolla muhataba iletmeyi ifade eder. "İlham, işaret, îmâ, ilka, ihsas" vahyin anlam alanına dahildir. Terim olarak "İlâhî mânaların vasıtalı veya vasıtasız peygamberin kalbine ilka edilmesi" olarak tarif edilir. Vahyin inişi, bir ucu gayba dayalı mucizevî bir süreçtir. Aşkınla içkin arasındaki ilişki ve iletişimin ifadesi olan vahyin inişine dair tüm açıklamalar, son tahlilde, işin mahiyeti gereği gaybın akıl sır ermez duvarına toslamağa mahkûmdur (Vahye dair bkz. 31/Zelzele: 5, not 6; 82/Şûrâ: 51, not 62).

(M.İSLAMOĞLU)