LEYL SURESİ


Ayet Getir
92-LEYL 13. Ayet

وَإِنَّ لَنَا لَلْآخِرَةَ وَالْأُولَى

Ve inne lenâ lel âhırate vel ûlâ.

Bayraktar Bayraklı

Şüphesiz, âhiret de dünya da bizimdir.


Edip Yüksel

Sonu da ilki de biz kontrol ederiz.


Erhan Aktaş

Kuşkusuz ilk1 de son1 da Bizim’dir. 1- Dünya da ahiret de.


Muhammed Esed

ve hem öteki dünya, hem de (hayatınızın) bu ilk bölümü (üzerindeki hakimiyet) Bize aittir:


Mustafa İslamoğlu

ama işin gerçeği öteki hayat da, bu hayat da Bizim mülkiyetimizdedir.


Süleyman Ateş

Son da ilk de (âhiret de dünyâ da) bizimdir.


Süleymaniye Vakfı

Ahiret de bizim, dünya da bizimdir.


Yaşar Nuri Öztürk

Sonrası da öncesi de sadece bizimdir.


Ayetin Tefsiri

 

MEAL

12.) ELBET doğru yolu göstermek sadece bizim işimizdir;

13.) ama işin gerçeği öteki hayat da, bu hayat da Bizim mülkiyetimizdedir.10

(M.İ)

12.) Bize düşen, doğru yolu göstermektir.

13.) [Bilin ki) dünya da ahiret de bizim tasarrufumuzdadır; [dolayısıyla hükümranlık başında da sonunda da bizimdir) .

(M.Ö)

12.) “Bize düşen sadece doğru yolu göstermektir.”

13.) “Şüphesiz âhiret de, dünya da Bizimdir.”

(A.K)

 

TEFSİR

Kitap indirmek ve peygamber göndermek suretiyle hidayet ve dalâlet yollarını, hayrı ve şerri açıklamak Allah’a aittir. Bir önceki sûrede açıkça belirtildiği üzere Allah insana duyu ve bilgi vasıtaları, akıl ve irade vermiş; hayrı şerden, hakkı bâtıldan ayırma imkânını bahşetmiştir. 13. âyette Allah Teâlâ hem dünya hem de âhiret hayatının kendisine ait olduğunu ifade buyurarak, her iki dünyanın kendi yönetiminde olduğunu belirtmekte, dolayısıyla her iki dünyanın iyilik ve güzelliklerini O’ndan istememiz gerektiğini ima etmektedir.

(DİYANET TEF.)

İkinci bölümde ise yüce Allah, her iki grubun akıbetinden söz etmektedir. Kolaylığın ve zorluğun verildiği her iki zümrenin, sonunda akıbetlerini gözler önüne sermektedir. Her şeyden önce de bu gruplardan her birinin karşılaştığı ödül ve cezanın kesin ve kaçınılmaz olduğu ve bunun ayrıca adalet ve hak ölçüleri içinde olduğunu belirtmektedir. Çünkü yüce Allah insanlara doğru yolu açıklamış ve onları yakıp kavuran ateşle korkutmuştur.

Yüce Allah -kullarına bir ihsan ve rahmet olarak- doğru yolu insanların fıtratına ve bilinçlerine açıklamayı kendi üzerine almıştır. Ve yine doğru yolu insanlara peygamberlerle peygamberlerin mesajları ile ve deliller aracılığı ile açıklamayı kendisi üstlenmiştir. Böylece kimsenin elinde sığınacağı bahane kalmasın ve hiç kimseye zulmedilmesin diye bizzat kendisi üstlenmiştir. "Doğru yola iletmek bize aittir."

Değinilen ikinci nokta ise, insanları kuşatan hakimiyet gerçeğinin kesin bir dil ile açıklanmasıdır. İnsanların bu hakimiyetten kurtulacak bir sığınağı bulamayacaklarının belirtilmesidir. "Şüphesiz ahiret de dünya da bize aittir." Yüce Allah'tan uzaklara gitmek isteyenler nereye gidebilirler?

(S.KUTUB)

7. Yani, insanın Halık'ı Allah, hikmet, adalet ve merhameti dolayısıyla, insanı dünyada habersiz bırakmayı, doğru yolun hangisi, yanlış yolun da hangisi olduğunu bildirmeyi, iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu, haram ve helalin neler olduğunu, hangi yol izlenirse Allah'a

itaatkar kul olunacağı, hangi yol izlenirse asi olunacağını insana bildirmeyi üzerine almıştır. Aynı konu Nahl suresinde şöyle anlatılmıştır: "Yolu doğrultmak Allah'a aittir. Ama ondan sapan da var. Allah (c.c.) dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi." (Nahl 9). (Bkz. Nahl an: 9).

 

8. Bunun bir kaç anlamı vardır, hepsi de doğru olabilir. Birincisi, dünyadan ahirete kadar Allah'tan kaçamazlar. Çünkü iki dünyanın sahibi de Allah'tır. İkincisi, dünya ve ahiret, ikisi de her halükarda kaimdir. Gösterdiği yola ister uyarsınız, ister uymazsınız. (sapıtırsanız Allah'a bir zarar veremezsiniz, kendiniz hüsrana uğrarsınız. Eğer doğru yola uyarsanız Allah'a hiç bir yararı dokunmaz. O sizin için daha hayırlıdır. İtaatsizliğiniz ile Allah'ın mülkünde hiç bir eksiklik olmaz. İtaat ederseniz de Allah'ın mülkünde bir fazlalık olmaz.) Üçüncüsü, iki dünyanın da maliki biziz. Eğer dünyayı isterseniz biz onu size veririz. Eğer ahiret sevabını isterseniz onu vermek de bizim elimizdedir. Aynı konuya Al-i İmran suresinde şöyle değinilmiştir: "Allah'ın izni olmadan hiç bir kişi ölemez. O belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya sevabını isterse kendisine ondan veririz, kim de ahiret sevabından isterse kendisine ondan veririz. Şükredenleri mükafaatlandıracağız." (Al-i İmran 145). Şûra suresinde de şöyle açıklanmaktadır: "kim ahiret ekinini istiyorsa onun ekinini artırırız, kim de dünya ekinini istiyorsa ona da dünyada bir şey veririz. Fakat onun ahirette de bir nasibi olamaz." (Şura 20). (Bkz. Al-i İmran an: 105, Şura, an: 37).

(MEVDUDİ)

 

Hidâyet Bizdedir, hidâyet Bizdendir. Hidâyet yolu Bize aittir. Doğru yolu da, eğri yolu da beyan edip açıklamak Bize aittir. Yol Bize aittir, öyleyse yolunuzu bize sorun. Hidâyet Bize aittir, öyleyse hidâyeti Bizden isteyin. Belki akıllı olabilirsin ama unutma ki veren O’dur. Güçlü olabilirsin ama bilesin ki veren O. Bilgin becerin olabilir, ama bağışlayan O. Belki malın olabilir, ama bilesin ki veren O’dur. Çoluk-çocuğun, çevren, avenen, kredin olabilir, unutmayasın ki tüm bunları veren O’dur.

 

Hidâyet, yol Allah’tandır. Eğer hidâyet istiyorsanız, eğer kendinize bir yol arıyorsanız, bir sistem, bir hayat programı arıyorsanız bilesiniz ki hidâyet Allah’ın hidâyeti, yol Allah’ın yoludur. Probleminiz varsa Allah’a havale edin, Allah’a yalvarın, Allah’a yakarın. Allah’ın âyetlerinin tarif ettiği bir hayata yöneliverdiniz mi, bakacaksınız ki tüm problemleriniz kendiliğinden çözülmüştür. Ekonomik, siyasî, içtimaî, askerî, eğitim, hukuk, seçim, geçim tüm dertleriniz bitecektir. Çünkü o zaman siz yenilmez ve yanılmaz bir Allah’la berabersiniz demektir. Çünkü siz yolunuzu Allah’la bulmuş ve Allah’ın yoluna girmişiniz demektir.

 

Hidâyet Allah’tan iken, yol göstermek Allah’a aitken yıllardır bizler vahyi bıraktık, Allah’tan gelen hidâyete sırt çevirdik ve içimizdeki, dışımızdaki yerli ve yabancı kâfirlerin hevâ ve heveslerine uyduk. Hidâyeti onlardan bekledik. Onların yol gösterilerine tabi olduk. “Ey Yahudi ve Hıristiyanlar! Ey bizim efendilerimiz! Ey bizim hocalarımız! Bak biz de sizin gibi olduk! Sizin hidâyetinize, sizin yolunuza tabi olduk! Sizin gibi giyiniyor, sizin gibi soyunuyoruz! Sizin yasalarınızı, sizin hukukunuzu kullanıyoruz! Eskiden tepeden tırnağa giyinirdik, ama şimdi bak sizin hatırınıza kılık-kıyafetimizi değiştirdik! Sizin yazınızı kullanıyor, sizin eğitiminize sahip çıkıyoruz! Sizin kanunlarınızı, sizin tatillerinizi, sizin takvimlerinizi kullanıyoruz! Sizin hatırınıza NATO’ya girdik! Birleşmiş Milletlere üye olduk! A.T'la nikâhlandık, I.M.F ile nişanlandık. Bugüne kadar bir dediğinizi iki etmedik” diye bu kâfirlere yalvarıp yakardığımız halde yine de kendimizi sevdiremedik. Ama beri tarafta Allah’ın hidâyetini terk ettiğimiz için Rabbimizin yardımı kesildi. Hidâyetini, yolunu terk ettiğimiz Rabbimizin yardımı kesilince de gittikçe batağa battık ve bir türlü belimizi doğrultamadık. Elbette öyle olacaktık. Çünkü yol sadece

Allah’ın yoluydu, hidâyet sadece Allah’a aitti.

 

Şu andaki çağdaş sistemler bunların topluma yansıyan yönü üzerine kurulmuştur. Tüm müşrik sistemler bu esaslara dayanmaktadır. Ya mal çokluğuna dayanır ki bunun adı kapitalizmdir. Ya çoluk-çocuk, ırk çokluğuna dayanır ki, bunun adı faşizmdir. Veya güçlü olmaya dayanır ki, bunun adı da despotizm, yani krallıktır. Tüm sahip olduklarını Allah’tan bilmeyen, Allah’ın hidâyetine tabi olmayan insanların tarih boyunca düştükleri bataklıklardır bunlar. Hani Kehf’te de öyle deniyordu: “De ki: “Gerçek hidâyet Rabbinizdendir. “Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin.” (Kehf 29)

 

Dileyen îman etsin, dileyen de küfretsin. Artık hak, hidâyet bu kadar açık ve net bir biçimde ortadayken ve herkesin ona ulaşma imkânı da varken, artık tartışmaya gerek yoktur. Birilerinin Müslümanların inanışlarını, hayatlarını sorgulamaya hakkı yoktur. Biz Allah’ın hidâyetine tabi olmuşuz. Bizim yaşadığımız hayat Allah’tan gelen bir hayat tarzıdır. Rabbimizden hak olan kitabında bize hidâyet olarak ne gelmişse, Rabbimiz bizim adımıza nelerden razı olmuş ve bizi nelerle sorumlu tutmuşsa biz onları yapıyor ve öylece yaşıyoruz. Bizim bu konuda herhangi bir yetkimiz ve sorumluluğumuz yoktur. Yani bu yaşadığımız hayatı biz düşünüp taşınıp kendimiz belirlemedik. Rabbimiz dedi, biz de yapıyoruz, yaşıyoruz hepsi bu kadar. Sorgulayacaklarsa bizi değil, Allah’ı sorgulasınlar. Hak, hidâyet, din Allah’ındır, hukuk Allah’ın hukukudur, yasa Allah’ın yasasıdır. Dileyen buna îman eder, dileyen de dilediği gibi yaşar. Dileyen Hâdî olarak, Rabb olarak Allah’ı, din olarak O’nun dinini, yol olarak O’nun yolunu, sistem olarak O’nun sistemini kabul edip öylece yaşar, dileyen de Allah’tan başkalarının yasalarını, Allah’tan başkalarının hidâyetlerini, yollarını, sistemlerini benimser ve onlara kulluk eder. Dileyen Allah’ın kulu olarak mü'min, dileyen de dilediği kimselerin kulu olarak kâfir olabilir. Hattâ dileyen de yeryüzünde kendisinin İlâhlığını bile iddia edebilir. Allah yeryüzünde bu imkânı kullarına yasaları gereği vermiştir. Sonucuna kendileri katlanmak kayd-u şartıyla dileyen dilediği yolu tercih edebilir.

 

Ama siz bilirsiniz. İsterseniz Rabbinizin hidâyetini reddedip burnunuzun doğrusuna gidin. İsterseniz Rabbinizin hayat programını reddederek ya kendi hevâ ve hevesleriniz istikâmetinde ya da kimi yapay tanrıların, tanrıçaların yasaları istikâmetinde bir hayat yaşayın. Ama şunu unutmayın ki:

 

13. “Şüphesiz âhiret de, dünya da Bizimdir.”

Dünya da bize aittir, âhirette bize aittir. Dünya da bizimdir âhiret de bizimdir diyor Allah. İmam Mâlik der ki: “Ömer bin Abdülaziz bir defasında bize akşam namazı kıldırdı, bu âyete gelince hıçkırığa boğuldu, okuyamadı ve başka âyete geçti.” Bize hiçbir şey demeyen bu âyet sahâbeye çok şey söylüyordu. Evet dünya da bizimdir, âhirette. Bunun mânâsını şöyle birkaç madde halinde özetlemeye çalışalım:

 

1. Dünya da bize aittir, âhiret de bize aittir. Ey insanlar, konumu gereği veya iradeleriniz gereği Allah dünyada size dokunmadı diye dünyayı atlattık zannediyordunuz, ama âhirette bizimdir, orada ne yapacaksınız ya? Allah’ı dünyada atlattığınızı zannediyorsunuz belki ama, âhirette ne yapacaksınız? Orası da bizimdir. Yani dünyanın konusu sizin kendi kendinize plan, program yapmanıza müsaittir. Hikmeti gereği Allah sizlere irade vermiştir. İmtihan gereği Allah dokunmuyor dünyada size. Peki öbür tarafta ne yapacaksınız? Dünya kendinizin zannediyorsunuz ve aldanıyorsunuz, halbuki dünya Allah’ındır, âhiret te onundur.

 

2. Sakın şaşırıp yanılıp ta mülkün kendinize ait olduğunu zannetmeyin. Dünyanın da, âhiretin de mülkü bizimdir diyor Allah.

 

3. Sizin zannettiğiniz gibi dünya ile âhiret ayrı değildir. Dünya ile âhiret bir bütündür. Öyleyse Allah yolunda olun, Sırat-ı Müstakîme girin, diyor Rabbimiz.

 

4. Dünyanın da, âhiretin de mülkü bizimdir. Binaenaleyh hangisini isterseniz onu size veririz, ama neticesi size aittir. Kim dünyayı isterse kıl payı bile eksiltilmeden onu ona veririz, ama sonucuna kendisi katlanmak şartıyla. Bu âyetten anlaşılan o ki, sadece dünyalık isteyen, planını, programını dünyalık elde etmek için yapan ve âhireti hesaba katmayan kimselerin ne kadar akılsız ve aptal olduklarını anlatıyor Rabbimiz. Biz biliyoruz ki dünya rızkı mü'min-kâfir ayırımı yapılmaksızın Allah’ın bir lütfudur. Yani dünyayı isteyenlere de, âhireti isteyenlere de dünya rızkı verilmektedir. Bu konuda ikisi arasında bir fark gözetilmemektedir. Bunu Kitabımızın başka âyetleri

anlatmaktadır. Bu zaten ezelde takdir edilip hükme bağlanmıştır. Onun için tüm hesaplarını dünyalık için yapanlar aslında en büyük aptaldırlar. Neden? Zaten verilecek de ondan. Zaten Allah onu onlara verecek. Allah zaten herkese dünyada bir şeyler ayırmışken, âhiretini ayaklarının altına alırcasına dünyanın ve dünyalıkların peşine takılanlar aptal değil de nedir şimdi? Öyle değil mi? Bana ayırdığını zaten bana ulaştıracak Rabbim dünyada. Bana ayırdığını kesinlikle başkalarına vermeyecek, başkalarına ayırdığını da, çatlasam patlasam da kesinlikle bana vermeyecek. Ya da ben gecemi gündüzüme katarak çırpınsam da Allah’ın bana takdir ettiğinden fazlası da bana gelmeyecek. Bunu zaten vaad ediyor Allah. Hal böyleyken, ben tutmuşum bana ayrılan dünyalık rızık konusunda tüm zamanımı harcayarak âhiret konusunda plan program yapmayayım. Bu aptallığın, ahmaklığın daniskasıdır.

 

Bakın burada bu konuyu açıklayan bir hadis okuyayım.

“Eğer sizler rızık konusunda hakkıyla Allah’a güvenip tevekkül etmiş olsaydınız, sabahleyin yuvalarından aç çıkıp akşamleyin tok dönen kuşları doyurduğu gibi Allah sizleri de doyururdu.” Eğer gereği gibi, hak neyi gerektiriyorsa, tevekkülün hakkı neyse onu ona vere vere Allah’a bir tevekkülünüz, Allah’a bir vekalet vermeniz varsa, Allah’ı vekil kabul etme konusunda bu iş neyi gerektiriyorsa ona baştan evet diyorsanız, o zaman iyi bilin ki Allah sizlere tıpkı kuşlara rızık verdiği gibi rızık verirdi. Hani bilirsiniz kuşlar açlıktan karınları çekilmiş olduğu halde sabahleyin yuvalarından çıkarlar, karınları dolmuş olduğu halde akşamleyin geri dönerler. Bizim hayatımızda ne kuş kalmış, ne kuşların yuvaya dönüşü. Ne kuşların yuvası kalmış, ne de yuvada bekleyen kuşlar. Biz onları kafese koymuşuz. Sabah karınları aç, akşam karınları doymuş değil, biz ne zaman verirsek o zaman, biz ne zaman vermezsek o zaman, bu manzaraları biz öyle görürüz diyenlere sözüm yok. Öyle değil benim anlattığım, ayrı bir ortam, farklı bir özgürlük ortamı. Kuşlar, yuvalarında sabahlayan kuşlar. Gagalarında getirdikleri yiyecekleri yavrularıyla paylaşan kuşlar. Yuva yapan, orada yavrularının büyümesi için kanat çırpan, kanat geren kuşlar. Sabah aç karına çıkıyorlar, Allah onlara bir yerlerden rızık veriyor, yeter ki onlar rızık aramaya çıksınlar. Sonra karınları doymuş olarak geri geliyorlar.

 

Peki biz de aynı şekilde mi? Yani biz de Allah’ın bize tahsis ettiği rızkı bulmak üzere, ama helalinden bulmak gayesiyle sabah evlerimizden çıkıp, bulunduğumuz makam ve mekândan ayrılıp Allah’ın bize ta ana karnında tahsis ettiği rızkı bulmak adına helalinden bulmak üzere sa’y-u gayret etsek, bulur muyuz? Ben bunun için anlattım zaten, elbette buluruz. Yani yaygın bir halk tabiri ile söylersek Allah elbette deldiği boğazı aç bırakacak değildir. Eğer öldürmeyecekse onu aç bırakacak değildir. Vakti gelemeden, eceli dolmadan da kimsenin ölmeyeceğini biliyoruz. Ecel gelinceye kadar Allah’ın bize tahsis ettiğini mutlaka biz bulacağız. Ama nedense insanlar anlamak istediğini anlamaya, istediği gibi anlamak için dinlemeye hazırlar sanki. Aynı konuşmayı birden fazla insan dinlesin, ne anlatıldı desinler, hepsi aynısını söyleyemiyorlar. Neden mi ki? Kasıtları olduğunu zannetmiyorum, ama o konuşmayı dinlemeye gelmeden önceki hayatları, kafaları, kafa yapıları, beklentileri, istekleri, arzuları farklı da ondan.

 

Bir ramazan bir büyük camide bir hoca efendi vaaz verirken orucu bozan ve bozmayan şeylerden söz ediyormuş. Derken söz arasında demiş ki; “cemaat, toz ile balgam orucu bozmaz” Toz ve balgam. Zaruridir bunlar, onsuz bir hayat düşünemezsiniz, engelleyemezsiniz diye anlatmış. Tam o arada uyur uyanık dinlerken kendine gelen cemaatten biri; oh demiş, ne âlâ, demek tuzla şalgam orucu bozmazsa tamam bu iş. Camiden çıkışı zor beklemiş, bütün milletin gözü önünde başlamış şalgamı tuza basıp yemeye. Hayrola demişler, nerden icap etti? Adamın cevabı hazırdır; duymadınız mı, hoca demedi mi tuzla şalgam orucu bozmaz. Adamın kastı var mıydı size göre? Bence yok. Yani adam aslında samimi, mazeretli. Ama bu mazeret onu kurtarır mı, kurtarmaz mı o başkadır. Onu hesap gören bilecektir. İşte bu sözleri dinleyenler de aynı şekilde dinliyorlar. Aynen o insan gibi sözü yanlış anladıklarını görüyoruz. Allah eğer siz cidden bana güvenir dayanırsanız, beni gerçekten Rezzâk bilirseniz. Hocanın biri, bir Müslüman müslümanlara bu konuyu anlatıyormuş. Ey müslümanlar, Allah’ı vekil kabul edin. Sadece O’na dayanıp güvenin. O’nu Rezzâk bilin, rızık konusunda endişe etmeyin. Allah’a güvencinizi sarsmayın. Acaba mı demeyin. Acaba Allah bana da rızık verir mi ki, vermez mi ki demeyin diye anlatınca, oradaki dinleyenler iki grup olmuşlar. Bir grup demiş ki; olmaz öyle şey. Ne demek? Demek ki ben yatsam da Allah rızık verecek öyle mi? Ötekiler de demişler ki; öyle anlaşılmaz.

Sen yat da Allah sana rızık versin anlamına gelmez bu iş. Ama her şeye rağmen Allah, kime ne rızık ayırmış ise o mutlaka ona ulaşacaktır, gibi açıklamalarla tartışma sürmüş gitmiş. Sonra adam inat edip ötekilerin haksızlığını, yani yatınca insana rızık gelmezmiş konusunu onlara anlatmak için şöyle orman kenarında kendine uygun bir yer bulmuş ve beklemiş. Beni bulacak demek rızık tamam ben de bekliyorum demiş. Bir gün, iki gün, derken üç gün, dermanı bitmiş, sonra saatler dakikalar ne kadar geçmiş bilmez öylece yarı baygın kalmış orada. Bir ara bir hayat belirtisi, derken iki adam çıka gelmiş. Vurdukları bir av hayvanını şöyle bir kenarda kızartıp yeme çabasındalar. Berikinin onlara seslenecek gücü kalmamış, bağıracak imkânı yokmuş, dermanı kalmamış ama gücü yettiği kadar inlemeye başlamış. Derken onlardan biri fark etmiş. A! Demiş, durun hele, buralarda bir inilti var, bir ses duydum. Derken fark etmişler, şu taraftan, aha işte burada, bir adam var, yarı baygın galiba demişler, adamın boğazından bir şeyler vermişler, şöyle biraz kendine getirmişler, ateşte ısıtmışlar, vücudunu ovmuşlar, gözünü açmışlar, sonra sormuşlar; arkadaş, nedir senin halin ahvalin? Kimsin, necisin, ne ararsın burada? Kim getirdi seni buraya? Üstelik elin ayağında bağlı değil. Adam başından geçenleri anlatmış. Ben demiş, Allah’ın her şeye rağmen rızık vereceği konusunda şüphem vardı.

 

Yani bir kenara geçerim öyleyse, rızık verecekse verecektir diye ondan dolayı gelip buraya yattım, evet Allah rızık veriyor ama, demek ki biraz fazla inlemek gerekiyormuş, sadece ben burayı unutmuşum demiş. Evet, biraz daha inlemek gerekiyor bazen. Hani ağlamayan çocuk ve meme gibi belki ama, siz isterseniz insanların en gözde çocuklarından biri, en gözde annelerinden biri olan Hacer ve oğlu İsmail’i hatırlayın. Rızıkları bitmişti onların da. Çocuğun yiyeceği kalmamıştı. Yanlarında yiyecek kalmayınca yapılacak iş rızık aramak için sa’ydi, çabaydı, bir Safa’ya bir de Merve’ye gidilecekti. Çünkü onlar Allah’ın şeairiydi, işaret levhalarıydı. Rızık aramak için onların ötesine, berisine gidilmezdi. Dikkat edilmesi gerekiyordu…

 

İşte eğer biz, Allah’a hakkıyla tevekkül etseydik, rızkın Allah’a ait olduğunu gerçek bilseydik, biz bize düşen helâl rızık arama konusundaki sa’yimizi yapınca, kesin Allah bize rızık verecekti, tıpkı kuşların sabahleyin yuvalarından karınları aç çıkıp akşamleyin tok olarak döndükleri gibi. Ama galiba bizim burada biz hesap farkımız var, hesap hatası diyemeyeceğim, onu herkes kendisi değerlendirsin. Tamam, Allah aslında herkese rızık vermeyi verir de diyorlar Allah’ın Rezzâk olduğunu bilen müslümanlar, ama O’nun bana vereceği rızık benim hesapladığım rızıkla uyuşmuyor. O’nunki ile benimki bir birini tutmuyor. Soframda şunlar, dolabımda bunlar olsun istiyorum. Kesemde şu kadar, kasamda bu kadar olsun istiyorum. Altımda şöyle bir rızık, üstümde böyle bir nimet bekliyorum. Ama ben bunu Allah’a bırakırsam O kendisi gibi verirse hiç de benim istediklerimi kale almıyor, göz ardı ediyor sanki dercesine müslümanlar Allah’ın rızık tahsisine razı değillermiş gibi ne kadar olacağını kendileri belirlemeye

kalkışıyorlar. Belirlesinler, sonuç yine Allah’ın ayırdığı kadar ulaşıyor insanlara değil mi?

 

Yani biz çatlasak patlasak da, ölsek bitsek de aslında yine bize tahsis edilen kadar geliyor. Sonrası, insan daha fazlasını kazanır gibi görünse de birden elinden kayboluveriyor, alınıveriyor, hattâ eğer ona ait değilse kullanma imkânı bile bulamıyor insanlar. Demek ki aslolan Allah’ı vekil bilmek, rızık konusunda Allah’a güvenmek, sen öyle dediysen tamam ya Rabbi diyebilmektir. Allah’ın Rezzâk olarak bizi doyuracağını kabul ettikten sonra artık gerisi elbette bizim için problem olmayacaktır. Ama siz bilirsiniz. Siz bilirsiniz, isterseniz öyle yapmayın. İsterseniz âhireti yok farz edip tüm plan ve programlarınızı dünya adına, dünyayı elde etme adına, dünyayı kucaklama adına yapın. İsterseniz Rabbinizin hayat programından habersiz bir hayat yaşayın. İsterseniz Rabbinizin hidâyetine tâbi olmamada ısrarlı davranın. Şunu unutmayın ki:(Bir sonraki ayet)

(A.KÜÇÜK)

 

“İnnê 'âleynê le’l-hûdê” elbet bize düşen doğru yolu göstermektir. Yani bu tipleri niye yarattın ya rabbi diye kimse çıkıp ta Allah’a hesap sormaya kalkmasın, bize düşen doğru yolu göstermektir, insan kendisi seçecek, kendisi verecek ki karşılığında cenneti alsın iradenin imtihanı olsun.

 

“Ve-inne lenê le’l-êğîrâte ve’l-ûlê” ve hiç unutmayın ki ahirette bize aittir, dünya da bize aittir. Öte de bize aittir burada bize aittir, uzakta bize aittir yakında bize aittir.

 

Niye dünya önce gelmesi lazımdı. “Ve-inne lenê le’l-êğîrâte” gelmiş “le’l-ûlê ve’l-êğîrâ” gelmesi lazımdı? Hayır bize önceliğin ne olduğunu göstermek istediği için ahiret önce gelmiş. Yani sizin katınızda dünya öncelikli ama Allah’ın katında ahiret önceliklidir manasına gelir.

 

10 Burada âhiretin dünyadan önce gelmesi, insana öncelik sırasını öğretmek içindir.

(M.İSLAMOĞLU)