(5-7) Ancak verenin, saygı duyanın ve en güzeli tasdik edenin işlerini kolaylaştırırız.
Ve iyiyi, güzeli doğrularsa,
En iyiyi doğrularsa,
ve nihai güzelliğin/iyiliğin gerçekliğine inanırsa,
ve daha güzeliyle (ödüllendirileceğine) inanırsa;
Ve en güzel (söz)ü doğrularsa,
Bir de en güzel sözü[*] tasdik ederse, [*] Allah’ın son kitabını
Ve güzeli doğrularsa,
MEAL
5.) Sözgelimi;4 kim (Allah için] karşılıksız verir ve Allah'a muhtaç olduğunun bilinciyle hareket ederse,-5
6.) ve daha güzeliyle (ödüllendirileceğine) inanırsa;6
7.) işte ona, rahatlık ve mutluluğun zirvesine götüren yolu kolaylaştırırız.7
(M.İ)
5-7.) Kim malından-mülkünden ihtiyaç sahiplerine verir, cimrilikten kaçınır ve en güzel sözü ["Allah'tan başka gerçek ilah/tanrı yoktur. " düsturunu) yürekten tasdik ederse, biz de onun salah ve felaha erip cennetlik olmasını müyesser kılarız.
(M.Ö)
5-6.) “Kim verir ve muttaki olursa ve hüsnâyı tasdik ederse biz onu
kolaya kolaylayacağız.”
7.) “Biz onu kolaya kolaylayacağız”
(A.K)
TEFSİR
Bu sûrenin indiği Mekke’de insanlar arasında büyük bir gelir farkı bulunuyor; varlıklı putperest Araplar yoksullar karşısında inanılmaz derecede bencil, duyarsız, umursamaz davranıyor; hatta dönemin canlı şahidi olan Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiğine göre zengin putperestler, “Dilese Allah’ın doyuracağı kimseleri biz mi besleyeceğiz!” diyecek kadar küstahlaşıyor (bk. Yâsîn 36/47), birbirlerine cimriliği öğütleyecek kadar insafsızlıkta ileri gidiyorlardı (bk. Nisâ 4/37; Hadîd 57/24). Bu sebeple Mekke döneminde inen âyetlerin Allah’ın birliği inancının yerleştirilmesinden sonra en büyük hedefi insanların kalplerini yoksul ve himayesizlere karşı bencillik, sevgisizlik ve cimrilikten arındırmak; dertlerin de nimetlerin de paylaşılabildiği bir toplumsal ruh ve zihniyet geliştirmek olmuştur. Konumuz olan sûre bu zihniyeti hazırlayan anlamlı tesbitler, öğütler, uyarılar ve müjdeler içermektedir. Sonuç olarak sûrede iki farklı karakter tipi ortaya konmakta; açıkça belirtilmemekle birlikte ifadenin genelinden kolayca anlaşıldığı üzere bunlardan ilki olan cömert ve özverili tip müslüman insanı, cimri ve bencil tip de inkârcıyı temsil etmektedir. “Güzel karşılık” diye çevirdiğimiz 6. âyetteki hüsnâ kelimesini müfessirler “iman, kelime-i tevhid, en güzel din olan İslâm, namaz, oruç ve zekât, ibadetlerin güzel karşılığı” gibi anlamlarla açıklamışlardır (bk. Şevkânî, V, 530; Elmalılı, VIII, 5876). Bize göre hüsnâ kelimesi bu bağlamda inanç, ibadet, muâmelât ve ahlâk ilkeleriyle İslâm inanç ve uygulamaları bütününü ifade eder. 7. âyette geçen ve Allah’ın cömert kulu için kolaylaştıracağı bildirilen rahatlık ve mutluluk yolunu ifade etmek üzere “en kolay” anlamına gelen yüsrâ kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime “daha fazla iyilik yapma özelliği, erdemi” olarak da açıklanmıştır. Buna göre insan iyilik yapmaya çalıştıkça Allah da onda iyilik iradesini güçlendirir, iyilik yollarını kolaylaştırır ve sonunda cömertlik denilen güzel haslet onun kişiliğinin ayrılmaz bir özelliği haline gelir.
(DİYANET TEF.)
2. İnsanın bir kısım çalışması için de üç şey sayılmıştır. Dikkat edildiğinde, bunların hepsinin iyiliği teşvik ettiği anlaşılmaktadır. Birincisi, insanın cömertçe harcaması ve servetinde cimriliğe düşkün olmamasıdır. Allah'ın kendisine verdiğinden, Allah'ın hakkı, kulların iyiliği ve insanlara yardım etmek için sarfeder. İkincisi, onun kalbi Allah'tan korku içindedir. Ahlakî amellerinde, sosyal ilişkilerinde, kısaca hayattaki her işinde Allah'ın hoşnut olmadığı her şeyden sakınır. Üçüncüsü, O, iyiliği tasdik eder. Burada iyilik geniş anlamda kullanılmıştır. Akide, ahlak ve amelde bunun içindedir. Akide anlamında iyiliği tastik etmek, şirki ve küfrü terkederek tevhide, ahiret ve risaletin hak olduğuna inanmaktır. Ahlakî amellerde iyiliği tasdik etmek, şuursuzca değil, Allah'ın düzenlediği nizamın doğru olduğuna inanarak iyilik yapmaktır. İyiliğin şekilleri bir nizam halinde düzenlenmiştir ve onun topluca ismi İlahî Şeriattır.
3. Bu çeşit çalışmanın sonucu budur. "Kolay yol"dan kasıt, insanın fıtratına uygun olan yoldur. O yol, insanı ve kainatı yaratanın rızasına uygundur. Bu yolda yürüyen insanın vicdanına ters olmadığı için ona zor gelmez. Bu yol onun fıtratına göredir. İnsan bu yolu izlerken kendi vicdanına ters düşmek ve çelişki dolu bir hayat sürmek yerine, sulh içinde ve cemiytte de emin bir yol izleyerek kişilik kazanır. Açıktır ki, bir kimse malını insanların iyiliği için sarfetse, herkese iyilikle davransa, hayatı fısk, fücur ve kötü ahlâktan temiz ise, alışverişte doğru ve dürüstse, kaypaklıktan uzak durur ve söz verdikten sonra caymazsa, sözüne sadık ve vefalıysa, ihanet, zulüm ve haksızlık yapmazsa, herkese iyi ahlâk ile muamele ederse, parmakla gösterilecek bir ahlâka sahipse, bu gibi kişiler ahlâken kötü durumdaki hangi cemiyette olursa olsunlar, insanlar onlara saygı gösterirler ve kalben de sevgi beslerler. Bu ahlâklı kişilerin ise kalpleri mutmain olur. Cemiyetteki makamları da kötü ahlâklı insanların sahip olamayacağı yerlerdedir. Aynı konu Nahl suresinde şöyle ifade edilmiştir: "Erkek ve kadından her kim inanmış olarak iyi bir iş yaparsa, onu hoş bir hayatla yaşatırız. (Ahirette ise) onların ücretini yaptıklarının en güzeliyle veririz" (Nahl 97). Meryem suresinde ise şöyle buyurulmuştur: "İnanıp faydalı işler yapanlar için Rahman bir sevgi yaratacaktır (Meryem 96). ayrıca aynı yol dünyadan ahirete kadar insan için rahat ve mutmain olacaktır. Bunun neticeleri geçici değil, ebedidir.
Bu konuda Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: "Biz bu yolda yürüyen için kolaylaştırırız." Bu ifadenin manası: İyiliği tasdik ederek, bu yol bana layıktır ve kötü yol benim için değildir diye karar verdiği zaman; bunun yanısıra, fiilen de malî fedakârlık göstererek ve takva ile yaşayarak ispat ettiğinde, onun gerçekten hakkı tasdik ettiği ortaya çıkar.
Bu durumda Allah (c.c.) o kişinin bu yolda yürümesini kolaylaştırır. O zaman günah işlemesi zorlaşacak ve iyilik etmesi kolay olacaktır. Önüne haram mal gelirse onu fayda değil, noksanlık bilecek ve ateşten elini sakınır gibi bu maldan sakınacaktır. Zina yapmaya ve ondan lezzet kazanmaya şans bulsa da, ondan, cehennem ateşinden kaçar gibi kaçacaktır. Namaz kılmak onun için zor değildir. Tersine, namazı zamanında kılmamışsa rahatsız olur. Zekat vermek kalbini daraltmaz. Tersine, zekat verdiğinde malını pislikten temizlediğini hisseder. Eğer zekât vermemişse, malını, temiz olmayan mal olarak bilir. Kısaca, Allah (c.c.) ona bu yolda yürümeyi nasib eder ve onu teyid eder. Şartları ona kolaylaştırır ve ona yardımcı olur.
Bundan önce Beled suresinde "zor geçit" olarak nitelendirilmiş bulunan bu yol, şimdi "kolay yol" olarak zikredilmiştir. Bu ikisinin tatbikinin nasıl mümkün olabileceği sorulabilir. Cevabı şudur: Bu yolu takip etmeye karar vermeden önce insana gerçekten çok zor gelir. Bu yola girdiği zaman nefsi hevesleri, dünyaperest ailesi, akraba, dost ve ahbabları ile, üstelik şeytanla mücadele gerekir. Çünkü bunların herbiri, bu yola girmesine karşıdır ve bu yolu korkunç olarak gösterirler. Ama ne zaman insan iyiliği tasdik ederek o yolda yürümeye azmederse ve malını Allah (c.c.) yolunda harcayarak takva yolunu kabul ederse, fiilen de bu azmi sağlamlaşırsa, o zaman bu geçit onun için kolaylaşır. Ahlâki alçaklığa düşmek ise onun için zorlaşır.
(MEVDUDİ)
Birinci tip insanı anlatıyor Rabbimiz. Neymiş bu insanın özelliği? Elinde bulunandan Allah yolunda verdi ve Allah’tan korktu. Mülkün gerçek sahibini bildi ve muttaki oldu. Mülkün sahibinin koruması altına girdi. Allah’la yol buldu, yolunu Allah’a sordu. Malla ve sahip olduklarıyla ilişkisini Allah’ın istediği biçimde ayarladı. Malı konusunda söz sahibi bildiği Allah’ın istediği yerlerde malını harcadı ve bu harcayışında da sadece Allah hatırını tercih etti. Evet: İçinizden kim verirse. Neyi? Allah kendisine ne verdiyse onu verirse. Allah’ın verdiğini verirse, yarım ekmek, çeyrek ekmek, bir hurma, yarım hurma verirse. Allah kendisine güç mü verdi? Onu verirse. Bakış mı verdi Allah? Onu verirse. Dil mi verdi? Onu verirse. Bilgi mi verdi? Boş zaman mı verdi? Çocuk mu verdi? At, araba mı verdi? Onu Allah yoluna verirse ama muttaki olarak, onu benimseyerek, Allah’tan korkup O’nun adına yaparsa, Allah için verirse. Verdiğini Allah hatırına verirse ve bir de: Hüsnâyı tasdik ederse. Peki Hüsnâ nedir? Nedir bu tasdik edilecek Hüsnâ?
1. Hüsnâ en güzel kelimedir. Hüsnâ, kelime-i tayyibedir. Hüsnâ, “La İlâhe illallah Muhammedun rasulullah” kelimesidir. Kim buna inanırsa. Ama sadece îman da yetmez, onu tasdik ederse. Yani bu îmanını eyleme dönüştürüp amel haline getirirse. Çünkü tasdik, îmanın eylemidir. Tasdik, îmanın ispatıdır. İnandığı ve eyleme dönüştürdüğü kelime-i tevhid hatırına malından Allah yolunda verirse.
2. Hüsnâ, cennettir. İşte bir kişi cennete inanır, cenneti tasdik eder ve cennet hatırına verirse. Cennete götürücü bir niyetle verirse.
3. Hüsnâ, Peygamberin hayatıdır. Bir kişi Peygambere îman eder, Peygamberi tasdik eder, onun örnekliliği, ona imtisâl ve onun yolunun yolcusu olma, ona ittiba adına, onun hatırına verirse.
4. Hüsnâ salât, zekât, oruç demektir. Kişi bunları tasdik ederek verirse.
5. Hüsnâ dindir, Kur’andır, Sünnettir. Kişi bunları tasdik eder, doğrudur der ve bu doğru bildikleri hatırına verirse.
6. En son olarak hüsnâ, verene Allah’ın bolca vereceğine îmandır. Bugün Allah için veren kişiye hem bugün hem yarın, hem dünyada hem de kıyamet günü Allah’ın kat kat vereceğine îmandır. Ben bugün verirsem yarın Allah bana kat kat verecektir gerçeğine inanır ve bunu tasdik ederse. Bakın hüsnânın bu mânâya geldiğini Yunus sûresi şöyle anlatır: “Muhsinlere (İyi davrananlara); daima daha iyisi ve üstünü verilir. Onların yüzlerine ne bir karanlık, ne de zillet bulaşır. İşte onlar
cennetliklerdir, orada temelli kalırlar.” (Yunus 26)
Muhsinler için hüsnâ vardır ve de daha fazlalık vardır, diyor Allah. Muhsin, Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk yapandır. Yani hayatının tümünde Allah’ı görmediği halde O’nu görüyormuşçasına, Allah’ın huzurunda olduğunun şuurunda olur ve her anının Allah’ın kontrolü altında olduğunu bilir ve böylece yaptıklarını Allah için yapar, Allah’a lâyık olarak yapar, böyle bir hayat yaşarsa, Allah kontrolünde olduğunun bilincine ererse. Yani inancı amele dönüştürürken Allah huzurunda olduğu şuurunda olduğunu unutmadan o ameli Allah adına ve Allah’a lâyık olarak icra ederse. Kişi, dünyada da, ukbâda da Allah’ın dâvetine icabet ederek, dünyada da ukbâda da selâm ve selâmet olan, Allah’ın selâmet yurdu olan cennetine evet diyerek ve bunun gereği olarak da Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşarsa:
7. “Biz onu kolaya kolaylayacağız”
Dikkat ederseniz Rabbimiz bu bölümde üç özellik saydı. Kim verirse, ama muttaki olarak, Allah adına ve Allah’ın yol gösterdiği biçimde verirse, sonra da hüsnayı tasdik ederse, tasdik ettiği hüsnâ hatırına verirse işte biz onu kolaya kolaylayacağız buyurdu. Öyleyse bir düşünün. Son bir ayda ne verdiniz? Bir düşünün. Veya bırakalım geçmişi, son bir hafta içinde, son bir gün içinde, meselâ bugün Allah için hüsnâ hatırına ne verdiniz? Hüsnâ hatırına nelerinizden vazgeçebildiniz? Nelerinizi fedâ edebildiniz? Bir düşünün. Bakın Allah diyor ki, vereni kolaya kolaylayacağız. Bu vereni kolaya kolaylayacağız ifadesini şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1. Allah o kişinin yolunu kolaylaştıracaktır. Girdiği İslâm yolunu ona kolay getirecektir. Zaten kolay yol, insanın fıtratına uygun olan yoldur. Kolay yol, insanı da, o yolu da yaratan Allah’ın belirlediği yoldur. Kolay yol, yolun da, insanın da sahibinin razı olduğu yoldur. Bu yol asla insana zor gelmez. Çünkü insanın fıtratı bu yola hazırlanmış ve ayarlanmıştır. İşte zaten aslı kolay olan bu yolu kişiye kolaylaştıracaktır Rabbimiz. O kişinin hayatını kolaylaştıracaktır. Öyle bir hayat ki, kazanması kolay, harcaması kolay, namazı kolay, ikramı kolay, terbiyesi kolay. Tüm hayatı kolaylaşıverecek o kişinin. Hanımını kolayca terbiye edecek, hanımı ve çocukları kolayca kendisine itaat edecek, çocuklarını kolayca terbiye edip eğitecek, rızkını kolayca kazanacak, namazını kolayca kılacak, orucunu kolayca tutacak, zekâtını kolayca verecek, problemlerini kolayca çözecek, kolayca karar alacak, kolayca uygulayacak. Allah’ın rızasının nerede olduğunu kolayca bilecek ve hemen ona kolayca yöneliverecektir. Yani Allah onun girdiği bu İslâm yolunu, kulluk yolunu kolaylaştıracak, o yolda yürüyüşünü kolaylaştıracaktır. Hiç zorlanmadan Allah’a kulluğunu icraya onu muvaffak kılacaktır. Artık o kişiye namaz kılmak değil, namazını vaktinde kılamamak zor gelecektir. Malını temizlemek ve Rabbinin hatırını kazanmak üzere zekât vermek o kişiye o kadar kolay gelecek ki, veremediği zaman üzülecek, zor gelecek. Örtünmek çok kolay gelecektir. Allah tüm şartları onun için kolaylaştırıverecektir.
Sahip olduklarından veren, takvâya sarılan, güzelliği benimseyen kişi ve toplumlar için hayat kolaylaştırılır; onların yüsre ulaşmaları rahatlıkla sağlanır. Kur'an, bu konuyu ifâde ederken "yüsrün teysîri" deyimini kullanıyor ki bu yüsrü yüsr ile elde etmeyi sağlamak demektir. Kolayı sevip aramak yetmez, kolayı elde etme kolaylığını da yakalamak lâzımdır. İşte, Kur'an bu sırra dikkat çekiyor: Cimrilik yolunu seçen, insanlarla hiçbir madde ve gönül alışverişinde bulunmayan, güzelliği yalanlayıp gerçek güzele sırt çeviren kişi ve toplumlar ise zora, zorluğa sürülür. Kur'an burada "usrün teysîri" deyimini kullanıyor ki, zorluğu kolay zannettirmek demek olur. İnsanoğlu, kuruntu, gaflet ve yanlış bilgilerin tutsağı haline gelince, zoru kolay sanabilir ve hiç farkında olmadan başına binlerce sıkıntı ve problem sarabilir. Arkadaşlar, unutmayalım ki iman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü'min inanır ki, Allah zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün bunlar İlâhî hikmet ve sünnetullah dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların kolaylaştırılmasının adı İslâm'dır. Şeytan olumlu bir şeyi terk ettirmek için onu zor gösterir. İnsan zordan kaçmaya meyillidir. Ama bu şeytanî/ nefsî oyuna gelmeyen nice insan sebat ve ısrar ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya başkalarının zor dediğinin hiç de zor olmadığını anlamış ve ispat etmiştir. Günümüzde İslâm'ı yaşamak ve hayata geçirmekle ilgili zorluk, dinin ve dinî kuralların zorluğundan ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen güçlerin ve tâğûtî düzenlerin, müslümanların dinlerini yaşaması önüne sayısız engeller koymasından, baskı ve zulümlerinden kaynaklanıyor. Dinin yaşanması
zorlaştırılıp haramlar, mecbûrî istikamet işaretleriyle topluma dayatılınca kısır döngü şeklinde hayatın her alanı da zorlaştırılmış oluyor.
Kolaylık, gerçek din için geçerlidir. Dini parçalara ayırmak veya infak, sâlih amel ve takvâ gibi esasları ihmal etmek, sünnetullah gereği kolaylık yolunu terk etmektir. Din, bir bütün olarak kolaydır. İlâve veya eksiltmelerle değiştirilen, atma ve katmalarla dejenere ve tahrîf edilen bu din Allah'ın râzı olduğu, tamamlanmış İslâm dini olmaktan çıktığı için kolaylık da kaybolur. Namaz kılmayan kimsenin, fahşâ ve münkerden uzaklaşması zordur. Oruç tutmayanın sabırlı olması ve cihada hazırlanması kolay değildir; aynen zekât vermeyenin, infak etmesi ve fedakârlık göstermesinin zor olduğu gibi. İbâdetlerle güçlenmeyen ve fıtratındaki güzelliği korumayan bir insana İslâm'ın bazı emir ve yasakları zor gelebilecektir. Temel gıdalarla yeterli şekilde beslenmeyen, vücut için zarûrî yiyecekleri yemeyen kimse gerekli enerjiye sahip olamadığı için za'fiyetten dolayı nasıl basit işleri yapmakta zorlanırsa, mânevî/rûhî gıdalarını almayan kimse de mânevî ve psikolojik za'fiyetinden ötürü, aslında hiç de zor olmayan görevleri yerine getirmekte zorlanacaktır.
Allah'a kulluğun zor olduğunu zannedenler, nasıl zorluklar içinde kıvranıyorlar, farkında değiller. Hakkı görmek istemedikleri için, bâtıl
kendilerine şirin, din de zor geliyor. Kula kulluk ve kendi gibi ya da daha aşağılarına boyun eğmek, insan fıtratına ve onuruna ters nice zorlukları bu insanımsılar nasıl değerlendiriyorlar? Stres ve bunalımlar, psikolojik rahatsızlıklar, ahlâkî problemler, maddî kayıplar, hastalıklar, bitmeyen şikâyetler... Hep gayri İslâmî yönelişlerin bu dünyadaki zorluklarıdır. Şeytan, güzel amelleri zor göstermeye çalıştığı gibi, fâsıkların da amellerini süsler, zorları kolay zannettirir. İçki içmek ve sonrasına katlanmak hiç de kolay olmadığı halde, şeytan içkiyi güzel ve kolaylık gibi sunabilir. Fâhişelik ve onlarla zinâ etmek, AIDS gibi riskleriyle, maddî-mânevî pislik ve sıkıntılarıyla hiç de kolay bir şey olmasa gerektir. İslâmî hayatı ve hayatın İslâmîleştirilmesini aşırı idealize etmek de dini zorlaştıran başka bir etkendir. Toplumun tümü veya önemli bir bölümünün harekete geçmesiyle ya da bir kıyamla gerçekleşebilecek şeylerin suçunu karşımızdaki müslüman bireylere atfetmek ve bunları şikâyet tarzında, sıkıntı ve görev kaçkınlığı olarak sunmak, mükemmeliyetçilik, hem hastalıklı bir tipi ortaya çıkarmakta ve hem de hastalıklı/ütopik/hayata uygulanamayan ideal bir din anlayışını doğurmakta ve dini yaşamanın imkânsızlığı vurgulanarak din zorlaştırılmaktadır. Kendini dâvet ve tebliğ görevini yüklenmek zorunda hisseden, samimi, ama "kolaylaştırın, zorlaştırmayın!" ilkesinden ve bunun nasıl pratize edileceğinden habersiz genç, aşırı idealize edilmiş, zor bir tablo ile, "cihad, İslâm devleti, tâğutlara savaş, zorluklara tâlip olmak..." kavramlarının öne çıktığı dini sunmakta, muhâtabını da suçla-makta ve ilk elde ve hemen çok şey beklemektedir. Bu tavır, bırakın "çok"u, "az"ın bile oluşmasına engel
olmakta, hattâ bazen eldekinin bile gitmesini neticelendirmektedir.
Bu tavrın bir benzeri, bazı müslümanların bireysel İslâmî yaşayışı için de söz konusudur. Güçlü iman, sabır, ibâdetlere özen, ahlâkî tutarlık, insanî ilişkilerde düzey gibi hususlarda yeterli olmadığı ve mânevî/psikolojik altyapı eksikliği ve bazen hastalıklı ve zigzaglarla dolu tavırlarına rağmen, dozu yüksek tutulmuş nâfile ibâdetler, fazla infak, fedâkârlık ve aşırı faâliyet içinde ezilebiliyor, ifrattan tefrîte yuvarlanabiliyor. Belirli bir zaman sonra da, bir müslümanın asgarî görevlerini bile terk eden çizgiye gelebiliyor. Hâfızlığa zorlanıp, insanî ve İslâmî olmayan usûllerle zorla hâfız yapılan nice gencin,
hayatı boyunca Kur'an'dan ve dâvâdan uzak yaşaması gibi durumla hep dinin zorlaştırılması ve idealize edilmesiyle ilgili problemlerdir.
İslâmî faâliyet ve hizmetlerde dâvânın yükü ve sorumluluğu fedâkâr ve gayretli bir tek kişinin üzerine yüklenmekte, onlarca insanın yapacağını bu bir kişi aşırı zorluklarla yerine getirmektedir. Cemaatin diğer fertleri de sadece onu eleştirip onun moralini bozmaktadır. Bunun sonucu olarak üzerine aşırı yük yüklenen kişi maddî ve mânevî yönden yıpranmakta ve bir zaman sonra ister istemez bir köşeye çekilip pasifize olmakta, hattâ bazen dâvâdan, faaliyetten soğumaktadır.
Daha önce Beled sûresinde Rabbimiz, “Şu nankör insana bir bakın ki o Akabe’yi aşamadı. Akabe’nin hakkından gelemedi. O zor geçidi ikdiham edemedi” buyurarak kulluğun zorluğundan söz ediyordu ya, bakın burada işte böyle yaşayan insan için bu yolun artık çok kolaylaştığını anlatıyor. Nahl sûresinde de bu husus şöyle anlatılıyordu: “Kadın, erkek, inanmış olarak kim iyi iş işlerse, ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz.” (Nahl 97) Meryem sûresinde de şöyle buyruluyor: “İnanıp yararlı iş işleyenleri, Rahmân, sevgili kılacaktır.” (Meryem 96)
Onlar hem dünyada hem de âhirette çok güzel ve kolay bir hayat yaşayacaklardır. Çünkü iyi insanları herkes sever. Hayatını Allah için yaşayan, Allah’ın istediği biçimde yaşayan bir insan herkes tarafından sevilip sayılır ve herkes tarafından takdir edilir. Şu anda bile bizim yerli kâfirlerin, şerli kimselerden korktukları için parayla alâkalı veya çok önemli makamlara böyle Müslümanları aradıklarını görüyoruz.
2. Bu kolaya kolaylamanın bir ikinci mânâsını da şöyle anlıyoruz: Allah, onun için hesabı kolaylaştıracaktır. Hem dünyada, hem de ukbâda Allah onun hesabını kolaylaştıracaktır. Kim verirse, muttaki olursa, tevhidi kabullenirse, bu tevhid ve onun sonucu olan cenneti umarak verirse o kişinin hayatını cennete kolaylayacaktır Allah. Cennete gidiş yolunu ona kolaylaştıracak ve kolayca cennete gidecektir o kişi. İnşikâk’ta da öyle deniyordu: “Amel defteri kendisine sağından verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir ve arkadaşlarının yanına sevinçle döner.” (İnşikâk 8-9)
İşte bu üç özellik sahipleri böyle hem dünyada hem de âhirette kolaya
kolaylanırken, buna mukabil olarak şu üç özellik sahiplerinin de zora
kolaylanacağını anlatacak Rabbimiz:(Bir sonraki ayet)
(A.KÜÇÜK)
“Fe-emmê men â'tâ vettekâ” artık kim verdi “vettekâ”, ve Allah’a karşı sorumluluğunun şuurunda oldu. “â’tâ” ile “î’tê” ayrı. Bakınız aşağıda 18. ayette de ‘yû'tî’ geliyor. “Ellezî yû'tî mêlehû yetezekkê” (18) “î’tâ” ile “â’tâ” farklıdır. Aynı surede ikisi de kullanılmış. Zekatı î’tâ ile ifade buyurmuş Kur’an. Hep öyledir “ve ê’tû’z-Zekêh” Zekat “î’tâ” ile kullanılır. “î’tê” vermektir gönüllü gönülsüz. “âtê” ise gönülden gelerek vermektir. “Êtê” ile aynı kökten gelmesinin sebebi de odur. “Êtê” geldi demektir. Yani gönlünden gelerek verdi, içinden gelerek verdi, gönülsüz vermedi manasına gelir.
Buradaki “â’tâ” gönüllü, gönülsüz “Fe-emmê men â'tâ” verdi. “Vettekâ” ve sorumluluğunun farkına vardı. Yani verdi ve korktu, verdi ve titredi, verdi ve ürperdi aslında bu, verdi ve ürperdi.
Niye verip ürpereceğiz diye sorulabilir. Vereceğiz ve ürpereceğiz, çünkü Allah’a verdik, Allah için verdik. Allah’ın ne ihtiyacı var ki verdik diye ürpereceğiz. 2 – vereceğiz ve ürpereceğiz. Acaba Allah için verdiğimiz kabul oldu mu. Allah yüzümüze mi çarpacak, yoksa kabul edecek mi diye ürpereceğiz. Tıpkı Meryem gibi.
“innî nezertû lekê mê fî bâtnî mûhârrârân fete-kâbbel-minnî” (Ali-İmran/35) ya Rabbi henüz doğmamış olan şu karnımdaki yavrumu sana adak olarak adadım, nezrettim. Benden kabul et Allah’ım. Adeta zımnen orada bir soru var. Benden kabul eder misin Allah’ım. Niye? Zaten Allah’ın verdiğini Allah için veriyorsun. Aslında senin olan bir şey yok ki. Senin olan bir şeyi vermiyorsun ki. Eğer gerçekten vermekten söz ediyorsan yarat da ver. Yok öyle bir şey. Allah’ın verdiğini Allah için veriyorsun. O zaman dönüp de Ya Rabbi ben verdim diye hava atmaya ne gerek var ki. Aslında hava atacak bir şey değil diyor. Allah’ın verdiğini Allah için verdin. Bir daha verebilir, daha küçüğünü alır daha büyüğünü verebilir, hepsini alır hiç vermez. Zaten hiç vermese hepsini alsa varlığını alırdı. Yani sadece daraltır. Nefes alamaz olurdu, onun için titreyeceğiz, vereceğiz ve titreyeceğiz. Ver ve titre diyor, ver ve ürper. Sadece verdim diye hava atma. Unutma Allah’ın verdiğini verdin. Unutma eğer vermek söz konusu ise veren Allah’tır.
4 "Ayrıntı ve açıklama" vurgusu taşıyan “fe-emmê”nin bu bağlamdaki en uygun karşılığı.
5 Buradaki ittika, 8. âyetteki istiğna'nın mukabilidir. Çevirimizin gerekçesi budur.
“Ve-sâddekâ bi’l-hûsnê” ve daha ne yaparsa? Verir, korkar, Allah’tan titrer. Yani Allah’ın sevgisini kaybetmekten korkudur bu. “Ve sâddekâ bi’l-hûsnê” ve daha güzeline, daha iyisine, en iyisiyle ödüllendirilmek için tasdik ederse güzelliği “Ve-sâddekâ bi’l-hûsnê” tasdik ederse. Neyi tasdik ederse, en güzele ulaşan yolu tasdik ederse. En güzeli tasdik ederse veya. Bu ikincisi daha uygun oldu, “el-Hûsnê”, el-esma’ûl Hûsnâ”, hatırlayalım Allah’ın en güzel nitelikleri, en güzel isimleri.
“Esma’ûl Hûsnâ” aslında Allah’ın mükemmel nitelikleridir. Tüm mükemmellikler Allah’a ait olduğu için Kur’an da 4 yerde “el-Esmâ’ûl Hûsnâ” gelir, 4’ü de tahsis “lam”ıyla gelir. “lehû’l Esmê’ûl Hûsnâ” (Haşr/24) Ve-Lillêhil Esmâ’ûl Hûsnâ. (‘Araf/180) hepsi aynı. “Lâm” yani ey insan aklına her ne mükemmellik geliyor, hepsi Allah’a aittir. Allah dışında hiçbir varlığa mükemmellik yakıştırma, mükemmel değil çünkü. Onun için 4 yerde gelen esma-ül Hüsna ifadeleri hepsi de tahsis “lâm”ıyla gelir. Allah’a mahsustur mükemmellik demektir.
İşte burada ben bağlantı kuruyorum naçizane ve Allah’u alem diyorum buradaki en güzeli tasdik etmek, Allah’ı tasdik etmektir. Allah’ın varlığını birliğini, Allah’ın varlığın kaynağı olduğunu, Allah’ın gerçek veren olduğunu, Allah’ın malik-ûl mülk olduğunu, Allah’ın El hayy-ûl Kayyûm olduğunu, Rahman, Rahîm olduğunu, tüm sıfatlarıyla tasdik etmektir. İşte onu yaparsa;
6 Veya: "En Güzel (olan Allah'a) inanırsa". En Güzel [Husnâ] olan, "en güzel isimlere" [el-Esmau'l-Husnâ) sahip olan Allah'tır. Tasadduk,
bir güzelin bir güzelliği En Güzel adına başka güzellerle paylaşmasıdır. Husn, maddî olarak kubh'un, manevî olarak sû'un mukabilidir. Burada ikincisidir. Güzelliğin son noktasını ifade eder. Husn hem "a'yan" hem "ah das" hakkında kullanılır. Hasene vasıf olursa bir öncekiyle aynıdır, isim olursa sadece ahdas hakkında kullanılır. Husnâ ise sadece ahdas hakkında kullanılır (Râğıb). Husn Kur'an'da maddî güzellik için değil, aklî, kalbî ve şer'î güzellikler için kullanılır [et-Tefsiru'l-Beyânî).
“Fesenûyessirûhû li’l-yûsrâ” o zaman biz de ne yaparız? Ona kolayını kolaylaştırırız. Yüzeysel bir tercüme yapayım önce, kolayını kolaylaştırırız. “Fesenûyessirûhû” ona kolaylaştırırız. “Li’l-yûsrâ” kolay olanı. Ama bu basit bir kolaylık değil yüsra; Bu ismi tafdilin müennesi de olabilir, mastar da olabilir. Zaten ikisi birbirini çağrıştırır. Yani en kolay. En kolay nedir aslında? Cennettir. En kolay ebedi mutluluktur. Dolayısıyla cennetin yolunu ona kolaylaştırırız. Cennete giden yolu ona kolaylaştırırız, veya ebedi mutluluğa giden yolu ona kolaylaştırırız. Yani oradan kolayca geçer girer, zorlanmaz.
Mesela İbadet yapacak; zorlanmaz, kolaydır, verecek Allah için; eli ile cebi arasında mesafeler yoktur, veya cebinde akrep yoktur. Çok kolay gider eli cebine. Mesela sabah namazına kalkacak; inlemez su değip kalkar, kolay kılınmıştır. Çünkü haz alır. Allah’ı razı edecek her bir şey, mesela paylaşmaktan asla yüksünmez. Varlığını paylaşır, paylaşmaktan zevk alır hatta. Mesela güzelliği yaymaktan, aktif iyi olmaktan zevk alır. Kendisi için yaşamaz, güzelliği paylaştığı zaman güzellikten zevk alır. Allah içine öyle bir şey vermiştir. Ama o da hak etmiştir.
Dolayısıyla “Fesenûyessirûhû li’l-yûsrâ” cennete giden yolu ona kolaylaştırırız. Bakarsınız bir tanesi oyun ve eğlenceye deyince 3 saat, 5 saat, 10 saat, hatta geceler boyu, hatta sabahlara kadar 5 para etmez şeyler uğruna haydi deyince koşar gelir. Ama haydi Allah rızası için şunu yapalım deseniz yerinden kıpratamazsınız. Çünkü kolayı, kolaylaştırılmamıştır. Ama kolayı, kolay kılınmış olana sevabın ucunu gösterdiğinizde, Allah rızası ihtimalinin milyonda birini gösterdiğinizde koşar gelir, hiç arkasına bakmaz, ne bedel ödediğine bakmaz, yeter ki Allah razı olsun, yeter ki ucunda cennet olsun, yeter ki rızâî ilahi olsun, güzellik paylaşılsın, iyilik olsun.
İşte kolayın kolaylaştırılması bu. Onun için hani yaşadığım hatıra içerisinde ara ara anlattığım o dispanser bahçıvanı Ahmet amcanın kulaklarımdan hiç gitmeyen 10 yıllar önceki sesi geldi aklıma. Hem ağlıyordu, yaz günlerine gelen ramazanı tutmayan Müdür’ü, Ahmed efendi ben sabah yedim geldim, öğleyi zor ediyorum bak, şimdi de bir kuşluk yiyorum. Siz akşama kadar aç duruyorsunuz ha diye dalga geçen müdürüne dönüp gözyaşları içinde; Müdür bey, müdür bey, orucu mide tutmaz müdür bey, orucu iman tutar iman. Deyişini hiç unutmuyorum. Evet, İman tutar, iman verir, iman görür göz değil. İman duyar kulak değil. Tabii ki iman beden ülkenizin başkenti olan yürekte hakimse galipse. Yok mahkumsa ve yürekte imana zindan ise imanın eli ayağı, gözü kulağı nerden haberdar olsun. Mahkumdur, mahkumun eli tutar mı? Onun için imanın hakim olup olmadığıyla alakalı bu beden de, bu bedenin başkenti olan kalpte. “Fesenûyessirûhû li’l-yûsrâ” budur işte.
7 Medine'de yaşanmış örnek bir infak olayı tefsir kaynaklarımızda bu pasajla ilintilendirilerek anlatılır (Bkz: 96/Hadîd: 10, not 12).
(M.İSLAMOĞLU)