(1-5) De ki: Ey kâfirler! Sizin taptıklarınıza ben tapmam. Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz.
De ki: “Ey inkârcılar.”
De ki: “Ey kâfirler.1 1- Kâfir ve küfür aynı kökten türemişlerdir. Küfür sözcüğünün birincil anlamı “örtmek” demektir. Kur’an, nankörlük etmeye “küfür” demektedir. Karanlığı ile her şeyi örttüğü için geceye de kâfir denmiştir. İmanın zıddı olan inançsızlığa da küfür denmektedir. Kefere fiilinin ism-i faili olan “kâfir” sözcüğü, sözcük anlamı olarak nankörlük etmek, örtmek, inkâr etmek demektir. En büyük küfür, şirktir.
De ki: "Siz ey hakikati inkar edenler!
Deki: Siz, ey kafirler!
De ki: Ey nânkörler,
De ki: “Ey kâfirler!
De ki: "Ey nankör kâfirler!
MEAL
1.) DE ki:1 Siz, ey kâfirler!2
(M.İ)
1.) [Ey Peygamber!) De ki: Ey kâfirlikte direnenler!
(M.Ö)
1.) “Ey Muhammed! De ki: Ey inkârcılar!
(A.K)
TEFSİR
1. Bu ayetteki birkaç nokta üzerinde özellikle düşünülmelidir:
a) Bu emir "Kafirlere açıkca de!" şeklinde Rasulullah'a verilmiştir. Ama sonraki muhteva bu emrin bütün Müslümanlara olduğuna ve kafirlere, bu ayette gösterildiği şekilde yönelmeleri gerektiğine işaret etmektedir. Hatta küfürden tevbe ederek iman edenlerin de, küfür dininden ve tanrılarından bu şekilde beraat etmeleri gereklidir. Çünkü buradaki "De!" emrinin ilk olarak muhatabı Rasulullah olmasına rağmen, aslında muhatab bütün Mü'minlerdir.
b) Buradaki "kafirler" kelimesi, kafirlere hakaret olsun diye değil, bir gerçeği ifade etmek için kullanılmıştır. Arapça'da kafir kelimesi inkar eden ve inanmayanlar için kullanılır. (Unbeliever) Bunun karşı kelimesi de "Mü'min"dir. Yani kabul eden ve teslim olandır. (Believer) Allah'ın (c.c) onlara "Ey kafirler" demeyi Rasulullah'a emretmesi, aslında "Ey risaletimi inkar edenler ve getirdiğim talimattan yüz çevirenler" anlamındadır. Aynı şekilde "mü'min" kelimesi kullanıldığında da bundan murad, "Muhammed'e (s.a) iman edenler"dir.
c) "Ey kafirler" denilmiş, "Ey müşrikler" denilmemiştir. Bu nedenle ayetin muhatabı yalnız müşrikler değil, Resulullah'ı Allah'ın elçisi olarak kabul etmeyen ve getirdiği talimatın Allah'tan olduğunu reddeden herkestir. Bunlar; Yahudiler, Hristiyanlar, Mecusiler veya müşrikler olabilir. Bu hitabın muhatabı sadece Kureyş veya Arabistan'daki kafir ve müşrik Araplar değil, dünyadaki bütün kafirler ve müşriklerdir.
d) İnkarcılara "Ey kafirler" diye hitap etmek, bir kimseye "Ey düşmanlar, ey muhalifler" şeklinde hitap etmek gibidir. Onun için, bu şekilde hitap edildiğinde, muhatapların zatının değil sıfatlarının hedef alındığı bilinmelidir. Dolayısıyla o kişi, "kafir" sıfatını taşıdığı sürece ayetin muhatabıdır. Muhalif ve düşmanlığı bırakarak dost veya himaye eden olduğunda bu hitabın muhatabı olmaktan kurtulur. Yani burada "Ey kafirler" diyerek hitap edilmesi onların küfrü nedeniyledir, zâtları nedeniyle değildir. Onlardan ölene kadar küfür üzerinde devam edenler bu ayetin muhatabıdır. Ama iman edenler artık bu ayetin muhatabı değildirler.
e) Müfessirlerden pek çokları, bu surede kullanılan "Ey kafirler" hitabının, Kureyş'ten, Rasulullah'a uzlaşma teklif eden bir kaç kişiye özel olarak geldiğini söylerler. Allah (c.c.) bu kişiler hakkında olmak üzere Rasulullah'a, onların iman etmeyeceklerini bildirmiştir. Bazı müfessirlerin böyle düşünmelerinin iki sebebi vardır. Birincisi, suredeki "İbadet ettiklerinize ibadet etmem" ayetinin Yahudi ve Hristiyanlar için uygun düşmediğini düşünmeleridir. Onlar, Yahudi ve Hristiyanların da Allah'a ibadet ettiklerini söylemişlerdir. İkincisi, ileride görüleceği gibi, "Sizler benim ibadet ettiğime ibadet edenler değilsiniz" buyurulmasının bu sure nazil olduğunda kafir olup daha sonra iman edenler için geçerli olmayacağını belirtmişlerdir. Ancak bu iki görüş de doğru değildir. Bu konudaki açıklamayı ileride yapacak ve bu ayetlerin anlamlarının, onların anladığı gibi olmadığını göstereceğiz. O müfessirlerin yanılgılarını açıklamak için burada sadece, nazil olduğu dönemde geçerli olup sonrakileri muhatap almadı ise bu surenin bu kadar zamandır niçin tilâvet edildiğini ve kıyamete kadar da niçin tilâvet edileceğini sormakla yetiniyoruz.
(MEVDUDİ)
Yine sûrenin hitap üslûbundan, ifade tarzından anlıyoruz ki peygamber ve onun yolunun yolcularının kâfirler karşısında savunmada değil sürekli hücumda olmaları gerekmektedir. Kâfirler ve müşrikler karşısında Müslümanın savunmada bulunması asla caiz değildir. Rabbimiz bu sûreyle bize bir de bunu anlatıyor. Ama bakıyoruz şu anda adam müslüman, hâlâ gâvurun karşısında kompleks içinde. Adam hem müslüman hem de kâfir karşısında aşağılık duygusu içinde. Ne garip değil mi? Meselâ gâvura sen gâvursun diyemiyor adam. Sen cehennemliksin diyemiyor. Arkadaş sen yanlış yoldasın diyemiyor.
Hayat programın yanlış, bu gidiş seni ateşe götürüyor diyemiyor. Halbuki kâfire sen yanlış yoldasın, bu halinle cehennemliksin, cehenneme gideceksin dememek, bilesiniz ki ona en büyük zulümdür. Çünkü onun cehenneme gidişine göz yummaktır. Ama ona acıyarak uyarmak kendisine en büyük merhamettir aynı zamanda. Yani ona yanlışını söyleyelim ki adam hiç olmazsa yanlışını anlasın ve cennete gitmenin yollarını arasın. Hiç bir şeyine dokunmuyor. İşte gel beraber yaşayalım, gül gibi geçinip gidelim diyor adam, onun yanlışını gündeme getirmiyor. Tamam o zaman cehenneme kadar yaşarsın beraber. Madem ona acıyorsun, aynı mahallede, aynı şehirde yaşıyorsun, aynı iş yerinde bulunuyorsun, aynı apartmanda oturuyorsun, hattâ o kâfirin işinde, işyerinde çalışıyorsun o zaman de ki adama, “arkadaş sen yanlış yoldasın, bozuk yoldasın, bu halinle sen cehenneme gidiyorsun, sana acıdığım için söylüyorum, gel müslüman ol da bu azaptan, cehenneme gidişten kendini kurtar!” Bu ona kötülük değil ki. Bu onu üzmek ve kırmak da değildir.
Aslında onun hayatını sorgulamamak ona kötülüktür. Onu bu gittiği yolda uyarmamak, ona acımamak onun ateşe gidişine göz yummak ona kötülüktür. Aynı zamanda onun hayatını sorgulamamak bize de kötülüktür. Çünkü o zaman müslüman hep savunmada kalıyor demektir. Biz savunmada kaldığımız sürece hep kaybeden oluruz. Meselâ soruluyor müslümana: Niye namaz kılıyorsun? Kusura bakma işte kılıyoruz. Niye örtünüyorsun? Kusura bakma alışkanlık işte ne yapalım? Niye oruç tutuyorsun? Kusura bakma... Böyle böyle sonunda da kusura bakma sen nasıl istersen öyle yapayım demek zorunda kalacaktır müslüman. Sen nasıl istersen öyle yaşayayım demek zorunda kalacaktır. Karşısındaki gâvuru uyarmayan, kendi kimliğini net bir biçimde ortaya koyamayan Müslüman sonunda susmaya ve savunmada kalmaya mahkum olacaktır.
Halbuki müslüman tek başına da olsa hep hücumdadır, kesinlikle savunmada olamaz. Müslüman kimliğini açık ne net bir biçimde ortaya koyan ve inandığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi inanan kişidir. İşte bu sûrede Rabbimiz bizden bunu istiyor. Biz müslümanlığımızı, imanımızı ortaya koyacağız, küfürden, şirkten, kâfirlerden ve müşriklerden, onların küfür ve şirk anlayışlarının tümünden ayrılacağız. Ayrılırken de, “ey kâfirler işte biz buyuz! Biz böylece inanıyoruz. Kurtulmak istiyorsanız siz de bizim gibi inanmak zorundasınız. Bizim sizinle, sizin dinlerinizle, sizin hayat programlarınızla, sizin kulluk anlayışlarınızla uzak ve yakından bir ilgimiz yoktur. Eğer şu anda bizim size tanıdığımız düşünce özgürlüğünü, fikir özgürlüğünü, ibadet özgürlüğünü siz de bize tanırsanız bu tartışma kolayca çözülecektir. Çünkü biz din ve vicdan hürriyetine, düşünce hürriyetine inanıyoruz. Başka din sahiplerinin inanışlarına, düşüncelerine, ibadetlerine karışmıyoruz.” diyeceğiz.
Tamam, hayatımızın ibadet bölümünde O’nu dinleyelim, ama hayatımızın öteki bölümlerinde söz sahibi başka Rablerimiz, başka tanrılarımız vardır. Biz onları da dinlemek zorundayız, biz onları da küstürmemek zorundayız, biz onların yasalarını da uygulamak zorundayız demeye devam edecek olursanız, yani böyle hem Allah kaynaklı, hem de tâğutlar kaynaklı bir din yaşamak istiyoruz diyorsanız, o zaman biz de size deriz ki, sizin dininiz, sizin hayat programınız, sizin kulluk anlayışınız sizin olsun, bizim ki de bizim olsun.
Eğer müslümanlar onlara tavizler vermeye başlarlarsa bu onların kendi dinlerinde, kendi bâtıl akideleri üzerinde sebat etmelerine vesile olacaktır. Çünkü tavizkâr bir tutum, kesinlikle onlara destek vermek anlamına gelecektir. Müslümanların onlara tavizler verip onların davranış ve inanışlarını tasvip edercesine bir tavır takınmaları, onları kendi dinlerinde kemikleşmelerini sağlayacaktır. Bunlar bize böyle baktıklarına göre demek ki bizim yolumuz da doğruymuş diyecekler ve yanlış dinlerine, bozuk inanışlarına daha bir sağlam sarılmaya başlayacaklardır. Evet, Rasûlullah'ın müşriklerle ilişkilerini dört safhada mütalaa etmek mümkündür: Müslümanların sayıca çok az oldukları dönemde müşriklerin eziyetlerine katlanmak. Fikirlerine ortak olmaları ve onlarla fikrî bir uzlaşmaya gitmeden sabretmek. Müşriklerin bu saldırılarına karşı konulamadığı dönemlerde sûrenin sonundaki "sizin dininiz size benim dinim bana" stratejisini uygulamak. İmkân olduğu takdirde saldırılara ayniyle mukabelede bulunmak. Antlaşmalara riâyet etmemeleri ve tekrar tekrar antlaşmayı bozmaları sebebiyle onlarla top yekun bir savaşa girmek. İlk iki madde Mekke döneminde, son ikisi ise, Medine döneminde olmuştur. Bu hususu da belirtelim ki, her dört safhada da Rasûlullah tebliğe devam etmiş, tebliği katiyetle aksatmamıştır. Ayrıca İslâm'ın temel akidesinden kesinlikle taviz vermemiş fikrî bir uzlaşmaya asla yönelmemiştir.
Kur'an-ı Kerim, bir çok yerde câhiliye hayatından örnekler vererek müslümanların ibret almalarını ister. Yine bu sûrede Allah son tevhid dini olan İslâm'la insanların nasıl bir inkılapla nefis ve şeytâni putların hâkimiyetinden kurtulduklarını anlatır. Bilindiği gibi câhiliye dönemi Arapları Allah'ı inkâr etmiyorlar, ancak O'nu "Bir" ve "Samed" olarak tanımıyorlardı. Onlar Allah ile beraber putlara, geçmişteki önemli zatlara, heykellere ibadet ediyor ve bunların Allah yolunda sadece birer vesile olduğu iddiasında bulunuyorlardı. "Biz onlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (Zümer, 3) diyorlardı. Yine Ankebût suresinde "Onlara gökleri ve yeri kim yarattı, güneş ve ay'ı kim emrine verdi diye soracak olursanız" Allah" diyeceklerdir elbette..." (Ankebût,61).
Hem de yeminlerle dile getirdikleri bu tür inançlarını Allah "Siz ancak Allah(u Teâla)'dan başka putlara ibadet ediyor ve (O'na ortak diye) yalan düzüyorsunuz. Bu Allah'tan başka ibadet etmekte olduklarınız size bir rızık vermeye muhakkak ki muktedir değildir. Rızkı Allah katında arayın O'na ibadet edin. Ve (rızkınızı o verdiği için de) O'na şükrediniz. (Çünkü âhirette) yalnız O'na döndürüleceksiniz" (Ankebût,17) diyerek onların Allah'tan başka ibadet ettikleri şeylerin kendilerini Allah'a yaklaştırmayacağını belirtir. Kâfirûn sûresi insanın içine düştüğü bu ikilemi, bu tür bir çıkmaza kesin bir çözüm getirerek mü'min, kâfir saflarının netleşmesini sağlamakta ve insanların bu tür mazeretlerinin olmayacağını ferman buyurmaktadır.
"(Ey Nebi!) De ki: Ey Kafirler" Allah onları gerçek durumlarıyla çağırarak, gerçek vasıflarını belirtmektedir. Onların dini yoktur. Ne kadar Allah'a ibadet etseler de bu böyledir. Böylece onlarla Hz. Muhammed (s.a.s) arasında bir bağ söz konusu değildir. "Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam" Bu ifade, kâfirlerin ibadet ettiği ve halen de ibadet etmekte oldukları bütün mabudları içine alır. Onlar melekler, cinler, nebiler, veliler, ölmüş insanların ruhları, güneş, ay, yıldızlar, hayvanlar, ağaçlar, hayali tanrılar, tanrıçalar, putlarda olabilir. İlahlara topluca ibadet etmenin içine Allah'a ibadet de girse bile, bu aslında Allah'a ibadet değildir. Kur'an-ı Kerim'de açıkça Allah'a ibadetin O'nunla birlikte bir başka şeye ibadet etmemek demek olduğu bildirilmiş ve sadece Allah'a ihlasla yönelmek emredilmiştir: "Oysa kendilerine dini yalnız Allah'a halis kılarak, Allah'ı birleyenler olarak O'na kulluk etmeleri emredilmişti" (Beyyine, 5).
Daha sonra Kur'an-ı Kerim "Benim taptığıma sizler tapmazsınız. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Benim taptığıma da sizler tapacak değilsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dinim banadır" fermanıyla İslâm'da ibadet edilecek olanın sadece Allah olduğunu; Allah'a yapılan ibadetle O'na ortak koşanların ibadetlerinin karşılaştırılması yapılmaktadır. Ve sûre "Sizin dininiz size, benim dinim banadır" diyerek onların İslâm dışı bir inanç içerisinde olduklarını Müslümanlarla-kâfirlerin yolunu netleştirmektedir. Bu son ifadede Allahu Teâla İslâm'ın tavrını ortaya koymaktadır. Bu ifade, kâfirlere hoş görünmek için değil, kâfirlikleri üzerinde devam ettikleri sürece onlardan kesb ayrılık ve çizgi farklılığını göstermektedir. Sûre aynı zamanda kâfirlerin, din konusunda Allah'ın Rasûlü ve O'na iman eden müslümanlarla hiçbir zaman uzlaşamayacaklarını belirtmeyi ve bu konuda ümitlerini kesmelerini de kapsar. Aynı tavır Kur'an'da bir çok yerde zikredilerek müslümanların kâfirlere karşı tavrı tespit edilmiştir."De ki. Ey insanlar benim dinimden kuşkuda iseniz" ben sizin Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam. Sizi (öldürecek olan Allah'a taparım. Bana mü'minlerden olmam emredilmiştir" (Yunus,104; Şuarâ,216; Sebe, 25-26; Zümer,14, 39-40; Mümtehine, 4).
Bu kesin ayrılık hem davet edenler için, hem de davet edilenler için gerekliydi. Çünkü daha önceden doğru bir inanca bağlanıp da sonradan sapıtmış topluluklarda iman düşüncesiyle cahiliye düşüncesinin birbirine karıştığı görülür. Bu tür topluluk veya insanlar hiçbir inanç sahibi olmamış topluluklardan daha azgın olurlar. Çünkü içinde bulundukları durumdan habersizdirler veya memnundurlar. İnandıklarıyla yaptıkları arasında bir tezat olduğundan iyiyle kötüyü ayırmaları mümkün olmaz. Hatta onların bu halleri müslümanları dahi kendine çekerek bazı bozuk yönlerine rağmen iyi yönlerini benimseme hatasına düşürebilir. Halbuki bu durum son derece hatalı ve yanlış bir yoldur. Yolda atılacak adım, müslümanın câhiliye sistemi ve nizamından tam olarak sıyrılıp ayrılmaktır. Yolun ortasında buluşma imkânı söz konusu değildir. Bu durum cahiliyet ehlinin tamamıyla İslâm'a girmesiyle ortadan kalkacaktır. Câhiliyet ne kadar İslâm kılığına bürünürse bürünsün ve müslüman olduğunu ne kadar iddia ederse etsin ortada bir yerde buluşma imkanı yoktur. Dâvet ve tavırda ilk yol "sizin dininiz size benim dinim bana" olmalıdır.
İşte Mekkeli müşriklerin bu sapık teklifleriyle karşı karşıya kalan Allah’ın Resûlü aslında kendi başına karar verme yetkisinde değildi, onlara bu konuda tavizler vermeye asla yetkili değildi. Onlar, “gel ey Muhammed anlaşalım, sen bizim putlarımızın aleyhinde konuşma, biz de senin İlâhının aleyhinde olmayalım. Sen bizimkileri kabullen biz de seninkini kabullenelim. Ya da işte bir yıl sen bizim İlâhlarımıza kulluk yap bir yıl da biz senin Rabbine kulluk yapalım” deyince, Allah’ın Resûlü, “bekleyin hele Rabbim ne diyecek” buyurdu. “Ben bu konuda karar verme yetkisinde değilim, siz yanlış anladınız, bu din benden değildir” buyurdu. Onlar bunu yanlış anladılar ve uzlaşma ümidine kapıldılar. Sanki Rasûlullah efendimizin şöyle dediğini zannettiler:
Durun acele etmeyin, hele bir düşünüp taşınalım. Böyle bir şey mümkün mü? Değil mi? Bir araştıralım, bir hesap edelim demek gibi anlamışlardı. Halbuki bu o demek değildi. Rasûlullah efendimizin bekleyin Rabbim ne buyuracak sözünün mânâsı şuydu: Tıpkı bir dairede çalışan bir memura dışardan gelen bir adam kanun dışı, yasaların elvermediği bir şey teklif eder ısrarla. Memur bunun olmayacağını, olamayacağını, böyle bir şeyi yapamayacağını, bunun yasa dışı bir yolsuzluk olduğunu, kanunların elvermediği bir usulsüzlük olduğunu anlatır. Kendisine böyle bir şey teklif eden adama memur bunun olamayacağını, böyle bir şey yapamayacağını defalarca ve ısrarla anlatır, anlatır, sonra hâlâ da adam anlamayınca, dur öyleyse bir de yukarı soralım, bir de amire soralım der ya. Yani memur bu ifadesiyle aslında bu işin olup olmayacağını bir de amire soralım demek istemiyor da aslında olmayacak olan bu işi daha bir belgeyle tescil ederek karşısındakine ispat etmek istemektedir. Ya da bizzat müdürün ağzından adama duyurarak, onun ifadesinin ortaya konmasıyla durumu daha bir tescil etmek istemektedir.
İşte Allah Resûlünün yaptığı da bunun aynıdır. Hele biraz bekleyin Rabbim ne buyuracak derken Allah’ın Resûlü kendisince kesinlikle mümkün olmayan bu konunun bir de Allah’ın diliyle tescilini istiyordu. Allah’tan gelecek bir sûreyle böyle bir uzlaşmanın kesinlikle mümkün olmadığını ortaya koymak ve artık bir daha bu konuda kendisinin rahatsız edilmemesini istiyordu. İşte bu hadise üzerine gelen bu sûreyle kâfirlerle ve müşriklerle kesinlikle bir uzlaşmanın olmayacağı, kıyâmete kadar bunun mümkün olmadığı ortaya konuyordu. Ve bu sûreyle uzlaşma teklifi kesinlikle reddedilince, kâfirler peygamberle anlaşma zeminini kaybedip bu konuda ümitleri kesilince artık mü’minlerin üzerine baskılarını artırdıkça artırdılar. Yaşadıkları şehir kendilerine dar gelen zulüm ve işkencelerden bunalan ve artık Mekke’de kalmaları imkânsızlaşan müslümanlar Habeşistan’a hicret edip orada rahat bir nefes almayı denediler. Her ne kadar hitap tarzından da anlaşılacağı gibi sûrenin ilk muhatabı Kureyş’liler olsa da, bu kıyâmete kadar devam edeceğinden, bu sûre sadece belli zaman dilimi içinde belli bir uzlaşmanın, belli bir uzlaşma teklifinin reddi değil, aynı zamanda kıyâmete kadar her bir dönemde her bir dönem Müslümanlarının kâfirlerle uzlaşmalarını yasaklamaktadır. Ama unutmayalım ki sadece müslümanların kâfirlerle uzlaşmalarını yasaklamakla da sınırlı değildir sûrenin muhtevası. Bunu yasaklamakla birlikte aynı zamanda İslâm’ın küfre karşı kendini ortaya koymasının ifadesidir.
Sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya geçmeden önce bir de sûreyle alâkalı Rasûlullah efendimizin hadislerinden bir kaçını belirtelim. Kur’an’ın dörtte birine muâdil kabul edilen bu sûre hakkında Rasûlullah efendimizin çok övgüleri vardır. İmam Müslim’in sahihinde Hz. Cabir efendimizden şu rivâyet vardır: “Allah’ın Resûlü Tavaf namazının iki rekatında Kâfirûn sûresi ve İhlâs sûresini okurdu.” Yine Ahmed bin Hanbel’in İbni Ömer efendimizden rivâyetine göre İbni Ömer efendimiz şöyle buyuruyor: “Peygamber efendimizi gözledim, bir ay süreyle sabah namazının farzından önceki iki rekatta sürekli Kâfirûn ve İhlas sûrelerini okuduğuna şahit oldum.” Yine Taberânî’nin rivâyetinde kendisine yatağına yatarken: “Ey Allah’ın Resûlü bana uyuyacağım zaman okuyacağım bir şey tavsiye eder misin?” diyen bir sahâbeye Allah’ın Resûlü’nün: “Geceleyin yatağına girdiğin zaman Kâfirûn sûresini oku, çünkü onu okumak şirkten beraettir” buyurduğu nakledilir.
Kendisi bizzat Tavaf namazında, İhram namazında, Tahiyye-i Mescidde ve istiare namazında, yatağa girmeden önce sürekli bu sûreyi okuyan, “ben size şirkten kurtulabileceğiniz kelimeleri öğreteyim mi? O Kâfirûn’dur. Zira bu şirkten teberîdir” buyuran Allah’ın Resûlü’nden, “Münafık, Kâfirûn sûresini okumaz ve kuşluk namazını kılmaz” diye de bir rivâyet vardır. Bu karmakarışık mukaddimeden sonra kısaca sûrenin meâlini söyleyip âyetlerini tek tek tanımaya geçelim inşallah. "De ki: 'Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptıklarıma tapıcı değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır." “De ki: “Ey kâfirler!” “Kul” kelimesi üzerinde Fahrettin Râzî kırk mesele saymıştır. Bu bir tebliğ emridir. “Ey peygamberim bunu önce kendine sonra da çevrendekilere duyur, onlara tebliğ et” demektir. Yine bu, Kur’an’ın, mesajın Allah’tan olduğunu beyanıdır. Yani o sana senin asla kabul edemeyeceğin saçma sapan tekliflerde bulunanlara de ki peygamberim: “Ey kâfirler! Bilesiniz ki bu söyleyeceklerim benden değil Allah’tandır, yani mesaj benim değil Allah’ındır de.”
Kur’an’ın önceki âyetlerinde Rasûlullah efendimize tatlı, mülayim, Rahmeten li’l âlemin olarak, suhuletle insanları Allah’ın dinine dâvet etmesi, kâfirleri ve müşrikleri ahsen bir dille İslâm’a çağırması tembih edilirken, örüyoruz ki burada çok sert bir hitap tarzı var. Kâfirlere: “Ey Kâfirler!” diye hitap ediliyor. Acaba bunu nasıl anlayacağız? Yani bu birdenbire sertleşmenin mânâsı nedir acaba? Meselenin ciddiyetine binaen böyle bir hitap tarzı seçilmiştir diyoruz.
Tabiri caizse kâfirlerle, müşriklerle onların bekledikleri bir koalisyonun asla mümkün olmayacağının, olamayacağının beyandır bu. Küfrü ve şirki İslâm’dan ayrı görmenin, İslâm’ı da onlardan farklı görmenin ve kıyâmete kadar imanla küfür arasında bir uzlaşmanın olamayacağının beyanıdır bu. Önceki âyetlerde olduğu gibi tatlı bir ifade, mülayim bir hitap tarzı belki de onların hâlâ peygamberle uzlaşma ümitlerinin canlı kalmasını ve sürekli peygamberi rahatsız etmelerini sağlayacaktı. Onun içindir ki Rabbimiz sûrenin hemen başında böyle sert bir hitap tarzını tercih buyurarak, onların bu konudaki tüm ümitlerinin kırılmasını ve bir daha peygamberini rahatsız etmemelerini istedi. Tabii ki bu adamları, “Ey Kâfirler!” ifadesi de gazaplandırıyordu. Bunun kendilerine en büyük hakaret olduğunu kabul ediyorlardı. Zaten kâfir değil miydi bunlar ki bu ifadeye gazaplanıyorlardı? Hayır, bunlar Allah’ı bilmeyen Allah’ı reddeden insanlar değillerdi. Bunlar aslında göklerin ve yerlerin yaratıcısı olarak, göklerde ve yerlerde egemen olarak, yaratıcı, öldürücü, yağmuru yağdırıcı, güç, kudret sahibi, rızık verici, doyurucu olarak Allah’ı tanıyorlardı.
Hattâ zaman zaman O’na kendilerince kulluk da yapıyorlardı. Yeminlerinde en yüce varlık olarak tanıdıkları Allah’ı şahit tutup “vallahi, billahi” diyorlardı. Dualarında “Allahümme” (ey Allah’ım) diye söze başlıyorlardı. Başları daraldığı zaman O’na sığınıyor, O’ndan yardım istiyorlardı. Meselâ büyük bir orduyla Ebrehe Kâbe’yi yıkmaya geldiği zaman Kâbe’nin örtülerine yüz sürüp: “Ey bu Kâbe’nin Rabbı! Kâbe’ni, beytini korusan korusan sen korursun! Bizim de şu tapındığımız putların da böyle ciddi bir durumda yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur” diyorlardı. İçini putlarla doldurmuş olsalar da yine de Kâbe’nin adına Beytullah, Allah’ın evi diyorlardı. Hz. İbrâhim’in Hanif dini üzere olduklarını iddia ediyorlardı. Ama bildikleri, tanıdıkları bu Allah’ı hayatlarına karıştırmak istemiyorlardı. Dikkat ederseniz burada "Kâfirun" diye cemi sığası kullanılmıştır. Acaba neden müfret değil de cemi sıgası kullanılmıştır? Bunun sebebini şöyle anlamaya çalışıyoruz: Burada belli bir şahıs değil, bir gurup, bir topluluk ifade edilmiştir. Bir de kâfirlerin isimleri zikredilmeyerek sıfatları zikredilmiştir. Tabi bu sıfat ebediyen İslâm’a gelmeyecekleri sabit sıfatı olduğundan, hem o günkü, hem de kıyâmete kadar gelecek tüm kâfirleri kastediyordu. Yani muhatapların zatını değil de sıfatlarını hedef alıyor Rabbimiz. Dolayısıyla kıyâmete kadar kâfir sıfatını taşıyan herkes sûrenin muhatabıdır. Ama kâfirken, bu sıfatın sahibiyken bir anda müslüman olarak bu sıfatı terk eden ve kendisi de namazlarında bu sûreyi okumaya başlayan kişi elbette bu hitabın muhatabı olmaktan kurtulmuştur.
Yine sûrenin hitabının delaleti taarruz için değil, teberri içindir. Yani sûrede ortaya konan mesele bir müslümanın kâfirlere taarruz etmesi, “Ey kâfirler! Siz kâfirsiniz! Siz dinsizsiniz! Siz şöylesiniz! Siz böylesiniz!” demesi, taarruzda bulunması değil, esas konu ben müslümanım demesidir. Bu ifade tarzı taarruz için değil, müslümanın teberrî etmesi ve kendi müslümanlığını, kendi imanını ortaya koymasıdır. Değilse eğer bu hitap kâfirlere taarruz anlamına gelseydi, uyurken okunması emredilmezdi. Öyle değil mi? Allah’ın Resûlü uyuyacağımızda bu sûreyi okumamızı emrediyor. Peki düşünelim uyurken kime söylüyoruz bunu? Ya da namazlarımızda okurken kime söylüyoruz? Öyleyse bu taarruz değil kendini ortaya koymadır. Mü’min bu ifadeyle kendisini ortaya koymaktadır. O halde usul olarak önce küfrü öğrenip küfrü anlatmak boştur. Önce antitezle uğraşmak boştur. Önce İslâm’ı öğrenip onu ortaya koyalım. Yani “bu ne değildir?”le uğraşmayalım? Bu nediri ortaya koyalım.
Burada "Ey Kâfirler" ifadesiyle kıyâmete kadar İslâm’ı kabul etmeyip karşı çıkanların tamamı kastediliyor. Onun içindir ki ey müşrikler, ey ateistler, ey Yahudiler, ey Hıristiyanlar denmemiş, İslâm’ı kabul etmeyenlerin tümü kast edilmiştir. Müşriki, münafığı, dinsizi, ateisti, komünisti “Küfür tek millettir” fehvasınca hepsi kastedilmiştir. Ancak buradaki hitap bunların zatlarına değil sıfatlarınadır. Değilse birine "Ey kâfir" denseydi, o da bir gün İslâm’a dönseydi, o zaman hitap açıkta kalırdı. Ama sıfat söz konusu olunca, bu sıfatı taşıyan herkes onun muhatabıdır. Yani buradaki hedefleme ferdi değil, küfrü hedeflemedir.
(A.KÜÇÜK)
“Kûl yê eyyûhe’l-kêfirûn” De ki siz ey kâfirler. De ki siz ey küfrü hayat tarzı edinenler. De ki siz ey inkârı ahlâk haline getirenler. Kafirin ismi fail olmasından yola çıkarak bir fiil, failin ismi olması için onu hayat tarzı ve ahlâk tarzı haline getirmesi lazım. Onun için farklı versiyonlarıyla çevirdim. Ne kadar çevrilebilirse onların hepsini çeviriye yansıttım ki bu manalar da burada var olduğu bilinsin.
“Kûl” Kur’an’da ilk “de ki” fiili. Ki Kur’an’da bunun dışında 4 sûre daha böyle başlar. “Kûl hûvallâhû ehâd” (İhlas/1) Felâk sûresi “Kûl e'ûzû bi-Râbbil-felâk” (Felak/1) Nas sûresi; “Kûl e'ûzû bi-Rabbin-nês” (Nas/1) ve Cin sûresi; “Kûl ûhîye”.. (Cin/1) Dolayısıyla 5 sûre Kur’an’da “Kûl” emir fiiliyle başlar. De ki; manasına gelir.
Birincisi inşadır, çünkü emirdir. Bunun anlamı da şudur ben seni inşa ediyorum ey kul, Allah seni inşa ediyor, emir veriyor, bu emri tut. İkincisi o emir kuludur niye ona gidip de böyle pazarlıklar yapıyorsunuz manasını zımnen verir. Öyle değil mi Kul; onlara diyor ki De ki; Benim adıma de. Sen kendiliğinden demiyorsun ki. Bu vahyi, bu dini sen kendiliğinden tebliğ etmiyorsun ki, gelmişler seninle pazarlık yapıyorlar. Yapacaklarsa benimle yapsınlar. Zımnen bu var. De ki de Kul de bu var. Varsa itirazınız bana gelin diyor yani.
Üçüncüsü sözün asli sahibi o değil midir? Allah’tır Onun için Kur’an’a siz onun sözü gibi bakmayın, Kur’an Allah’ın sözüdür. Allah’tan aldığını iletmektedir sadece bu. İşte kul böyle zımni vurgulara sahiptir.
El Kâfirun; Meful geldiği için “Yê eyyûhe’l kêfirîn” gelmiş. İsmi fail; küfrü hayat tarzı olursa ismi fail gelir. Fiil olarak gelebilirdi, ama fail olarak gelmiş çünkü küfrü hayat tarzı haline getirmişler.
1 Kendisinden önce inen on yedi sûrenin ardından, meydan okuma ve cevap verme vurgusunu da içinde barındıran ve "vahyi ilet" anlamına gelen ilk kul emri burada gelir. "De ki" emri ile, 1) Vahyin ilâhî bir inşa projesi olduğu,- 2) Nebi'ye vahiyden dolayı gelmesi muhtemel tepkilere karşı "o emir kuludur, varsa bir itirazınız Allah'a iletin" meydan okuması demeye geldiği; 3) "De ki" emri ile sözün gerçek sahibinin Allah olduğu vurgulanır. Kur'an'da "de" emriyle başlayan diğer dört sûre Îhlas, Felak, Nâs ve Cin sûreleridir.
2 İsm-i failin kattığı yananlamla: "İnkâr ve nankörlüğü hayat tarzı edinenler". Buradaki el-kâfirûn, farklı açılımlarla çevirilebilir. Fakat bu bağlamdaki vurgusunu kaybeder. Zira bu bağlam, inkârcı muhataplara yönelik azar ve onlardan teberri bağlamıdır. Bu yüzden biz de çeviride asli telaffuzunu aynen koruduk.
(M.İSLAMOĞLU)
[Ek bilgi; “Kâfirûn sûresini her okuduğumda Hz. İbrahim’in bir tevhid deklarasyonu var Şuârâ suresinde o aklıma gelir.
İnsanın ne durumda olduğunu bilmesi lazım, sizin ne durumda olduğunuzu da bilmeniz lazım ve sizin ona etraflı bilgi vermeniz lazım. Yani ben şimdi şöyleyim siz böylesiniz. Eskiden ben böyleydim siz öyleydiniz, öyleyse ne haliniz varsa görüne getirecek bir tebliğ biçimi var.
Bu surede bir kararlılık öğretisi de vardır, ben böyleyim kardeşim. Sen şimdi beni böyle anla, ister kabul et istersen reddet ama ben buyum. Siz durumunuzu pozisyonunuzu açık dille ortaya koyacaksınız. Böylece inançların karışmamasını temin edeceksiniz. Yani nerede ayrışıyoruz, nerede birleşiyoruz bunu net çizgilerle ortaya koymak lazım. Yani bu sure mert ve net olmayı öğretiyor.
Hz. İbrahim’in tevhid manifestosu dediğimiz Şuârâ suresinde nefis bir açılımı vardır bu ayetlerin mutlaka hatırlanması gereklidir. 69. ayetten doğrudan bilgi 104. ayete kadar geliyor. Bir bölümü çok çarpıcı diyor ki Rabbimiz; “Vetlû âleyhim nebe’e İbrahîm”. (Şuârâ/69) Sen şimdi onlara İbrahim’in haberini aktar, ya da İbrahim’in haberini gündem yap. Artık merkezinizde İbrahim’in haberi olsun.
“İz kâle liebîhi ve-kâvmihî mê tâ'budûn. (Şuârâ/70) Hani İbrahim babasına ve demişti ki, “siz neye kulluk yapıyorsunuz?” Cevap veriyor; “Kâlû nâ'bûdû âsnêmen fenezâllû lehê âkifîn”. (Şuârâ/71) Biz putlara tapıyoruz, biz putlara boyun eğmeye devam edeceğiz. Hz. İbrahim diyor ki; “Kâle hel yesme'ûnekûm iz ted'ûn”. Şuârâ/72) Siz onlara dua ettiğiniz, yalvardığınız zaman sizi duyuyorlar mı? “Ev yenfe’ûnekûm ev yedûrrûn”. (Şuârâ/73) Ya da size yarar veya zararları dokunuyor mu bunların? Cevap veriyorlar; “Kâlû bel vecednê êbê’enê kezêlike yef'âlûn”. (Şuârâ/74) Hayır, hayır, ama biz atalarımızı böyle yapar bulduk. Diyor ki Hz. İbrahim; “Kâle eferâ’eytûm mê kûntûm tâ'bûdûn”. (Şuârâ/75) hiç düşünüyor musunuz nelere tapındığınızı, hiç kafa yordunuz mu, neye tapıyorsunuz. Duymuyor, işitmiyor, yararı yok zararı yok. Atam öyle yaptı diye böyle yapılır mı?
“Entûm ve-êbê’ûkûmû’l-âkdemûn”. (Şuârâ/76) hem siz, hem geçmiş atalarınız neye tapındığınızı hiç düşündünüz mü?
Bu, “Kûl yê eyyûhe’l kêfirûn” demek yani. Durum, pozisyon ortaya koyuyor. Sonra diyor ki Hz. İbrahim; “Fe-innehûm âdûvvûn lî illê Râbbe’l-âlemîn”. (Şuârâ/77) Bu tapındığınız varlıklar benim düşmanımdır. Ancak benim dostluğum alemlerin Rabbinedir. Şimdi Allah’ı anlatıyor diyor ki; “Ellezî ğâlekânî fehûve yehdîn”. (Şuârâ/78) O beni yaratan, bana doğru yolu gösterendir. “Vellezî hûve yût'îmûnî ve yeskîn. (Şuârâ/79) Beni doyuran, benim susuzluğumu giderendir. “Ve-izê merîztû fehûve yeşfîn. (Şuârâ/80) Hastalandığım zaman bana şifayı ihsan eden O’dur. “Vellezî yûmîtûnî sûmme yûhyîn”. Şuârâ/81) beni öldürecek sonra da diriltecek olan O’dur. “Vellezî ât'me’û en yâğfirâ-lî ğâtî'etî yevmeddîn. (Şuârâ/82) Mahşer günü hatamı bağışlamasını umduğum varlık ta O’dur. “Rabbî heb-lî hûkmen ve-elhîknî bi’s-sâlihîn”. (Şuârâ/83) Rabbim bana güçlü bir muhakeme ihsan eyle. Beni salihler arasına koy. “Vec'âl-lî lisêne sîdkîn fî’l-êğîrîn”. (Şuârâ/84) Beni benden sonrakilerin düzgün anacağı bir vesile eyle. Yani beni güzel sözlerle ansınlar. “Vec'âlnî min verâseti cennetin-nâ'îm”. (Şuârâ/85) Beni nimet cennetlerine varis olanlardan eyle. Diye devam ediyor.
Hz. İbrahim Allah’ı böyle tanıtıyor. Bu surede de Cenabı Hakk peygamberden bir kulluk tanıtımı yapmasını istiyor. Karşı taraftakinin durumu ne, benim durumum ne. Onu ortaya koymasını istiyor. Böylece bir tevhid öğretisi bu sûrenin merkez konusu olarak tespit edilmiş oluyor.
(Mehmet Okuyan- Okudun mu)]