MÂÛN SURESİ


Ayet Getir
107-MÂÛN 7. Ayet

وَيَمْنَعُونَ الْمَاعُونَ

Ve yemneûnel mâûn(mâûne).

Bayraktar Bayraklı

Hayra da mâni olurlar.


Edip Yüksel

Ve yardımı da engellerler.


Erhan Aktaş

Ve küçük, basit, sıradan yardımı bile esirgerler.


Muhammed Esed

ve üstelik onlar, (insanlara) en ufak bir yardımı bile reddederler!


Mustafa İslamoğlu

ama en küçük yardımı bile esirgerler.


Süleyman Ateş

En ufak bir yardımı esirgerler.


Süleymaniye Vakfı

Küçük yardımlara bile engel olurlar.


Yaşar Nuri Öztürk

Ve onlar, kamu hakkına/yardıma/zekâta/iyiliğe engel olurlar.


Ayetin Tefsiri

 

MEAL

6.) Bunlar öyle kimseler ki, (ibadeti) gösteriye dönüştürürler,

7.) ama en küçük yardı­mı bile esirgerler.7

(M.İ)

6.) İşleri güçleri gösteriştir.

7.) Onlar ki [Mekke'ye gelen onca misafiri gösteriş için ağırlar] ; ama fakir konu komşuya kap-kacak gibi bir şeyi ödünç bile vermezler.

(M.Ö)

6.) “Onlar gösteriş yaparlar.”

7.) “Onlar (eğreti olarak) basit şeyleri dahi vermezler.”

(A.K)

1-7.) Ey elçimiz Muhammed! Senin peygamberliğini kabul etmeyen ve âhiret uyarılarını alaya alan, buna rağmen kendilerini dindar ve iyi insanlar olarak gören müşriklerin tavırlarını görüyorsun değil mi? Bunlar tevhit ehli bir peygamber olan ataları İsmail’den tevarüs ettikleri ibadetleri yaparlar, kendilerini doğru yolda görürler. Mescid’i Harâm’ın sahibi olmak ve hacılara hizmet etmekle övünürler, ama diğer taraftan yetimlere ve yoksullara yardım eli uzatmazlar. İbadetlerinde tevhitten sapmış olan bu müşriklerin vay haline!

(H,ELİK; M,COŞKUN)

TEFSİR

Yukarıda insanlara karşı insanlık görevini yerine getirmeyenler kınanmıştı; burada ise Allah’a karşı gerçek anlamda kulluk
görevlerini yerine getirmeyenler eleştirilmektedir. Burada namaz kılmalarına rağmen kınananların olumsuz tutumlarına üç örnek sıralanmıştır: a) Namazlarının özünden uzak olmaları, b) İbadetlerinde halka gösteriş yapmaları, c) Hayra engel olmaları. “(Namazlarının) özünden uzaktırlar” diye çevirdiğimiz sâhûn kelimesinin sözlük anlamı “unutanlar” olup bu bağlamda, “namazlarını vaktinde kılmayanlar” şeklinde yorumlayanlar bulunmuşsa da Taberî, bizim de meâlde esas aldığımız yorumunda sâhûn kelimesini, “namazı ciddiye almayanlar, başka şeylerle meşgul olmayı namaz kılmaya tercih edenler” şeklinde
anlamanın daha isabetli olduğunu, bunun vaktinde kılınmaması veya büsbütün terkedilmesiyle ilgili yorumu da kapsadığını belirtmiştir (XXX, 312).

Bir kimsenin namazı ciddiye almamasının, namaz kılıyor görünse bile onun özünden uzak kalmasının önemli bir sebebi, 6. âyette riyâ kavramıyla ifade edilen “halka gösteriş yapma” eğilimidir. Riyâ, özellikle dinî davranışlarla ilgili bir terim olup “bir kimsenin, kendisinde bulunmayan dinî ve ahlâkî bir meziyeti, bir erdemi varmış gibi göstermesi, iyilik yapıyormuş gibi görünmesine rağmen
yaptıklarıyla –iyiliğin din ve ahlâktaki karşılığından öte– maddî veya manevî bir çıkar amaçlaması” anlamına gelir. İşte âyette bu tutum eleştirilmektedir. “Hayır” diye çevirdiğimiz son âyetteki mâûn kelimesini Taberî, “insanın yararına olan her şey” şeklinde tanımlar ve kelimenin âyetteki anlamının “zekât, farz olan sadaka, diğer malî yükümlülükler, insanların kendi aralarında birbirine yararlandırmadıkları nimetler, hak, ödünç, mal” gibi anlamlara geldiğine dair görüşler naklettikten sonra kendisi mâûn kelimesinin bu bağlamda insanlara iyilik, hayır, nimetlerin paylaşılması gibi anlamları kuşatan genel bir ifade olduğunu belirtir (XXX, 313-320).

Bu sebeple biz de meâlde mâûnu geniş bir kavram olan “hayır” kelimesiyle ifade etmeyi uygun bulduk. Sûrede dikkati çeken önemli bir nokta şudur: İbadetlerde şekil şartları da vazgeçilmez olmakla birlikte, en az şekil kadar özen gösterilmesi gereken husus, imanla birlikte niyet, ihlâs, huşû, takvâ gibi kavramlarla ifade edilen öz ve içeriktir. Kur’an’a göre ibadetlerde niyet ve ihlâs, tevhid ilkesinin ibadetteki yansımasıdır (meselâ bk. Fâtiha 1/5; Âl-i İmrân3/64). Bunu Hz. Peygamber, “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek” şeklinde
belirtmiştir (Buhârî, “Îmân”, 37). İşte 4-6. âyetlerde, “Vay haline o namaz kılanlara ki, onlar namazlarının özünden uzaktırlar; halka gösteriş yaparlar” meâlindeki eleştiriyle verilmek istenen mesaj budur.

Sûrede dikkati çeken diğer önemli bir nokta da Allah’a gönülden ibadet etmekle yardımlaşma ve dayanışmanın dindarlıkta birbirinden ayrılmazlığının vurgulanmış olmasıdır. Buna göre gerçekten dine inanan ve âhiret sorumluluğu taşıyan insan hem Allah’a hem de yaratılmışlara karşı ödevlerinin bilincinde olup bunları tam bir
ihlâs ve samimiyetle yerine getiren, kendisi iyilikler yaptığı gibi
herkesin de iyilik yapmasına ön ayak olan, yardımlaşma ve
dayanışmanın önünü tıkayan değil, aksine gelişip yaygınlaşmasına,
bireyselliği aşarak toplumsal ve kurumsal bir yapı kazanmasına
katkıda bulunan insandır. İslâm’ın hâkim kılmak istediği gerçek
ahlâk ve üstün insanlık işte budur. (4-7)

(DİYANET TEF.)

Bu kıldıkları namazlarından gafil olan namaz kılanların helak edilmelerine ilişkin bir beddua veya tehdittir. Kimdir acaba kıldıkları namazlarından gafil olan bu kimseler? İşte onlar gösteriş yapanlardır, iyiliğe engel olanlardır. Onlar namaz kılarlar fakat namazı hakkı ile ikame etmezler. Namazın hareketlerini yerine getirir, namazın dualarını okurlar fakat kalpleri namaz gerçeğine, namazda okunan Kur'an'a, dualara ve tesbihlere ve bu teşbihlerdeki gerçeğe katılmaz. Onlar namazı sırf Allah için değil, insanlara gösteriş için kılarlar. İşte bu nedenle onlar namazlarından gafildirler. O'ndan habersizdirler. O'nu hakkı ile ikame etmezler. insandan asıl istenen namazı ikame etmektir. Sırf onu eda etmek değildir. Namazı ikame etmek ise ancak onun gerçeğini yaşamak ve onu yalnız Allah için kılmakla olur.
Namazlarını gaflet içinde eda eden bu namaz kılanların işlerinde namaz bu yüzden etkilerini göstermez. Ve bu nedenle onlar yardımlaşmayı engellerler. İnsan olan kardeşlerine yardımı; hayır ve iyiliği engellerler. Yani Allah'ın kullarından iyiliği esirgerler. Eğer onlar gerçekten namazı Allah için ikame etselerdi, onun kullarından iyiliği esirgemezlerdi. İşte Allah katında kabul edilen gerçek ibadetin mihengi budur.
Böylece bir kere daha kendimizi bu inanç gerçeğinin önünde bu dinin karakterinin önünde buluyoruz. Görüyoruz ki Kur'an'ın apaçık bir hükmü namazı hakkı ile ikame etmedikleri için namaz kılanları "veyl" ile uyarıyor. Namazı ruhsuz bir şekilde sırf hareketleri ile eda ettikleri için, namazda kendilerini sırf Allah'a vermedikleri için, gösteriş
hareketleri ile namaz kıldıkları için. Bundan dolayı namaz onların kalplerinde ve eylemlerinde etkisini bırakmamıştır. Öyle ise bu namaz boşa gitmiştir. Hatta bu namaz ağır bir biçimde, cezalandırmayı gerektiren bir günaha dönüşmüştür.

Bu gerçeklerin ışığı Altında yüce Allah'ı insanlara peygamberler göndermesinde, kendisine iman etmeleri ve O'na kulluk etmeleri için mesajlar göndermesinde kullarından istediği şeyin gerçekliğini görebiliyoruz...
 

Yüce Allah imanı ve ibadeti kendisinin ihtiyacı olduğu için onlardan istememektedir. Zira O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Bu emirlerle onların kendi iyiliklerini istemektedir. Onlar için iyilik istiyor, kalplerinin arınmasını istiyor. Hayatta mutlu olmalarını diliyor. Onlar için tertemiz bir bilinç, güzel bir dayanışma, şerefli bir huzur, sevgi, kardeşlik, kalb ve ahlâk temizliği üzerine kurulan üstün bir hayat diliyor. Öyle ise insanlık bu iyilikten uzaklaşıp nereye gidiyor? Bu rahmeti, bu güzel, üstün ve şerefli zirveyi bırakıp nereye yöneliyor? Yol ayrımında bu nur önünde olduğu halde cahiliyyenin hangi karanlık, uğursuz çöllerinde batmaya gidiyor.

(S.KUTUB)

10. Bu cümle müstakil bir cümle de olabilir, önceki cümle ile ilgili de olabilir. Eğer müstakil bir cümle olarak anlarsak anlamı şöyle olur: Hiçbir iyi işi Allah (c.c.) için halis niyetle yapmaz. Onun her yaptığı başkalarına gösteriş içindir. Başkaları onu medhetsin ve onu dünyada hayır sahibi olarak meşhur etsin diyedir. Yaptığının karşılığını bu dünyada görmekten başka bir şey düşünmez. Eğer önceki cümleyle birlikte düşünürsek anlamı şöyle olur: Namazı gösteriş için kılar. Müfessirler genellikle ikinci manayı tercih etmişlerdir. Çünkü ilk bakıtşa bu cümlenin, önceki cümleyle birlikte olduğu anlaşılıyor. İbn Abbas, bundan muradın gösteriş için namaz kılan münafık olduğunu söylemiştir. Çünkü o tip insanlar, başka kimse varsa namaz kılarlar, kimse görmüyorsa namaz kılmazlar. İkinci bir rivayette cümle şöyledir: Yalnızken namaz kılmazlar başkası olduğunda kılarlar. (İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Ebi Hatim, İbn Merduye, Beyhakî) Kur'an'da münafıkların bu hali açıklanarak, "namaza kalktıklarında üşenerek kalkar ve gösteriş için namaz kılarlar. Allah'ı da çok az zikrederler" buyurulmuştur. (Nisa, 142)
 

11. Burada "maun" kelimesi kullanılmıştır. Hz. Ali, İbn Ömer, Said b. Cübeyr, Katade, Hasan Basrî, Muhammed b. Hanefiyye, Dahhak, İbn Zeyd, Mücahid, Ata ve Zührî'ye göre bundan kasıt zekattır. İbn Abbas, İbn Mesud, İbrahim Nehaî, Ebu Malik ve pek çoklarına göre de bundan kasıt, günlük ihtiyaç olan eşyadır. Mesela tencere, kova, balta, terazi, tuz, su, ateş vs. İnsanlar bunları kullanmak için birbirlerine ödünç verirler. Said b. Cübeyr ve Mücahid'den bir kavil de bunu teyid etmektedir. Hz. Ali'nin bir kavline göre de bundan kasıt hem zekat hem de zarurî eşyalardır. İbn Ebi Hatim, İkrime'den nakletmiştir ki, "Maun'un en üstü zekat, en aşağısı da insanın ödünç olarak verdiği elek, kova veya iğnedir." Abdullah b. Mesud şöyle buyurmuştur: Biz Rasulullah'ın ashabı olarak şöyle diyoruz. (Bazı rivayetlerde Rasulullah döneminde böyle denmiştir.) "Maun'dan kasıt tencere, balta, kova ve ödünç verilen bu gibi eşyalardır." (İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe, Ebu Davud, Neseî, Bezzar, İbni Münzir, İbn Ebi Hatim, Taberanî, İbn Merduye, Beyhakî) Sad b. Iyaz, isimlerini açıklamadan Rasulullah'ın ashabından hemen hemen aynı kavli nakletmiştir. Yani O, bunu müteaddit sahabeden duymuştur. (İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe) Deylemî, İbn Asakir ve Ebu Nuaym, Ebu Hureyre'den Rasulullah'ın bu ayeti şöyle tefsir ettiğini rivayet etmişlerdir: "Bundan kasıt balta, kova ve bu gibi diğer eşyalardır." Eğer bu rivayet doğruysa, galiba bundan diğer ashabın haberi yoktu. Yoksa onların bu ayeti başka türlü tefsir etmeleri mümkün değildir. Aslında "maun", kendisinde insanlar için fayda bulunan küçük ve az bir şeye denir. Bu anlamda zekat da maun'dur. Çünkü o da pek çok maldan, yoksullara verilen küçük bir paydır. Diğer taraftan genel ihtiyaç eşyaları da maundur. Nitekim İbn Mesud bu görüşte olanlardandır. Müfessirlerin çoğuna göre "maun", komşuların birbirlerine ödünç verdiği ufak tefek eşyalara şamildir. Bunları almakta bir mahzur olmayan ve zengin olsa da fakir olsa da insanın ihtiyaç duyduğu eşyalardır. Bu tür şeyleri vermekte cimrilik gösteren, ahlâken çok zelil bir hareket yapmış olur. Çünkü bu gibi şeyler ödünç verildiğinde onda hiç bir eksiklik meydana gelmez. "Maun"un tarifi şöyle de olabilir: Evine misafir gelen bir kişinin, komşusundan ödünç yatak alması, komşusunun tandırında ekmek pişirmek istemesi veya bir kaç gün için misafirlik nedeniyle ayrıldığında kıymetli eşyalarını komşusuna emanet olarak bırakmasıdır. Hulasa olarak maksat, ahireti inkar eden bir kimsenin başkalarına böyle küçük fedakârlıkları bile göstermeyecek kadar küçük kalpli olduğunu vurgulamaktır.

(MEVDUDİ)

Onlar namazlarını gösteriş için kılarlar, müraîdirler. Karşılıklı
müraîleşirler insanlarla. O insanlara amellerini, namazlarını gösterir, insanlar da ona övgülerini, beğenilerini, alkışlarını, teveccühlerini gösterirler. İnsanlar duysunlar, görsünler, takdir etsinler diye namaz kılarlar. Yaptıklarının tümünü bu dünyada karşılığını görmek için yaparlar. Çevrelerinde kendilerini görebilecek kimse varsa namaz kılarlar, yoksa kılmazlar.
Bakın Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur: “Kim yaptığını duyurmak isterse mutlaka Allah onu duyurur.” Her kim ki yaptığı bir hayrı şöhret kazanmak için, teveccüh elde etmek için halka duyurursa, Allah onu rezil rüsva eder. Her kim ki halk nazarında bir mevki edinmek için işlediği bir hayrı halka gösterir, riyakârlık ederse kıyamet
günü onun tüm sırlarını deşifre etmek sûretiyle Allah da onu rezil edecektir.

 

Arkadaşlar, yaptığımız her şeyi sadece Allah için yapacağız. Sadece Rabbimizin rızasını bekleyeceğiz. Başkaları alkışlasın, başkalarının gözünde büyüyelim, başkaları nezdinde şöhretimiz büyüsün adına hiçbir hedefimiz olmayacak. Allah’tan başkalarının gözünde şöhrete kurban gitmemeliyiz. Bakın bu konuda bir rivayet nakledeyim. İbni Ebi Meleke’den Buhâri naklediyor: İbni Abbas Ayşe annemize Rasûlullah Efendimizin yanına gömülmesini teklif edince, Ayşe annemiz; “İnsanların bana övgü yağdırmasından korkuyorum” buyurmuştur. İbni
Abbas’ın hemen arkasından İbni Zübeyr girer yanına, yeğenidir, Hz. Ayşe der ki; “biraz önce yanıma İbni Abbas geldi, beni öven sözler sarf etti, artık unutulmak istiyorum” der. Peki Ayşe annemizin bu isteğine benim şimdi bunları nakletmem engel oluyor mu dersiniz? Madem o unutulmak istemiş, ben ne diye hâlâ onun sözünü hatırlayıp hatırlatıyoruz? Biz onların bize din öğreten insanlar diye anlıyor ve dinlemek istiyoruz. Onları peygamber makamına çıkarmak
dileğimiz asla olmadı, olmasın da inşallah. Biz onları asla tanrılaştırmak
istemedik. Hz. İsa aleyhisselam’a bakış gibi bir bakış geliştirmek istemiyoruz.

 

Bunun yasaklığına inanıyoruz, Allah imanımızı devamlı ve makbul kılsın. Ama Hz. Ayşe annemizin bu dediği bizim dini anlamamıza yardımcı olacak diye öğrenmeye ve size nakletmeye çalışıyoruz.
Yine Abdullah Bin Zübeyre başka bir sözü var Ayşe annemizin. “Beni diğer arkadaşlarımın yanına defnedin. Resûlullah’ın yanına defnetmeyin. Çünkü insanların beni lâyık olmadığım şeylerle övmelerini istemiyorum” Bu iki haber bana şunları anlattı. Rasûlullah Efendimizin odası, yani Hz. Ayşe annemizin kaldığı ev bir odadan ibaretti ve sadece üç kişiye mezar olacak genişlikteydi. Rasûlullah Efendimiz o odada ve Hz Ayşe annemizin dizinde vefat etmişti. Bunun üzerine yine peygamber efendimizden öğrendiğimiz bir gerçekle; “Peygamberler vefat ettikleri yerlere defin olunur” dan dolayı Rasûlullah oraya defin olundu. Sonra ondan iki yıl kadar sonra en yakın arkadaşı Ebu Bekir Efendimiz vefat edince o da oraya defnedildi. Geriye bir kişilik kabir olabilecek bir yer kalmıştı. Bir evin büyüklüğünü düşünebiliyorsunuz değil mi böyle olunca? Zaten kimi rivayetlerden öğreniyoruz ki Rasûlullah Efendimiz bazen gece namazı kılarken secdeye gideceğinde Hz. Ayşe annemizin ayaklarını şöyle bir kenara alır ve öyle secdeye giderdi. Yâni genişliğini, enini boyunu
anlayın evin. Ne kadar geniş ve ferah bir ev değil mi? Elbette peygamber genişliğinde, peygamber rahatlığında bir ev….

Evet orada bir kişilik bir mezar yeri varken Ömer Efendimiz o cinayetten sonra, mescidde hançerlendikten sonra ölüm öncesi haber gönderiyor Ayşe annemize. Annemiz izin verirse ben oraya defin olsam diye. Hz. Ayşe annemiz de izin veriyor. Ama kendisinin bu işe bakışı şöyledir: “Beni diğer arkadaşlarımın yanına defin edin. Baki mezarlığına. Çünkü insanların beni lâyık olmadığım şeylerle övmelerini istemiyorum. Biraz önce İbni Abbas geldi, beni
öven sözler söyledi, ben unutulmak istiyorum.” Bundan anlıyoruz ki müslüman hiçbir zaman şöhrete kurban gitmeyi istemeyecek. Meşhur olmaktan yana hiçbir hevesi, emeli olmayacak. Meşhur olmaya derdi olmayacak müslümanın. Ama Allah onu müslümanların kalbine
sevgiyle yerleştirirse bu ayrıca bir şereftir elbette. Bunu isteyeceğiz tabi. Çünkü bir hadisin beyanıyla Allah bir kulunu sevdi mi Cebrail’e haber verir, o da onu tüm göktekilere ve yerdekilere sevdirir. Yâni ben insanların beni Allah için sevdiklerini bilirsem bu benim için şeref verir,

Allah’ın benim için sevgisinin bir işareti olduğunu anlar ve sevinirim, bu güzeldir, bu şöhret değildir, buna her müslümanın hakkı vardır, ama lâyık olmadığımız şekilde, uçurup kaçırmak biçiminde, bizi biz olmadığımız biçimde anlatış türünde bir sevgi, ya da şöhret elbette sevilmeyecektir. İşte Ayşe annemiz de ondan korkuyor ve diyor ki ben
istemiyorum, yani o anlamda unutulmak bile istiyorum. Ama elbette biz onun haklı olarak peygamberi bize tanıtıcı bilgileri konusunda onu unutmayacak ve onunla beraber olacağız elbette. Biz ne kadar tanıyoruz Hz. Ayşe’yi? Nasıl tanıyoruz onu? Siz isterseniz bunu biraz daha genelleyin. Biz dini ne kadar tanıyoruz? Biz kitabı, biz peygamberi ne kadar tanıyoruz? Söyleyin Allah aşkına. Meselâ yaşadığınız şehir kadar siz dininizi tanıyor musunuz? Bulunduğunuz yerden, pencereden
bakıverin hemen şöyle, bu sokak nereye götürür sizi? Şu sağdaki cadde nereye çıkar? Şu önünüzdeki evler, şu etrafınızdaki sesler sizi ne kadar ilgilendiriyor?

 

Babanızı ne kadar tanıyor, hocanızı ne kadar biliyorsunuz? Peki ama dininizi de o kadar tanıyor musunuz? Evinizi tanıdığınız kadar kitabınızı tanıyabiliyor musunuz? Oturduğunuz odalarınız, mutfağınız, eşyalarınız, dolaplarınız kadar kitabınızı tanıyor musunuz? Şuarâ denilince, Neml, Ankebût, Kasas denilince neler hatırlıyorsunuz? Bir de Hz. Ayşe annemiz deyince söyleyin sizler sizi doğuran annenizi mi daha iyi tanıyorsunuz, yoksa onu mu? Evet, hayatımızı Allah için yaşayacak, yaptıklarımızı Allah için yapacak, sadece O’nun rızasını isteyecek ve başkalarının gözünde şöhrete kurban gitmeyeceğiz. Riyadan sakınacağız. Allah korusun, riya, insan nefsinin ve şeytanın ona karşı oynayabileceği en son silâhtır. Sapma ve saptırma adına önüne çıkan tüm engelleri yenen, tüm tehlikelere göğüs geren pek çok mü’min burada mağlubiyetin acısını tatmaktadır. İnsanın tökezlediği, düştüğü noktadır burası. Hem öyle korkunç bir silâhtır ki bu riya, Allah korusun tüm amelleri yok ediverir, siliverir.

Öyleyse tüm amellerimizi Allah için yapacağız. Namaz mı kılıyoruz? Allah için kılacağız. Birisine yardım da mı bulunuyoruz? Allah için yapacağız. İlim mi öğreniyoruz? Sadece Allah için öğreneceğiz. Allah için yaptığımız bir amele Allah’la birlikte başkalarını ortak etmeyeceğiz. Çünkü zaten böyle bir ameli Rabbimiz kabul etmiyor. Bakın Müslim’de rivâyet edilen bir hadis-i şeriflerinde Allah’ın Resûlü bu hususu şöyle anlatır: “Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: “Ben şeriklerin şirkten en müstağnî ve münezzeh olanıyım. Her kim ki yaptığı bir amelinde başkalarını bana ortak yapar (riyakârlık ederse) onu şirkiyle baş başa bırakırım. Yani onu o amelinin sevabından mahrum bırakırım.” Yaptığımız amellerimizi sadece Allah için yapmalıyız, ona O’ndan başkalarını ortak etmemeliyiz. Tamam Allah için yapıyorum ama insanlar da görsünler, tamam Allah için kılıyorum ama insanlar da beğensinler, tamam Allah için veriyorum ama şunların şunların da gönülleri olsun, tamam Allah için okuyorum ama şu şu makamlara da geleyim, tamam Allah için anlatıyorum ama insanlar da alkışlasınlar diye yapılan amellerin hiçbirisini kabul etmeyeceğini ve bu konuda kendisine ortak ettikleriyle yarın o kişiyi baş başa bırakacağını, mükafatını ondan iste diyeceğini anlatıyor Rabbimiz. Eğer yarın o hatırına amel yaptıklarımız bize bir şeyler verebileceklerse, tamam; ama onlar da Allah’a muhtaç olacaklarsa bunu yapmayalım.
Yemek yediriyoruz, insanları memnun etmek için değil sadece Allah için olmalı, elbise giyiniyoruz insanlar düzgün desinler diye değil, sadece Allah için, ev eşyası alıyoruz insanlar görsünler diye değil sadece Allah için. Yani tüm amellerimizi sadece Allah için yapmaya çalışacağız. Hem ziyaret, hem ticaret olmayacak. Çünkü içine Allah’ın rızasından başkası karışan her amel boşa gitmiştir. Hattâ bundan da öte o amelin sahibi de helâk olmuştur. Meselâ bakın Ebu Dâvûd’da rivâyet edilen bir hadislerinde Allah’ın Resûlü Allah’ın en çok sevdiği ilmi bile herhangi bir dünya menfaatinden, bir dünya garazından ötürü öğrenen kişinin cennete girmek şöyle dursun cennetin kokusunu bile alamayacağını anlatmaktadır. Meselâ adam doktora adına hadis öğreniyor, âyet öğreniyor doçentlik adına, hafızlık öğreniyor vazife almak adına veya kitap yazmak adına, para kazanmak adınaysa, bunların hepsi boştur.

Meselâ adam arkasına bin kişi geçtiği zaman farklı okuyor Kur’an’ı değil mi? İki üç kişi olduğu zaman da farklı okuyor imam efendi. Veya meselâ Cuma ve perşembe ezanlarını farklı okuyor değil mi? Veya yalnızken kıldığı namazla insanların içindeyken kıldığı namaz farklı oluyor değil mi? Ne yapmaya çalışıyor bu adam? Beled sûresiyle diyecek olursak: “O, kimsenin kendisini görmediğini mi zannediyor?”
(Beled 7) Böyle yapan kişi, başkalarına gösteriş için mal harcayan, başkaları görsün diye namaz kılan kişi zannediyor mu ki kendisini kimse görmüyor? Yoksa hesabını buna göre mi yapıyor? Yoksa yaptığı o amelini Allah görmedi mi ki başkalarına da duyurmaya çalışıyor? Allah kendisini görmedi mi ki başkalarına anlatıp duruyor? Yoksa işlediği o amelinin mükafatını başkaları mı verecek? Yani kimin adına yaptı bu ameli de kimden mükafat bekliyor? Dini reddeden, âhireti yalan sayan kişi, gösteriş için namaz kılar. Veyl olsun o namaz kılanlara, diyor Rabbimiz. Bir de:

7. “Onlar (eğreti olarak) basit şeyleri dahi vermezler.”
 

Bir de Mâûnu menedenlere veyl olsun diyor Rabbimiz. Mâûn, zekâttır demişler. Veya Mâûn, kap kacak, biber, tuz, iğne-iplik gibi kullanılıp geri verilmek üzere komşunun komşuya verdiği ödünç avadanlıklardır denilmiştir. İşte bunları da menederler. Elbette Allah’ı hesaba katmayan kişi O’nun mahlukâtını da hesaba katmaz. Allah’ı ciddiye almayan kişi elbette mahlukatına hiç değer vermez. Allah’a karşı sorumluluk duymayan kişi elbette kullarına karşı hiç sorumluluk duymayacaktır. Allah’la iyi ilişki içinde olmayanın kullarla iyi ilişkiler içinde olması elbette beklenemez. Mâûn, insanların kendisine ihtiyaç duydukları küçük ve değersiz eşyalardır. Zengin de olsa, fakirde olsa insanların birbirlerine karşı ihtiyaç duydukları ariyet eşyalardır. Tabi kendisine geri verilecek olan bu ufak tefek şeyleri bile insanlardan esirgeyen birisinin kendisine bir daha dönmeyecek olan zekâtı vermesi zaten mümkün değildir. İhtiyaç anında komşusundan arabasını,
telefonunu, tavasını tenceresini kıskanan bir adamın zekât gibi bir sorumluluğu reddedeceği kesindir.

Dikkat ederseniz önce bu adamların namazlarının bozukluğundan bahsetti Rabbimiz, sonra da bu insanların mala bakışlarının bozukluğundan söz etti. Çünkü namaz, bedenle ilgili tüm ibadetleri kapsar; Mâûn da malla ilgili ibadetleri kapsar. Yani birisi bedensel kulluğu, ötekisi de malî kulluğu anlatır. Birisi kişinin bedeninde Allah’ı söz sahibi bilmesinin ifadesi, ötekisi de malında Allah’ı yetkili bilmesinin ifadesidir. İşte âhirete inanmayan kişinin böyle hem bedenî hem malî, hem bireysel, hem de toplumsal kulluk anlayışlarının bozukluğunu anlıyoruz. İşte tüm bunlar âhirete îmanın bozukluğu sonucunda oluyor.

Bu sûreyi de burada bitirdik. Rabbim hepimize duyduğumuz bu âyetlerin istediği gibi iman etmeyi, bu imanla hayatı düzenlemeyi, kendimizin dirilişine sebep kılmayı, kendimizi dirilten bu âyetlerle başkalarını dirilişine koşmayı nasip etsin. Sübhanekallahümme ve bihamdik. Eşhedü en la ilahe illa ente. Estağfiruke ve etûbü ileyk.

(A.KÜÇÜK)

“Ellezîne hûm yûrâ’ûn” ibadetin içini öldüren içini boşaltan ne yapacaktır, dışına yatırım yapacaktır. İçinden yırttığını dışına yamayacaktır. İşte onlar “hûm yûrâ’ûn” gösteriş yapanlardır, gösteriş yapanların ta kendileridir. Yani ibadeti gösteriye dönüştürürler. İçini boşaltınca ibadetten geriye gösteri kalır. Sadece ritüel sadece..! dilim varmıyor ama ibadetin ruhu ölünce geriye jimnastiği kalır. “Hûm yûrâ’ûn”.

 

“Ve-yemne'ûnel-mê'ûn” geriye döndü son ayet ve ta başa getirdi sözü, yine bağladı, birleştirdi. Ve onlar en küçük bir yardımı dahi engellerler. Yardımın en küçüğünü dahi engellerler. “El-mê’ûn” yardımın küçüğünü ifade eder. Yani küçük bir yardımı dahi engelleyen büyük yardımı yapar mı? Yani onlar yardım yapmak şöyle dursun, yardıma teşvik etmek şöyle dursun yapılan yardıma da mani olurlar.

 

Aslında burada aktif iyi olmayınca insan iyi olarak kalmıyor, hatta kötü olarak da kalmıyor aktif kötüye alçalıyor alçala alçala. Yani insan paylaşmayınca paylaşmamakla kalmıyor, paylaşanlara da engel olmaya kalkıyor. Yani sonunda öyle bir noktaya geliyor. Buradan çıkan oraya geliyor. İşte bu dini yalanlayan kimse diyor. Mâûn suresi bize bu kimseyi tarif ediyor. Mâûn suresi hala yaşıyor, Mâûn suresi tarihte kalmadı, ölü bir metin değil. Mâûn suresinin tarif ettiği tip aramızda ve bundan böyle de yaşamaya devam edecek ve Mâûn suresi lafzı bir kez indi manası sonsuz kez inmeye devam edecek.

 

7 Burada anahtar "görme-gösterme-görünme" kavramıdır. İnsanlar görsün diye saçıp savuranlar Allah için zırnık vermiyorlarsa, üç ihtimal vardır:
1) Ya Allah'ın varlığına inanmıyorlar.

2) ya Allah'ın gördüğüne inanmıyorlar,

3) ya da Allah'ın ödüllendirme vaadine güvenmiyorlar.

Doğrusu her üçü de vahimdir, çok vahim!

Rabbim buradaki dini yalanlayan bu tiplerden olmaktan bizi muhafaza buyursun inşaallah.

 

{ve ahıru da'vahüm enil Hamdu Lillâhi Rabbil alemiyn. (Yunus/10)}

Dualarının sonu da "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun." diye şükretmek olacaktır.

(M.İSLAMOĞLU)