MÂÛN SURESİ


Ayet Getir
107-MÂÛN 2. Ayet

فَذَلِكَ الَّذِي يَدُعُّ الْيَتِيمَ

Fe zâlikellezî yedu’ul yetîm(yetîme).

Bayraktar Bayraklı

İşte o, yetimi itip kakar.


Edip Yüksel

İşte, öksüze kötü davranan odur.


Erhan Aktaş

İşte o, yetimi itip kakar.


Muhammed Esed

İşte böyle biridir, yetimi itip kakan,


Mustafa İslamoğlu

İşte böyle biridir yetimi itip kakan,


Süleyman Ateş

İşte o, öksüzü iter, kakar;


Süleymaniye Vakfı

Böyle biri, yetimi itip kakar,


Yaşar Nuri Öztürk

İşte odur yetimi itip kakan;


Ayetin Tefsiri

MEAL

2.) işte böyle biridir yetimi itip kakan,2

3.) ve yoksulu doyurmaya gayret etmeyen.3

(M.İ)

2.) İşte o, yetimi horlar, itip kakar;

3.) Fakir-fukarayı doyurmaz, bu hususta bir başkasını teşvike bile yanaşmaz.

(M.Ö)

2-3.) Öksüzü kakıştıran, yoksulu doyurmağa yanaşmayan kimse işte odur.

(A.K)

TEFSİR

4. Burada "fe zâlike'llezî" buyurulmuştur. Bu cümledeki "fe" bir cümle yerine geçmektedir. Yani, "sen bilmiyorsun, bilmelisin ki odur" anlamındadır. Ya da şu manadadır: "ahireti inkâr ettiği için o şahıs böyledir ki..."

5. "Yedû'ûl yetim" kullanılmıştır. Bunun birkaç manası vardır. Birincisi, yetimin hakkını yer ve babasının bıraktığı mirasa el koyarak yetimi kovar, şeklindedir. İkincisi, yetim ona yardım için gelirse merhamet etmez, hatta yanından kovar. Yetim çaresizlik dolayısıyla gitmez ve beklemeye devam ederse iterek kovar, şeklindedir. Üçüncüsü, o yetime zulmeder. Mesela yetimi evine akraba olarak aldıysa bütün ev halkına hizmet ettirir. Yetim evde herkesin kahrını çekmek zorunda kalır, şeklindedir. Bunun yanısıra bu kelimeden, o şahsın bu tip davranışları arasıra yapmadığı, tamamen âdet haline getirdiği de çıkar. Yaptığı işin kötü olduğunu da düşünmez. Hiçbir şey hissetmeden bu tavrına devam eder ve yetimin yalnız olduğunu, yardım edeninin olmadığını zanneder. Onun için yetimin hakkını yemekte bir sakınca görmez. Ya elinden tutar ama zulmeder, ya da yardım için geldiğinde kovar. Bu konudaki ilgi çekici bir olayı Kadı Ebu'l Hasan el-Maverdî, A'lamun Nübüvve isimli eserinde yazar. Ebu Cehil bir yetimin varisiydi. Bu çocuk bir gün çıplak halde Ebu Cehil'in yanına gitti. Babasının bıraktığı maldan kendisine yardım etmesi için ona rica etti. Ama zalim Ebu Cehil çocuğa aldırmadı bile. Yetim, üzgün olarak geri döndü. Kureyş'in bazı ileri gelenleri kötülük olsun diye çocuğa Hz. Muhammed (s.a)'e gidip şikayet etmesini tenbihlediler. Ayrıca, malını vermesi gerektiğini Ebu Cehil'e söylemesini Hz. Muhammed'e(s.a) rica etmesini de tenbihlediler. Çocuk çaresizdi ve Ebu Cehil ile Hz. Muhammed (s.a) arasındaki ilişkiyi bilmiyordu. Ayrıca Kureyş'in bedbaht ileri gelenlerinin de kendisine bunu niçin tavsiye ettiklerini bilmiyordu. Onun için çocuk Resulullah'a giderek durumu anlattı. Rasulullah hemen ayağa kalktı. Çocuğu yanına alarak en büyük düşmanı olan Ebu Cehil'in yanına gitti. Ebu Cehil Rasulullah'ı karşıladı. Rasulullah, "bu çocuğun hakkını ver" dedi. Ebu Cehil kabul ederek hemen çocuğun malını teslim etti. Kureyş'in ileri gelenleri Rasulullah ile Ebu Cehil arasında neler geçeceğini görmek için bu olayı izliyorlardı. İkisinin arasında tartışma çıkacağını zannediyorlardı. Ama Ebu Cehil'in uysal davrandığını görünce hayretler içinde kaldılar. Ebu Cehil'e gelerek "Sen de mi atalarının dininden döndün?" dediler. O, "Allah'a yemin ederim ki dinimi terketmedim. Ama ben Muhammed'in sağ ve solunda birer mızrak gördüm. Hareket edersem bana saplanır zannettim" dedi. Bu olay Arapların ileri gelen ve şerefli kabile reislerinin bile yetimlere, zayıflara nasıl davrandıklarını göstermekle kalmaz, ayrıca Rasulullah'ın ne kadar yüksek ahlâk sahibi olduğunun da delilidir. Onun bu ahlâkı karşısında en kötü düşünceli bir kimse bile etkisi altında kalır. Buna benzer bir olayı daha önce de bir yerde naklettik. Rasulullah, bu muhteşem ahlâkî etkisi dolayısıyla Kureyş'teki kafirler tarafından sihirbaz olarak isimlendirilmiştir.

6. "İt'amu'l miskin" değil, "ta'amu'l miskin" kelimesi kullanılmıştır. Eğer "İt'amu'l miskin" denilseydi, "miskinlere yemek yedirmeye teşvik etmez" olurdu. "Ta'amu'l miskin" denilmesi şu anlamı taşır: "Miskinin kendi yemeğini vermez." Diğer bir ifadeyle, o yemek miskine aittir, yemeği verenlere değil. Bu yemek, verenlerin üzerine vacip olan yetimin hakkıdır. Veren, onu bir bahşiş olarak vermemekte, tersine, yetimin hakkı olduğu için zorunlu olarak vermektedir. Aynı konu Zariyat suresi 19. ayette de belirtilmiştir: "Onların mallarında sâil ve mahrumların hakkı vardır."

7. "La yehuddu"nun anlamı, o şahsın kendisi bu işi yapmadığı gibi, evdekileri de miskinlere yemek yedirmek için teşvik etmemesidir. Ayrıca diğer insanları, toplumdaki fakir ve muhtaçlara yemek yedirmek için teşvik etmemesi de bunun içine girer. Böylece toplumda fakir ve muhtaçların hakkını vererek açlığı gidermek için insanları teşvik etmez. Allah'ın burada iki bariz misalle anlattığı konu, ahireti inkar edenlerin ne kötü meziyet sahibi olduklarını göstermektedir. Burada asıl maksat, ahireti yalanlayanlarda bulunan yetimi itip kakmak ve miskinlere yemek yedirmemek kötülükleri üzerinde durmak değildir; aslında burada dikkat çekilen nokta, sayısız kötülüğün ahireti yalanlamanın sonucu olarak meydana geldiğidir. Ama ayette, her şerefli insanın ve selim fıtrat sahibinin en kötü ahlâkî tutum olarak kabul edebileceği sadece iki kötülük örnek gösterilmiştir. Ayrıca şuna da işaret edilmiştir: Aynı şahıs Allah (c.c.) huzurunda hesap vermeye inansaydı, yetimin hakkını yemek, ona zulmetmek, onu kovmak, miskinlere yemek yedirmemek ve başkalarını ona yedirmekten alıkoymak gibi rezil hareketlerde bulunmazdı. Ahirete inananların özellikleri Asr ve Beled surelerinde açıklanmıştı: Onlar insanlara rahmet beslerler ve birbirlerine hakkı yerine getirmeyi tavsiye ederler.

(MEVDUDİ)

Âhirete inanmayan, ya da diliyle inandığını iddia ettiği halde hayat programını bu îmana bina etmeyerek hayatıyla onu yalanlayan kişi, yetimi itip kakar. Yetimi horlar, azarlar, ona sert davranır ona baskı yaparak, zulmederek hakkını gasp eder. Yetimin hakkını yer. Yetime verilmek üzere velîsi tarafından kendisine teslim edilmiş emanet mirasa el koyarak onu kendi malından mahrum bırakır. İşte bu davranış kişinin âhirete inanmadığının, ya da onu yalanladığının görüntüsüdür. Bakın Nisâ sûresinde de Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
“Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler karınlarına sadece ateş
dolduruyorlar ve yarın onlar çılgın ateşe atılacaklardır.” (Nisâ: 10)

 

Peygamberimiz de yetimler konusunda şehadet parmağıyla orta parmağını birleştirerek şöyle buyurdu: “Ben ve yetime yardım eden kişi cennette işte şöylece beraberiz.” Yetim, babası olmayan demektir. Henüz buluğ çağına gelmeden babasını kaybetmiş çocuklara yetim denir. Veya babası baba olarak vardır ama her gece eve sarhoş gelip giden çocuklar da yetimdir. Babası anası tarafından Kitap ve
sünnetle tanıştırılmamış tüm çocuklar yetimdir. Bilelim ki yetimlerin
doyurulması gereken üç bölgesi vardır. Kafa, kalp ve mide. Kendi çocuklarımız da dahil piyasadaki tüm yetimlerin bu üç bölgelerini doyurmak zorundayız. Kafa Allah’a götürücü bilgiyle doyurulmalıdır, kalp Allah’a götürücü îmanla doyurulmalı, mide de Allah’ın helâl kıldığı rızıkla doyurulmalıdır. Karşımızdaki yetimlerin sadece midelerini doyurunca iş bitti zannetmeyelim, onların öteki bölgelerini de doyurmayı sakın ihmal etmeyelim.

Veya yetim, toplumda sosyal ve siyasal desteği, dayanağı olmayan
kimseler demektir. Böyle bir dayanakları yok diye onların haklarını yemeye çalışmak, onlara olan borçlarını ödememek, elinde çeki, senedi, yasal bir dayanağı yok diye, toplumda dayıları yok diye mallarını yemeye, hukuklarını ihlâl etmeye kalkışmak, âhireti yalanlamak anlamına gelmektedir ki, bundan şiddetle sakınmak zorundayız. Toplumda kendisine toplumsal bir dayanak bulmuş insanlara farklı, sığınağı olmayan garibanlara farklı davranmaktan Allah’a sığınacağız. Bu, bizim toplumun en büyük hastalığıdır. Kimse güçlülere
dokunamıyor ama garibanları ezen ezene. Eğer âhirete inandığımızı iddia ediyorsak, kesinlikle böyle yapmayacağız. Onlarla ilgilenmek, onların durumlarını düzeltmek, mallarını korumak,
haklarına riâyet etmek, onların eğitimleriyle, ahlâklarıyla ilgilenmek, onları ıslah etmek bizim görevimizdir. Çünkü yetimler toplumun yanında Allah’ın emanetleridirler. Müslümanların görevi bu emanete, emanet sahibi olan Allah’ın istediği biçimde davranmaktır. Yani babasızları babalılar gibi korumak, rahat ettirmek babalarının yokluğunu onlara hissettirmemek bizim görevimizdir. Tefsir kitaplarının anlattığına göre âhirete inanmayan, ölüm ötesi hayatın hesabını reddeden Ebu Cehil ve As bin Vail kendilerinde hakkı olan bir yetimin malını vermek istememişler, Rasulullah efendimiz de o yetimlerin hakkını bu adamlardan alıvermiş ve bu hadise üzerine sûrenin bu âyeti nâzil olmuş gibi rivâyetler vardır. Tamam dün bunu yapan onlardı ama kıyamete kadar âhireti yalanladıkları için yetimlerin haklarını yiyen herkesi içine almaktadır bu âyet. Başka? Âhireti yalanlamanın bir başka tezahürü de bakın şöyleymiş:

3. “Yoksulu doyurmağa yanaşmayan kimse işte odur.” Ölüm ötesi hayatı reddeden, âhiretteki hesap-kitabı yalanlayan kişi yoksulu doyurmayan, miskinin doyurulmasını teşvik etmeyendir. Miskin, belini doğrultacak hiçbir şeyi, hiçbir malı, mülkü olmayan ve insanlardan bir şeyler isteyen demektir. Bütün imkânlarını kullandığı halde yine de ihtiyaçlarını temin edemeyen ve bu sebeple istemek zorunda kalan kişilere de yardım elimizi uzatmak zorundayız. İslâm aslında dilenmeyi meşru görmez.

İslâm toplumunda çalışıp kazanabileceği halde dilenen bir ferdin varlığı asla düşünülemez. Hem dilenenler açısından bu böyledir, hem de o toplumun zenginleri açısından buna imkân yoktur. Dikkat ederseniz burada “İtam’ul miskin” denmemiş de “Taam’ul miskin” denmiştir. Yani miskini doyurmazlar, fakiri yedirmezler değil de mana, onun kendi yemeğini ona vermezler demektir. Onun kendisine ait olanı kendisine vermeye teşvik etmezler demektir. Yani o yemek zaten o miskinin hakkı iken, onun kendi hakkını ona vermezler, yedirmezler. Halbuki o yedirecekleri yemek onların kendilerinin değil, bizzat o miskinindir. Binaenaleyh birine bir şeyler verirken, bir fakire bir şeyler yedirip ikram ederken söylenebilecek en güzel söz şöyle demektir: “Al kardeşim! Bu benim değil senindir! Ben şu anda sana benim olan, bana ait olan bir şeyi değil, senin kendinin olan bir şeyi veriyorum. Bu senin hakkındır. Bu benim malımın içinde sana verilmek üzere Allah’ın hakkıdır. Allah bunu sana verilmek üzere bana vermiştir, al hakkını da beni bu sorumluluktan kurtar!” Hani Meâric sûresinde: “Onların mallarında isteyen ve isteyemeyenlerin hakkı vardır.” (Meâric 24,25)
Buyuruluyordu ya, işte bu verdiğimiz bizim malımızın içinde onlara
verilmek üzere Rabbimizin koyduğu fazlalıktır ve onu onlara güzellikle
ulaştırmak zorundayız.

Ama bakın burada âhirete inanmayan insanlar, miskinlerin hakkı olan
yemeği onlara yedirmiyorlar. Yani ne kendileri o miskinlerin hakkını onlara verirler, ne de başkalarını bu konuda teşvik ederler. Tabii kendi elinde olanları Allah’ın fakir kullarına yedirmeye yanaşmayan birisinin başkalarını bu konuda teşvik etmesi de düşünülemeyecektir. Yoksulların, fakirlerin doyurulması konusunu başkalarına da hatırlatarak hayırlı bir işe sebep olmazlar. Allah’la arası iyi olmayan, Allah’la iyi bir ilişki içinde olmayan birisinin kullarla iyi
ilişkiler içinde olması zaten mümkün değildir. Allah’ın hakkına riâyet etmeyen, elbette kulların hukukuna da riâyet etmeyecektir. Kendisi
fakirleri doyurmadığı gibi başkalarının malında da cimrilik gösterir. Bunun sebebi de toplumda garibanların daha çok ezilip ezenlerin hâkimiyetinin devamını sağlamaktır. Âyet-i kerîmede bunun insanların âhiret anlayışlarının ve buna dayalı olarak da mala bakışlarının bozukluğundan kaynaklandığını anlatıyor Rabbimiz.

Sanki Allah’ın fakir kullarından kıskandığı o malı kendisi kazandı, sanki kendisi buldu, sanki kendisinin o mal. Zaten böyle düşünen, kendilerini mülkün sahibi gören insanlar zırnık bile veremezler. Âhirete inanmayanlar bunu asla anlayamazlar. Halbuki Allah herkese rızık takdir ederken fakirlere verilmek üzere bir fazlalık vermektedir ve bu fazlalığın sahiplerine ulaştırılmasını istemektedir.

(A.KÜÇÜK)

“Fezêlikel-lezî yedû’ûl-yetîm” o kimse yetimi itip kakıyor, yetimi horluyor, yetimi rahatsız ediyor, yetimi küçümsüyor, yetime tekme vuruyor. Aslında düşeni tekmeliyor.

 

Yetim; Istılahta kazananı ölmüş ve kendisi de kazanacak durumda olmayacak kadar küçük veya kimsesiz olan demek. Velisi ölmüş olan demek. Tek manasına gelir, yalnız manasına gelir. Aslında olumlu manada kullanıldığı da olur. Onun için dürriyetim; Dünyada tek inci, biricik inci manasına gelir. Hatta yetim-i dehri, Arap dilinde çok kullanılan bir övgü ifadesidir. Çağının biriciği idi, çağının bir tanesiydi. Büyük alimler için, dahiler için kullanılan bir ifadedir, bir övgü ifadesidir. Ama yetim tek geldiği zaman velisi yok, velisi olmayan, bakanı olmayan, bakanı çekeni olmayan. Özellikle küçük yaştakiler için kullanılır ama ıstılahta dul hanıma da yetim denilebilir. Velisi ve bakanı olmayan kimseye de yetim denilebilir.

İslam yetimi korur. Bakınız daha savaş yok ortada. Onun için Kur’an da bahsedilen yetimlerin tamamını savaşla birebir irtibatlandırmak ta doğru olmaz. “Fe-emme’l-yetîme felê tâkhêr”. (Duha/9) diyen ayet yetime kahretme. Veya yetime otoriter davranma, yetime karşı otorite sergileme en doğru ve beğendiğim çeviri bu, bunu tercih ettim mealimde de. Onun için yetime karşı otoriter davranma. Neden? Çünkü seni yetim olarak bulduk ve sana göz kulak olduk. Sen yetimdin, yetimlerin efendisi seçildin, alemlere rahmet oldun. O zaman sen de yetimi koru, gözet.

Adeta velisi olmayanın velisi Allah’tır diyor. Yetimin velisi Allah’tır diyen efendimizin hadisi işte bu ayetlere dayanıyor. Yetim ağlarsa gök sallanır işte bunun için. Yani sırrı kader. Madem Allah onun bakıcısını, velisini, babasını aldı, babasını kaybetmiş çocuktur aslında lügatta yetim. Madem onun babasını aldı sırrı kader gereği ve o bakımsız ortada kaldı, sizi onunla imtihan ediyor demektir. Onun velisi artık Allah’tır. Dolayısıyla sahip çıkacaksınız ey insanlar. Biz bunu, bu mesajı görüyoruz.

İslam medeniyeti Yetimden çok şey çıkardı. Yetimden fatihler çıkardı. Musa Bin Nusayr gibi Afrika fatihi. Endülüs fatihi Tarık Bin Ziyad gibi. Anadolu fatihinin birkaç rivayet olsa da bunlardan en tutarlısı Antakya’lı gayri Müslim birinin yetimi olduğu söylenir. Evet, Abdullah el Battal, yetimden biz fatihler çıkarmışız. Yine yetimden müçtehitler çıkarmışız. Bakın İbn Abbas’ın cins kafa öğrencileri; İkrime bir yetimdir, Mücahit bir yetimdir, yine ilk müfessirlerden, ilk otoritelerden Dahhak bir yetimdir ve bunun gibi yetimler. Ata bir yetimdir. Evet, daha neler çıkardı yetimden İslam? Büyük müçtehitler, büyük alimler, büyük otoriteler çıkardı.

Peki biz neler çıkarıyoruz yetimden? Sokak çocukları, tinerciler, kapkaççılar, gangsterler ve caniler, katiller, esrarkeşler, eroinmanlar çıkarıyor. Bu mu, İslam yetimden fatihler ve alimler, müçtehitler çıkarmışken bu günün modern toplumu olanca gelişmişlik iddialarına rağmen yetimden bunu çıkarıyor. Evet, işte İslam farkı, işte İslam’ın dizayn ettiği inşa ettiği hayat farkı bu aslında.

Fezêlikel-lezî yedû’ûl-yetîm” o tip, yani Allah’a borçluluk bilincini inkar eden, Allah’a borçlu olduğunu yalanlayan bu tipi gördün mü sen? Bak bu tipi sana tarif edeyim ben. Tarif edeyim tarifimden çıkar. Yani görmedinse bile, dünyanın neresinde yaşıyor olursan ol, hangi çağ ve hangi zamanda yaşıyor olursan ol tipin tarifinden yola çıkarak bu tipi bulabilirsin. İşte o tipin tarifi.

 

“Fezêlikel-lezî yedû’ûl-yetîm” bu tip yetimi itip kakıyor, yetimi horluyor, yetimi küçümsüyor. Yani yardım edeceği yerde, onunla paylaşacağı yerde, Allah’ın kendisini böyle imtihan etmediği için  şükredip bunu bu şükrü de böyle eda edeceği yerde ne yapıyor? onu itip kakıyor, düşene bir daha vuruyor. Zayıfı eziyor yani. Burada zımnen söylenen bu, zayıfı eziyor. Zayıfı görünce güç ahlakı olmadığı için zayıfın üzerinde güç sergiliyor, güç kullanıyor. Niye? Onun zayıflığı kendisinin gücünü hatırlatıyor kendisine ve güç ahlakından yoksun olduğu için de kendisini ispatlamak için zayıfı ezme yoluna gidiyor. Bu ne derin bir ahlaksızlıktır.

2 Bu âyet, zımnen "sahipsiz kalanın sahibi Allah'tır" hükmünü içermektedir.

(M.İSLAMOĞLU)

[Ek bilgi; Çok enteresan Kur’an-ı Kerim’de yetim ve yoksulla ilgilenmemek korkunç derecede bir mesai alıyor ayetlere baktığımız zaman. Cenabı Hakk demek istiyor ki yetimle ilgilenmeyen adam inancını sorgulasın. Eğer inanıyorsan yetimle ilgilenmek zorundasın. Yetimle ilgilenmiyorsan dini yalanlamakta olduğun hakikatiyle yüz yüzesin haberin olsun.

Bunu Mekke müşrikleri üzerinden söylüyor ama aslında herkese söylüyor. Yetim kavramını sosyolojik bir kavram olarak Müslümanların gündemine getiriyor. O günkü Mekke müşriklerinin bir ahlaki düşüklüğü olarak merkeze alıyor, ama onun üzerinden herkese mesaj veriyor.

Şimdi öyle ise Kur’an’ı kerimin yetim kavramı ile ilgili neler söylediğine biraz daha yakından bakmak zorundayız.  Duha suresinde Elem yecidke yetiymen fe âva. (Duha/6) oradan Feemmel yetiyme fela takher. (Duha/9) Önemine binaen yeniden işlememiz gerekiyor.

Zihnimizde biz yetim kavramını biyolojik bir duruma indirgemişiz. anne babadan yoksunluk manasında. Ama savunmasız, korumasız kalan Kâbe’nin müdafaası manasında Kâbe’nin yetimliğinden bahsedebiliriz. Yani Kâbe bu manada yetim olarak algılanabilecektir Kur’an’ın yetim mantığı tariflerine göre. Bu anlamda kadını, erkeği, kutsal mekanı, belki dinin hakikatlerin yetimliğinden bahsedebiliriz. Elbette yetim kelimesi literatürde yerleştiği haliyle anneden babadan birinden veya her ikisinden tabii ergenlik çağı öncesinde yoksun kalmaktır.

Fakat bizim baktığımız gibi bakıldığında, mesela çocuğu olmayan anne ve babalar bence çocuk yetimidir. Yani çocuk yetimi olur, ana yetimi olur, baba yetimi olur, sevgi yetimi olur, şefkat yetimi olur, bilgi yetimi olur, ilgi yetimi olur yani aklınıza ne geliyorsa. Ben biraz şablonu daha iyi kavrayalım diye diyorum ki bir insanın sahip olması gerekmesine rağmen sahibi olamadığı değerlerden yoksunluğuna yetim denir. Yani bu bunda olmalıdır, fakat o onda yoksa o o şeyin yetimidir.

Ahlak yetimleri vardır, para yetimleri vardır, borçlu adam yetimdir yani. Sağlık yetimleri vardır sağlığını kaybetti adam. Sonra ille hasta demek zorunda değilsiniz onu tarif edecek kelime aslında hastadır ama sağlık yetimidir.

(Mehmet Okuyan- Okudun mu programı)]

“Ve-lê yehûddû 'âlê tâ'âmi’l-miskîn” ve miskini, yoksulu doyurmaya teşvik etmiyor. “Yehûddû, hâddâ”. Ya da yoksulu doyurma konusunda yeterli gayret sergilemiyor. Evet, ister müteaddi, ister lazım olarak okuyalım iki mananın da karşılığını vermiş oldum böylece.

Teşvik etmiyor, gayret etmiyor iki manaya da gelir. Hatırlayalım “Ve-yût'îmûnettâ'âme 'âlâ hûbbihî miskînen ve yetîmen ve-esîrâ”. (İnsan/8) onlar ne yaparlar? Yemeyi, yiyeceği, taamı ona muhtaç olmalarına rağmen, “âlê hûbbihî”, ona çok ihtiyaç duymalarına, onu sevmelerine diye çevirmiyorum, ona tam ihtiyaç duymalarına rağmen miskin ile yetim ile esir ile paylaşırlar, ona verirler.

Hz. Ali ve Hz. Fatıma (ra) için anlatılır böyle bir hadise. Her ne kadar bu ayetler Mekki ise de Medine de yaşanmış böyle bir olaydan söz edilir ve bu ayetlerle Hz. Ali ve Fatıma arasından ilişki kurulur. Onlar bir gün kendilerine ve çocuklarına yemek hazırlamışlardır, hazırladıkları yemeği tam yemeye başlayacakları sırada kapı vurulur. Kapıya çıktıklarında bir yoksulun; açım, çok açım “şey’en lillêh”; Allah için bir şey ver dediğini görürler ve kendileri için hazırladıkları yiyeceği ona verirler.

En sonunda yine kendilerine ne kalmışsa evde, köşede kıyıda kalmış olan en son yiyeceklerini hazırlarlar, tam başlarına oturmuşlardır ki bu kez bir daha kapı vurulur, bu kez bir yetim veya bir yetim yakınıdır, annesidir gelen. Yetimlerim var, açlar ne olur bir şey. Medine de o sıkıntılı dönemlerdir. Özellikle Hayber öncesi. İlk 4 yıl çok sıkıntılı geçmişti evet 5 yıl. Hayber 7. yılda oldu ama özellikle ilk 4-5 yıl çok sıkıntılıydı. Onu da ona verirler.

En sonunda Fatıma babasının evinden bir şeyler tedarik eder, getirir. Tam onu yiyecekken bu kez de esir, yani savaş esirlerinden, geçmişte savaş esiri olmuş hürken köle olmuş biri gelir kapıya açım der. Ve onu da ona verirler ve aç uyurlar.

İşte bu bir imtihandır aslında. Allah yoksulu yoklukla sınarken, varsılı da yoksullar üzerinden sınar ve yoksulun ekmeğini varsılların eli üzerinden verir. Eğer onlar yoksulun kendileri üzerinden dağıtılmak üzere verilen ekmeği kendi ekmekleri zanneder, kendi servetleri zannederler ve kendilerinkine katarlarsa işte imtihanı o zaman kaybederler.

“İnnemê nût'îmûkûm li-vechillêhi lê nûrîdû minkûm cezê-en ve-lê şûkûrâ”. (İnsan/9) biraz önce okuduğum ayetin devamında da böyle arkadan gelen ayet. Biz sizi sadece Allah rızası için doyurduk, ne bir teşekkür ne bir ödül bekliyoruz, ne bir karşılık bekliyoruz derler. Yani hem doyururlar, hem doyurduklarına teşekkür ederler bırakın teşekkür beklemek şöyle dursun. İşte İslam ahlakı, işte Kur’an ahlakı, işte Kur’an’ın inşa ettiği hayatın mü’minleri. Kur’an böyle bir toplum inşa ediyor.

3 Veya: "teşvik etmeyen". Buradaki teşvik kişinin kendi kendini buna motive etmesidir (Krş: Râzî).

(M.İSLAMOĞLU)