"Eûzû Billêhi mine’ş-şeytâni’r-racîm" “Bismillahir-Rahmanir-Rahîm”
Şimdi aziz Kur’an dostları Müddessir suresinin tefsirine geçiyoruz kısa bir girişten sonra inşaAllah.
Müddessir adını ilk âyetinden alır. Kelime sadece burada yer alır ve sûrenin tek adı budur. Tartışmasız ilk sûrelerdendir. Hz. Aişe'den gelen rivayette, "vahiy kesintisinin ardından inmiştir (Buhârî ve Müslim). Cabir b. Zeyd rivayeti de aynısını söyler (Müslim). Rivayetlere göre Allah Rasulü vahiy kesintisi (fetretu'l vahiy) sırasında derin bir hüzün ve boşluk yaşamıştır. Bu kesintiyle amaçlananın vahyin ağırlığı altında inleyen Nebi'yi, vahye hasret gitmenin daha büyük ıstırap olduğuna ikna etmek olduğu anlaşılır. Bu durumda "fetretu'l vahy" denilen ara verme olayı, ilâhi inşanın bir parçası olmuş olur. Bu kesintinin 3, 13, 15, 25, 40 gün, ya da 6 ay veya 2.5 yıl sürdüğüne dair rivayetler vardır. 3, 13, 15 ve hatta 25 günlük bir ara, "fetret" olarak adlandırılmayı hak etmez. Zira 6000 küsur âyetlik bir mesaj 23 yıllık bir zaman diliminde inmiştir. Kurulacak bir vahiy-zaman orantısında üç-beş haftalık aralık, kesinti değil normal iniş aralığına tekabül eder. 2.5 yıl rivayeti ise inandırıcı değildir. Eğer 2.5 yıllık bir kesinti olsaydı, 3, 13, 15, 25 günden söz edilmesi abes olurdu. Zira günlü rakamlarla yıllı rakamlar arasında uçurum var.
Olay şöyle izah edilebilir: Vahiy sürecinin daha başında Allah Rasulü vahiy kesildi zannederek endişeye kapılmıştır. Duhâ 3. âyet bunun şahididir. Bu endişe de bir rahmet olmuş, böylece vahiyden ayrı kalmanın acısının vahyin sorumluluğundan daha büyük olduğu anlaşılmıştır. Efendimizi endişeye sevk eden şey, vahiy süreci içinde tabii karşılanması gereken ve aylarla ifade edilebilecek bir aradır. Fakat vahyin iniş sıklığı henüz tam bilinmediği için bu ara kesinti [fetret] olarak anlaşılmış olmalıdır.
Sûre tüm ilk tertiplerde Müzzemmil'den sonra yer alır. Zaten iki sûre arasında Kur'an'ın çift kutuplu yapısına [mesâni] uygun bir bağ vardır. Müzzemmil "eylem ahlâkı" Müddessir "söylem ahlâkı" inşa eder. Muhtevayı esas aldığımızda bu sûreyi Fatiha, 'Alak, Duhâ ve Müzzemmil'in ardından 5. sıraya yerleştirebiliriz. Bu sıralama "kâfirler"in ilk kez burada kullanılmasını da izah eder niteliktedir (10).
Sûrenin tümünün tek celsede inip inmediği konusunda kesin bir şey söylenemez. Müddessir sûresi konusu itibarıyla Kur'an'ın fihristi niteliğindedir. İlk yedi âyette yer alan yedi emir, sûrenin amacının muhatabını inşa olduğunu gösterir.
Adını ilk ayetinden alıyor. Sadece burada kullanılıyor Müddessir. Müzzemmil’in zıt yani mukabil anlamlısı olduğunu söylemiştim. Müzzemmil üste bir şey almak, Müddessir alta bir şey almaktır. Tedessera’dır aslı, kişi altına bir şey aldı. Onun için yatak bu isimle isimlendirilir. Yatan kişi yatak üzerinde yatarken de Müzzemmil olarak yatan kişi manasına gelir. ‘Alak; Müzzemmil den sonra Müddessir suresi gelir. sırası budur. Resulallah’ın vahyin geliş sıklığını tecrübe etmesinden önce. Vahyin kesildiğini sandığı, ama doğal bir ara vermeden ibaret olan bir dönemde inmiştir. Fetret-i vahiy dedikleri ama ben gerçek bir fetret olmadığı kanaatindeyim, sadece Resulallah vahyin geliş sıklığını öğreninceye kadar bunu bir kesinti zannetmişti diye düşünüyorum.
Müzzemmil ve Müddessir arasında çift boyutluluk var. Kur’an’ın mesani özelliği gereği. Müzzemmil eylemin inşasına, Müddessir söylemin ve ahlakın inşasına dairdir. İlk 7 ayette yine 7 emir gelir. Tıpkı Müzzemmil’de olduğu gibi. Vahiy Allah resulünü ve mü’minleri inşa etmektedir. Tümünün tek celsede inip inmediği tartışmalıdır. Şimdi suremize geçebiliriz.
(M.İSLAMOĞLU)
[Ek bilgi; Bu surenin bazı ayetlerinin daha sonraki bir tarihte nazil olduğu muhtemel ise de, surenin tümünün Mekke döneminin ilk yıllarına, yani Muhammed (s)'in tebliğinin başlangıç yıllarına ait olduğu tartışmasızdır. Ancak ilk döneme ait ve kısa olmasına rağmen bu sure, bir bütün olarak Kur’an’-+ın işlediği hemen hemen bütün temel kavramları ortaya koyar:
Allah'ın birliği ve benzersizliği, yeniden dirilme ve nihaî yargılama, ölümden sonra hayat ve onunla ilgili bütün müteşabih tasvirler; insanın zayıflığı ve Allah'a kesinlikle muhtaç oluşu; boş gurura, büyüklenmeye ve bencilliğe karşı zaafı; her insanın kendi davranış ve eylemlerinden bireysel olarak sorumlu oluşu; “cennet” ve “cehennem”in keyfî bir ödül veya ceza değil de kişinin yeryüzündeki hayatının doğal sonuçları olması; bütün sahih dinî tecrübelerin tarihî devamlılığı prensibi; ve sonraki vahiylerle geliştirilecek olan daha başka düşünce ve kavramlar. Tevhid, nübüvvet ve ahiret konuları işlenmiştir.
(Muhammed Esed- Tefsir-u mesaj)]
Alak Sûresinin ilk âyetleri nâzil olduktan sonra vahiy kesilmişti (fetretü'l-vahy) Rasûlullah (s.a.s), buna çok üzülmüş ve âdeta ne yapacağını şaşırmıştı. Cabir İbn Abdullah (r.a.), vahyin gelmediği o dönemden söz ederken Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle söylediğini rivayet eder: "Bir gün yolda yürüyordum. Aniden gökten bir ses işittim. Başımı kaldırdığımda, daha önce Hira mağarasında gördüğüm o meleği, yerle gök arasını dolduran bir kürsüde oturur vaziyette gördüm. Dehşete kapılarak, hemen eve döndüm. "Beni örtün, beni örtün" diye bağırıyordum. Evdekiler beni örttüler. Bunun üzerine Allah tarafından bu; "Ey örtünen" ayetiyle başlayan süre nâzil oldu."
Mekke müşriklerinin Peygamber (s.a.s)'e karşı tavır koyarken içinde bulundukları açmazı ilginç bir şekilde ortaya koyan diğer bir rivayet de şöyledir: Hac günleri gelmiş, tüm Arap yarımadasından topluluklar Mekke'ye gelmeye başlamıştı. Mekkeli müşrikler telaş içerisinde, insanları Hz. Peygamber (s.a.s)'den nasıl uzak tutacaklarının yollarını arıyorlardı. Kendileri, Kur'an-ı Kerim'in çarpıcı ilâhî üslubu karşısında çaresiz kaldıkları için, bu ilâhî mesajı duyan insanların etkilenip Peygamber'e uyacaklarından endişe ediyorlardı. Bunun üzerine Mekkeli müşriklerin ileri gelenlerinden olan Ebu Leheb, Ebu Süfyan, Velid İbn Muğire, Nadr İbn Haris vb. Daru'n Nedvede toplandılar. Aralarında şu konuşma geçti. "Hac günleri geldi. Arap kabilelerinin elçileri gelmeye başladı. Üstelik onlar, hakkında bir şeyler duydukları Muhammed'in söylediklerini soruşturup duruyorlar. Siz ise, onun hakkında farklı farklı şeyler söylüyorsunuz. Kimi deli, kimi kâhin, kimi de şairdir diyor. Ancak her Arap bilir ki, bunların hepsinin bir tek kimsede bulunması mümkün değildir. Onun için, herkesin kullanacağı tek bir kelime üzerinde karara varalım. Onlardan birisi kalkıp; "şairdir diyelim" dedi. Velid buna itiraz ederek şöyle dedi: "Ben bir çok şâir dinledim. Muhammed'in hiç bir sözü onlara benzemiyor" "Öyleyse kâhindir diyelim" dediler. Velid; "kâhin bazen doğru söyler, bazen de yalan söyler.
Muhammed asla yalan konuşamaz" diyerek yine itiraz etti. Bu defa akıl hastasıdır diyelim dediler. Velid tekrar itiraz ederek şöyle dedi: "Akıl hastaları insanlara saldırır. Muhammed asla böyle bir şey yapmadı". Velid ayrılarak evine gitti. Oradakiler Velid'in şirkten döndüğünü zannettiler. Bunun üzerine Ebu Cehil, doğruca Velid'in evine giderek ona; "Abdu'ş-Şems! Sana neler oluyor! Kureyş bir şeyde ittifak ediyor, sen karşı çıkıyorsun. Onlar da senin, delil getirerek dininden döndüğünü zannettiler" dedi.
Velid; "Benim bu iş için de(ile ihtiyacım yoktur" dedi ve ekledi: "Ben iyice düşündüm, o neden bir sihirbaz olmasın? Çünkü onun, babayla oğlun, kardeşle kardeşin, karıyla kocanın arasını açtığını, onları birbirinden ayırdığını duydum ve onun mutlaka bir sihirbaz olduğuna karar verdim". Bu sözü Mekke'de yaydılar. Bunu duyan halk; "Muhammed sihirbazdır" diye bağırmaya başladı. Rasulullah (s.a.s), bu söylenenleri duyunca üzüntü içerisinde eve döndü ve elbisesinin içine büzülerek yattı. Bunun üzerine; "Ey örtülere bürünen " ayeti nâzil oldu.
Bu olay, Mekke müşriklerinin ve sonraki çağlarda hayatlarını İslâm düşmanlığına adamış inkârcıların içinde bulundukları çelişkili ruh yapılarını ortaya koyması açısından ilginçtir. Görüldüğü gibi Velid b. Muğire; "Muhammed asla yalan konuşmaz" dediğinde bunu, oradaki herkes susarak onaylamıştı. Bu aynı zamanda Peygamber (s.a.s)in getirdiği ilâhî mesajın da tasdik edilmesi anlamını taşır. Bir kimsenin yalan söylemesinin imkansızlığını kabul etmek, söylediklerine inanmayı zorunlu kılar. O halde, müşriklerin inkarlarında ısrar etmelerinin sebebi nedir? Bir kimse, zâhiren ne kadar katı bir şekilde inkarda bulunursa bulunsun; Allah'ın takdir ettiği dünyevî ve uhrevî gerçeklerin somut olarak kuşatması altında olduğu hissinden kendini asla kurtaramaz. Öyleyse o, Allah'a karşı, bir ölçüde bilinçli bir başkaldırı içindedir.
Kâfirlerin bir takım dünyevi çıkarlardan dolayı inkar ederek isyanda bulunmaları, onların birer zalim olmalarına sebep olmuş; bu da İslâm'la aralarına onu anlamalarını engelleyen bir perde oluşturmuştur. Onların, küfürlerinde ısrar edişlerinin sebebi, İslâm'ın gerçekliği hakkındaki şüphelerinden kaynaklanmıyordu. Riyaset ve zenginlikleri, böbürlenmelerine, kendilerini diğer insanlardan üstün görmelerine sebep oluyordu. Toplumun akıllarınca en şereflileri kendileri olduğuna göre, Allah Teâlâ'nın peygamberlik gibi yüce bir görevi kendilerinden birine vermesi gerekirdi.
Câhiliye yaşamının pisliklerinin körelttiği akılları, Muhammed (s.a.s) gibi zenginliği ve riyaset iddiası olmayan mütevâzı birine risâletin verilmesini idrak edemiyordu. Ona karşı olan hased ve kıskançlıkları, sapıklıklarında inat etmelerine sebep oluyordu. Bu, Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifade edilir: "Hayır! (Onların inanmaları anlamadıklarından değil) her biri kendilerine ayrı ayrı sahifeler verilmesini ister" (52).
Sûre daha başlangıçta, insanları şirkin ve zulmün karanlığından, zorbaların tahakkümünden kurtarıp hidayete ulaştırmak için Cenab-ı Allah'ın peygamber olarak seçtiği o nezih kulun şahsında bütün mü'minlere sesleniyor: "Kalk ve insanları uyar" (2). Bu hitap kıyamete kadar mü'minlerin kulağında çınlayacaktır. Allah Teâlâ, müslümana daldığı derin uykudan, büründüğü örtüden sıyrılıp, cehenneme doğru sürüklenen insanları Allah'ın dinine döndürmek için cihada ve mücadeleye girişmeyi, bu yolda karşılaşılacak meşakkatlere hazır olmayı emrediyor. Bu işe başlamadan önce, bedenî ve ruhî bir ön hazırlığın olması gereklidir.
Allah Teâlâ, bu terbiyeyi ihtiva eden emirleri verirken vurguladığı noktalar, bir müslümanın cihad yolculuğunda yaşaması gereken hayatın üzerine bina edileceği temel unsurları da bize sunmaktadır: "Rabbini yücelt! Elbiseni temizle! Azaba götürecek şeylerden sakın! Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin(in rızası) için (müşriklerin eziyet ve sıkıntılarına şimdilik) sabret!" (3-8). Daha sonra, inkarcıların Allah Teâlâ'nın verdiği nimetlere karşılık nankörlük göstererek, açık delillere inatla direnmeleri zikredilip kâfirler için çok çetin bir gün olan diriliş gününde yaptıkları her şeyin hesabının kendilerinden sorulacağı haber veriliyor: "Ben onu sarp yo-kuşa (cehennemdeki saûd azabına) sardıracağım" (17).
Bundan sonra gelen ayetlerde, kafirler, Peygamber (s.a.s)'i yalanlarken yapmış oldukları akıl dışı hesaplar kınanarak, ilâhi lânetle lânetlenmektedirler. Onlar, Peygamber (s.a.s)'e akıllarınca bir sıfat yakıştırıp Kur'an-ı Kerim'i de insan sözü olarak nitelediler. Bu tipler için öteki kâfirlerden farklı olarak özel bir cehennem hazırlanmıştır: "Ben onu Sakar’a sokacağım"(26). Allah Teâlâ, kasem ederek onun azabını kimsenin yalanlayamayacağını cehennemin, yaşayışında geri kalan veya ileri gidip azgınlaşan kimseler için bir uyarı aracı olduğu vurgulanarak, Âhirette cennetle ödüllendirilenlerin, cehennemliklere, bu duruma düşmelerine neyin sebep olduğu yolundaki sorusuna verilen cevaplar gözler önüne serilmek suretiyle gaflet içerisinde olanlar uyarılmak isteniyor. Onlar bu soruya şöyle cevap verirler: "Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksullara bir şey yedirmezdik" (Muhammed hakkında kötü sözler söylemeyi) dalanlarla birlikte dalardık. Ta ki ölüm bize gelinceye kadar (bu halde kaldık)"(43-47).
İnkarcıların İslâm'a karşı cinneti andıran davranış biçimlerinin tutarsızlığı anlatılır ve onlar için hiç bir kurtuluş ümidinin olmadığı belirtilerek, Kur'an'ın, aklını kullanabilenler için bir öğüt olduğu ve insanların ondan öğüt alıp almamakta serbest davranabilecekleri bildirilir: "Kim dilerse ondan öğüt alsın" (55). Sûreyi, Allah Teâlâ, insanın kaderinin kendi elinde olduğunu, İslâm'a karşı büyük cürümler işleyenlerin hidayet olunmayacakları; doğru yola iletilenlerin ise buna layık oldukları için, İslâm'la nimetlendirildikleri gerçeğini bütün çıplaklığı ile ortaya koyan şu ayet-i kerime ile bitiriyor: "Allah dilemedikçe de öğüt alamazlar. İşte o (öğüt alan, Allah tarafından) korunmaya da layık olandır" (56).
Bu mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tanımaya başlayabiliriz. Rabbim gereği gibi anlayıp amel etmeyi hepimize nasip buyursun.
(A.KÜÇÜK)