FECR SURESİ


Ayet Getir
89-FECR 19. Ayet

وَتَأْكُلُونَ التُّرَاثَ أَكْلًا لَّمًّا

Ve te’kulûnet turâse eklen lemmen.

Bayraktar Bayraklı

(17-20) Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz; yoksulu doyurmaya teşvik etmiyorsunuz; haram helâl demeden mirası yiyorsunuz; malı aşırı derecede seviyorsunuz.


Edip Yüksel

Mirası da hak gözetmeden yiyorsunuz.


Erhan Aktaş

Varis olduğunuz mirası ihtirasla yiyorsunuz1. 1- Sahip olduğunuz malda-mülkte hakkı olanları hiç gözetmiyorsunuz.


Muhammed Esed

(başkalarının) mirasını açgözlülükle yiyip bitiriyorsunuz,


Mustafa İslamoğlu

Emeksiz kazancı haram-helal demeden açgözlülükle boğazınıza geçiriyorsunuz,


Süleyman Ateş

Mirâsı hırsla yutuyorsunuz.


Süleymaniye Vakfı

Helal-haram demeden mirası yiyorsunuz,


Yaşar Nuri Öztürk

Mirası derleyip toplayıp yiyorsunuz.


Ayetin Tefsiri

 

MEAL

 

17.) Asla! Bilakis siz yetime izzet ikram göstermiyorsunuz,

18.) yoksulu doyurmaya birbirinizi teşvik etmiyorsunuz,

19.) Emeksiz kazancı17 haram-helâl demeden açgözlülükle boğazınıza geçiriyorsunuz,

20.) dahası ölçüsüz bir sevgiyle malı seviyorsunuz.

(M.İ)

 

17-20.) Yoo! Gerçek şu ki siz [nankörler /kâfirler Allah'tan hep lütuf ve ikram beklersiniz,] ama öksüzü, yetimi bir kez olsun sevindirmezsiniz. Fakir-fukarayı doyurmaya ön ayak olmaz, ihtiyaçlarıyla hiç mi hiç ilgilenmezsiniz. Mirasları hak-hukuk gözetmeden yer yutarsınız ve malı-mülkü taparcasına seversiniz.

(M.Ö)

 

17.) “Hayır; yetime karşı cömert davranmıyorsunuz.”

18.) “Yoksulu yedirmek konusunda birbirinize özenmiyorsunuz.”

19.) “Size kalan mirası hak gözetmeden yiyorsunuz.”

20.) “Malı da yığmacasına pek çok seviyorsunuz.”

(A.K)

 

17-20.) Oysa siz değil misiniz yetimleri ihmal eden, fakiri-fukarayı doyurma konusunda kılını kıpırdatmayan, gözünü mal sevdası bürümüşçesine serveti biriktirdikçe biriktiren! Peki, hal böyleyken nasıl olur da kendinizi doğru yolda görürsünüz?

(H,E;M,C)

 

TEFSİR

 

Azgınlık ve taşkınlıkları yüzünden helâk edilen kavimlerin durumu haber verilerek gereken uyarı yapıldıktan sonra insanoğlunun azmasına ve kötü sonuçlara sürüklenmesine sebep olan, kendini beğenmişlik ve bencillik duygularından gelen başka zaaflarına dikkat çekilmektedir. Hz. Peygamber Mekke müşriklerine tuttukları yolun yanlış olduğunu, bu gidişleriyle bir gün mutlaka Allah tarafından cezalandırılacaklarını hatırlattıkça onlar da tam tersine, kendi yollarının doğru olduğunu, nitekim bu sayede Allah tarafından kendilerine bol nimetler ve servetler ikram edildiğini savunuyorlardı. Şu halde 15. âyetteki “insan” kelimesiyle bilhassa belirtilen karakterdeki Mekke müşrikleri ve aynı karakteri taşıyanlar kastedilmiştir.

Yüce yaratıcı, hikmeti ve imtihan düzeni gereği, böyle birini çeşitli yeteneklerle donatıp bol nimete kavuşturduğunda o, bu nimetlerle bir sınamadan geçirildiğini, bunların bir hikmetle kendisine verildiğini düşünerek şükrünü yerine getirmesi gerekirken, bu sorumluluğu aklından bile geçirmeyip sırf lâyık olduğu için kendisine bu nimetlerin ikram edildiğini düşünüp mutlu olur; sahip olduğu nimetlerden başkalarını yararlandırarak onların da bu mutluluğa ortak olmaları yönünde bir gayret göstermez. Fakat aynı insan rızkında bir daralma olduğunda bunun da bir hikmet gereği meydana geldiğini, uhrevî bir mükâfata erişmesine veya akılsızca bir zevk ve safaya düşmekten korunmasına vesile olabileceğini yahut kendi kusurunun, çalışma ve gayretteki noksanlığının bir neticesi olabileceğini düşünerek sabretmesi ve kusurlarını gidermesi gerekirken o, kendisinin Allah tarafından göz ardı edildiği ve haksızlığa uğradığı iddiasında bulunma anlamına gelebilecek davranışlar içine girer, yakınıp sızlanmaya ve isyan etmeye başlar. Yaygın yoruma göre “Mirası hak hukuk demeden yiyorsunuz” meâlindeki 19. âyette, erkeklerin kadınların miras payına da el koymaları, kezâ yetimlere kalan mirası gasbetmeleri kınanmaktadır.

Bu âyetler bir bütün olarak değerlendirildiğinde burada söz konusu edilen imtihanı (ibtilâ) kazanmanın iki temel ölçüsünün olduğu ortaya çıkmaktadır: 1. Nimetin asıl sahibinin Allah olduğunu, O’nun nimeti bize, liyakatimiz dolayısıyla vermeye mecbur olduğu için değil, bir lütuf olarak verdiğini bilmek ve O’na minnettar olup şükretmek; nimetini kıstığı zaman da hükmüne razı olup sabretmek; 2. Allah’ın verdiği nimetleri yoksul ve himayeye muhtaç olanlarla paylaşmak, buna başkalarını da teşvik ederek bu hususta toplumsal bir duyarlılığın gelişmesine, dayanışma ve yardımlaşmanın kurumsal bir hale gelmesine katkıda bulunmak. Mekkî sûrelerin ana konularından olan bu iki davranış ölçüsü, İslâmî kaynaklarda, “Allah’ın emrine saygı, Allah’ın yarattıklarına şefkat” şeklinde formülleştirilmiştir (meselâ bk. Râzî, XXXI, 170). Gerek bu âyetlerde gerekse Kur’ân-ı Kerîm’in bütününde oluşturulmak istenen temel dinî, ahlâkî, toplumsal zihniyetin özü budur. 15-20. âyetlerde müşrik Araplar’daki Allah’a karşı küstahlık derecesine kadar varan benlik iddiası, “öteki”ne karşı tam bir sorumsuzluk ve ilgisizliğe götüren egoizm ve çılgınca bir mal tutkusu son derece veciz ve etkileyici bir üslûpla eleştirilirken müslümanlar da Alah’ın iradesine uygun bireysel ve toplumsal hayatın dinî ve ahlâkî temeli konusunda aydınlatılmıştır.

(DİYANET TEF.)

Kur'an-ı Kerim Mekke'de, rızkın daraltılması ve bollaştırılması konusunda Rabblerini böyle değerlendiren bir zümreye seslenmekteydi. Gerçi bunların benzerleri yeryüzünde daha üstün ve daha geniş bir alemle bağlarını yitirmiş her cahiliyet sisteminde bulunabilir. Çünkü onların yeryüzünde insanların değerlerini belirlemede başvurdukları ölçü buydu. Şöylesine ki onların katında dünya malı ve makam her şey demekti. Bunların ötesinde başka hiçbir ölçü yoktu. O yüzden mala karşı aşırı bir düşkünlükleri vardı. Mal tutkuları frenlenmez taşkın bir hırsa dönüşmüştü. Zaten kendilerine, açgözlülüğü, hırsı, mal düşkünlüğü ve cimriliği veren de bunlardı. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, onların bu alanda içlerinden geçenleri açığa çıkarıyor. Rızkların bollaştırılıp genişletilmesinin gerisindeki imtihana çekilmenin anlamını kavramada hataya düşmelerinin nedenlerinin İşte, bu açgözlülük ve cimrilik olduğunu belirtiyor.

Hayır. Durum imandan uzak insanların dediği gibi değildir. Rızkın geniş tutulması, yüce Allah'ın katında o kişinin Şerefli olduğunu göstergesi değildir. Aynı şekilde daraltılması da o insanın önemsiz olduğu ve ihmal edildiği anlamına asla gelmez. Asıl üzerinde durulması gereken, sizin bağışlamanın gereklerini yerine getirmemeniz, malın hakkını vermemenizdir. Çünkü siz babadan yoksun kalmakla koruyucusunu ve desteğini yitirmiş olan küçücük bir yetime iyilik etmezsiniz. İhtiyacı olduğu halde kimseden varıp istemeyen yoksulu doyurmaya birbirinizi teşvik etmezsiniz. Dikkat edilecek olursa, Kur'an-ı Kerim, yoksulun doyurulmasının teşvik ve tavsiye edilmemesini çirkin ve yadırganacak bir hareket saymaktadır. Ayrıca islam toplumunda, göreve ve toplumun yararına olan işlere koşulmasına yönlendirme konusunda dayanışmanın gerekliliğine işaret etmektedir. İslamın ayırıcı özelliği de budur zaten.

Sizler imtihanın anlamını kavramıyorsunuz. Yetime iyilik ederek, yoksulu doyurma konusunda birbirinizi teşvik ederek imtihanda başarılı olmaya çalışmıyorsunuz. Tam aksine mirası oburca ve hırsla yiyorsunuz. Malı öyle çok öyle taşkınca yiyorsunuz ki, artık gönüllerinizde yoksullara karşı iyilik etmeye ve onları doyurmaya götürecek ne bir cömertlik ve ne de iyilikseverlik duygusu kalmamıştır. Daha önce de belirttiğimiz gibi islam Mekke'de her türlü yola başvurularak mal toplamaya düşkünlük tablosunun karşısında buldu kendisini. Doğal olarak bu durum kalplere kuruluk ve katılık veren bir olgu idi. Yetimlerin güçsüzlüğü, mallarının talan edilmesini kamçılayan bir durumdu. Hele yetim kalan kız çocuğu ise o zaman çok değişik şekillerde malları talan ediyorlardı. Bu tefsirimizin birçok yerinde belirttiğimiz gibi özellikle kendilerine kalan mirasları çeşitli dümenlerle ellerinden alınıyordu. Nitekim mal tutkunluğu, faiz yolu ile ve başka araçlarla mal biriktirmek islam öncesi Mekke toplumunun göze batan ana özelliği idi. Aslında bu durum, günümüze kadar her zaman ve her yerdeki cahiliyet toplumlarının özelliği olmuştur.

Bu ayetlerde, onların içlerinden geçenlerin açıklanmasından öte, bu duyguların kınandığını görmekteyiz. "Kella" "Asla. Hayır dikkat ediniz ha!" kelimesinin ard arda tekrar edilmesinde ve ifadenin yapısında ve vurgusunda ifadesini bulan caydırma ve engel olma yer almaktadır. İfade ses tonu ile bizlere onların mala düşkünlüklerinin şiddet ve katılığını çizmektedir. "Size kalan mirası hak gözetmeden yiyorsunuz. Malı pek çok seviyorsunuz.

(S.KUTUB)

10. Yani, bu, kesinlikle izzet ve zilletin ölçüsü değildir. Siz çok yanlış düşünüyorsunuz. Ahlâki iyilik ve kötülük asıl ölçü iken, siz mal ve iktidarı izzet ve zilletin ölçüsü yaptınız.

11. Yani, babası hayatta iken yetime yapılan muamele başka idi. Babası öldükten sonra komşular ve uzak akrabalar bir yana, kendi amca, dayı ve ağabeyi bile ondan yüz çevirmiştir.

12. Yani, cemiyetinizde fakirlere yedirme alışkanlığı yoktur. Kendiniz yedirmediğiniz gibi başkalarını da buna teşvik etmiyorsunuz. Buna hiç aldırmıyorsunuz.

13. Arabistan'da kadınlar ve çocuklar zaten mirastan mahrum bırakılıyorlardı. Kafirler, mirasın sadece harb eden ve kabilesini koruyan erkeklere ait olduğunu düşünüyorlardı. Bunun dışında kalanların miraslarını ise kim güçlüyse tereddütsüz o sahipleniyordu. Hakkını savunamayanlar, zayıflar da bundan mahrum kalıyorlardı. Hak ve hukukun emniyeti yoktu. Sadece, dürüstlüğü kendilerine gerekli görenler hak sahiplerine haklarını verirlerdi.

14. Hak ya da değil, helal ya da haram düşünmüyorsunuz. Yani caiz olup olmamasına, helal veya haram'a aldırmıyorsunuz. Ne pahasına olursa olsun malı ele geçirmede tereddüt göstermiyorsunuz. Ne kadar mal sahibi olsanız da gözünüz doymuyor.

(MEVDUDİ)

Hayır hayır, bu büyük bir yanılgıdır! Vazgeçin bu anlayışlarınızdan! Değiştirin bu bozuk düzen anlayışlarınızı! Sizler üstelik yetime de ikram etmiyorsunuz. Yetimin hakkını da vermiyorsunuz. Yetimi doyurup yüzünü güldürmeye yanaşmıyorsunuz. Yetim, babası olmayandır. Âkıl-bâliğ olmadan babasını kaybedenlerdir. Ama bazılarının babası hiç yok değil mi? Kitapla, Peygamberle tanışamayan, kendilerine Kitap ve sünnet anlatılmayan, Müslümanca eğitilmeyen çocukların babası hiç yoktur değil mi? Babaları var ama yok. Çünkü eve sarhoş girip çıkan, çocuklarının varlığından bile habersiz, dükkan, tezgâh, para, pul, çek, senet, makam, koltuk sarhoşu tüm babaların çocukları da yetimdir. Eğer sizler de böyleyseniz, eğer sizler de akşama kadar satıldığınız dükkanı akşam eve taşırken koltuğunuzun altında evdekilere iki âyet, iki hadis taşımıyorsanız, eğer hanımlarınızı ve çocuklarınızı Kitap ve sünnetle tanıştırmadıysanız, bilesiniz ki sizin evinizdekiler de yetimdir. Öyle değil mi Allah aşkına? Oğlu veya kızı Kur’an’ı öğrenmek için gece lamba bile yakamayıp sokak lambasından istifade etmeye çalışıyorsa, o çocukların babası hiç yoktur. Ya da sığındığı evin sahibi izin vermedi diye sokak lambasında ilim öğrenmeye çalışan çocuklar yetimdir.

Yetim, aslında kulluk konusunda sığındığı, sığınağı olmayan, bu konuda sahibi olmayan demektir. Öyleyse pek çoğumuzun çocukları yetimdir. Niye onlara ikrama yanaşmıyoruz. Niye onları doyurmayı ihmal ediyorsunuz? Onların Kur’an ferasetine ihtiyaçları vardır. Peygamberle tanışmaya ihtiyaçları vardır. Niye onların bu ihtiyaçlarını gidermeye yanaşmıyoruz? “Eh karnını doyurduk, elbise aldık, cebine de harçlığını koyduk. Daha ne yapacağız?” Hayır hayır, bu yetimi doyurmak değildir. Yetime ikram bu değildir. Gerek kendi yetimlerimizin, gerekse babasız, sahipsiz, ilgisiz kalmış başka sürülerin yetimlerinin şu üç bölgesini doyurmak zorunda olduğumuzu hiçbir zaman unutmamalıyız:

1. Onların kalplerini Allah’a götürücü imanla doyuracağız. Çünkü kalbin gıdası imandır. Allah’a, cennete götürücü imandır.

2. Kafalarını Allah’a götürücü bilgiyle doyuracağız. Kafanın gıdası da bilgidir. Kişiyi Allah’ı tanımaya, Allah’ın istediği şekilde kulluk yapmaya götürücü vahiy bilgisi ulaştırmak zorundayız.

3. Midelerini de Allah’ın helâl rızıklarıyla doyuracağız. Rabbimiz burada buyuruyor ki: “Ey insanlar, sizler böyle yapmıyorsunuz. Yetime değer vermiyor, ikram etmiyorsunuz. Yetimlerinizin kalplerini, kafalarını ve midelerini Benim istediğim ölçülerde doyurmuyorsunuz.” Bir de en güzel yetime, yetimlerin en güzeline değer vermiyorsunuz.

Öyle bir yetim ki, kâinatın efendisidir o. Doğmadan babasını kaybetmiş, anasının kucağında. Badiyeye gitmiş, sütannesinin kucağında, şehir hayatının pisliğinden kurtulmuş. Burada iki yıl kalacakken 4 yıl kalmış, sonra ana kucağına dönmüş. Ana kucağı onun her şeyi ama orada da fazla kalamamış. Babasının mezarını ziyaretten dönüşünde onu da kaybetmiş. Sonra dedesini kaybetmiş, amcasının kucağında. Sonra onu da kaybetmiş, ama ne gam? Allah var ya! Mısır’dan Hareket eden Hz. Mûsâ’nın kimi vardı Medyen’e giderken? Belki de Rabbimiz kendisinden başka sığınacak kucağı kalmasın da kendi kucağını bilsin diye böyle yapmıştır.

İşte sizler böyle kerîm bir yetime de, yetimlerin en Kerîm’ine de değer vermiyorsunuz. Sizler yetimin söylediklerine, yetimin hadislerine değer vermiyorsunuz. Yetimin sünnetini öğrenmeye çalışmıyor, yetimin tavsiyelerini ciddiye almıyorsunuz. Yetimin sofra anlayışına, mala bakışına, gece hayatına, eğitim anlayışına, kazanma, harcama, ihtiyaç, kulluk anlayışına değer verip öğrenmeye çalışmıyorsunuz. Yetimin hayatına değer vermiyorsunuz. Peki sizler kimin dediklerine değer veriyorsunuz? Kiminkileri öğrenmeye, kimin dedikleri gibi yaşamaya çalışıyorsunuz? Bir de üstelik:

18. “Yoksulu yedirmek konusunda birbirinize özenmiyorsunuz.”

Üstelik bir de sizler miskini de doyurmaya yanaşmıyorsunuz. Miskinlerin sizin mallarınız içindeki haklarını da onlara vermiyorsunuz. Kendi haklarını, kendi yemeklerini onlardan kıskanıyorsunuz. Halbuki sizin mallarınızın içinde onların da belli hakları vardır. Onlara verilmek üzere Allah size fazladan bir şeyler vermektedir. Bu onların tertemiz hakkıdır. Siz zaten onların olan o mallarını onlara vermemeye, zaten onların olan o yemeklerini onlara yedirmemeye çalışıyorsunuz. Halbuki o sizde hakları olan fakir kardeşlerinizi sizler arayıp bulmalı ve haklarını vermeliydiniz. Siz gidip bulmadığınız halde kendiliklerinden size gelip haklarını istedikleri zaman da onlara teşekkür etmeliydiniz. Hoş geldiniz! Hay Allah sizden razı olsun! İyi ki geldiniz ve bizi bu sorumluluktan kurtardınız! Alın şu bizdeki hakkınızı da güle güle gidiniz demeliydiniz. Siz bunu yapmıyorsunuz. Onları onların yemeğiyle doyurmaya, onların hakkıyla güldürmeye yanaşmıyorsunuz.

19. “Size kalan mirası hak gözetmeden yiyorsunuz.”

Mirası da hak gözetmeden yiyorsunuz. Hak-hukuk tanımadan, haram-helâl bilmeden doyumsuzca başkalarının haklarını yemeye çalışıyorsunuz. Allah’ın size gösterdiği miras hukukunun ötesinde haksızca, zalimce miras paylaşıp haram yiyorsunuz. Bir de size intikal eden mirası da çarçur ediyor, har vurup harman savuruyor, hak gözetmeden yiyorsunuz. Hz. Adem’den bu yana size bir miras sunuluyor. Şu elinizdeki kitapta da buraya kadar size bir miras sunuldu. Rabbiniz size öncekilerin miraslarını anlattı. Dünyayı cennetleştirme cinnetine kapılanları, dünyayı kıble edinip tüm plan ve programlarını dünya adına yapanları, âhireti unutanları, Allah’la savaşa tutuşanları, Allah’ın hayat programını beğenmeyerek kendi bildiklerince burunlarının doğrusuna bir hayat yaşayanları anlattı. Bu tutumlarından dolayı bunların başlarına gelenleri anlattı.

Bir miras, bir ibret levhası olarak bunların nasıl yerin dibine batırıldıkları sunuldu size. Ama sizler size sunulan bu mirası değerlendiremiyor, ibret alamıyor ve çarçur ediyorsunuz. Mirası değerlendiremiyor, har vurup harman savuruyorsunuz. Bunlardan ibret alamıyorsunuz. İşte Âd'ın mirası, işte Semûd’un mirası ve işte onlara taş çıkartan sizlerin hayatı. Halbuki onların hepsi yanlış yolda gittiler ve tamamı mahvoldular. Sizler bundan ibret almalı değil miydiniz? Size sunulan bu mirası değerlendirip onların düştüklerine karşı tedbir almalı değil miydiniz? Ama heyhat ki bu mirası iyi değerlendiremiyorsunuz. Bu mirastan ibret çıkarıp Allah’ın istediği bir hayata yönelmiyorsunuz. Bize bir miras sunuluyor bu âyetlerde. Öyleyse bizler de aynısını yapmayalım! İbret alalım! Onlar gibi olmayalım, onlar gibi yapmayalım, onların yolundan gitmeyelim, onların düştükleri yanlışlara düşmeyelim.

Örneğin iki çocuk oynuyor olsa. Bunlara, “Bakın çocuklar şurada elektrik var, aman buraya dokunmayın, yanarsınız” desek ve her on dakikada bir bu uyarıyı tekrar etsek, bütün bu uyarılarımıza rağmen bu çocuklardan birisi unutup oraya elini değip yansa, ne demek lâzım bu çocuğa? Haydi o yandı neyse. Beriki çocuk gözleri önünde onun yandığını gördü, artık bu mirası değerlendirip, ibret alıp oraya yaklaşmamalı değil mi? Bunu gördüğü halde ikinci çocuğun da oraya el değerek yanmasına ne demeli? Bu olmaz değil mi? Olmamalı değil mi bu yanılgı? Diğer çocuğun aynı hataya düşmemesi gerekir. Neden? Çünkü ona bir miras sunuldu. Gözlerinin önünde bir ibret levhası yaşandı. İşte aynen bunun gibi bu mirasa muttali olan, bu ibret levhalarına şahit olan bizlere de Allah diyor ki siz hiç mi ibret almıyorsunuz? Bu Âd babamızdan öğrenmeli değil miyiz? Semûd babamızdan öğrenmeli değil miyiz? İbret almalı değil miyiz geçmiştekilerden? İşte anlattı Rabbimiz onları bize. İşte gözlerimizin önüne serdi bunların durumlarını. Adamlar dünyayı cennet yapmaya çalıştılar, Allah’ın hayat programını reddettiler, Allah’ın elçisiyle ilgilenmediler, Allah’ın kitabına tavır aldılar da yerin dibine batırılıverdiler. Öyleyse bizler de onlar gibi olmamalıyız, mirası değerlendirmeliyiz, mirası har vurup harman savurmamalıyız.

20. “Malı da yığmacasına pek çok seviyorsunuz.”

Bir de malı çok seviyorsunuz. Malı seviyorsunuz ama toplamacasına, yığmacasına, biriktirmecesine seviyorsunuz onu. Kullanmak, Allah için harcamak, infak etmek, dağıtmak için değil. Onu kendi ihtiyaçlarınıza, çoluk-çocuğunuzun ihtiyaçlarına, fakir fukaranın ve de hayvanların ihtiyaçlarına harcamanız gerekirken sadece onunla hava atmak, biriktirip çokluğuyla övünmek için seviyorsunuz mallarınızı. Öyle değil mi? Kazanıyor kazanıyor adam, gecesini gündüzüne katarak kazanıyor, Allah’ın kendisinden yirmi dört saat içinde beklediği öteki görevlerini görmezden gelerek kazanıyor, ilmi terk edecek, namazı bile unutacak biçimde kazanıyor, ama harcamıyor. Madem harcamayacaksın bu malı niye kazanıyorsun? İşte, “aman oğlumun işini, aman kızımın işini bitireyim.” O bitince torunlarına başlıyor adam. Bari kazandın, Allah için harca! Hayır, onu da yapamıyor. Siz bilirsiniz. İsterseniz harcamayın, isterseniz öpün, tutun, saklayın. Ama şunu asla unutmayın:(Bir sonraki ayet)

(A.KÜÇÜK)

a) الْيَت۪يم el-yetîm kelimesi, Duhâ 93/9’da ele aldığımız gibi, öncelikle ana veya babası ya da hem anası hem de babası olmayan çocuklar için kullanılan özel bir sıfattır. Kelimenin asıl anlamı bu olsa da, bunu “muhtaç olunan şeyden yoksunluk” diye anlarsak, anlamı daha geniş bir çerçeveye oturtmuş oluruz. Yetimlik, sadece ana-babadan yoksun kalmayla sınırlı görülmemelidir. İnsan, sahip olması gereken herhangi bir şeyden yoksun ise, o şeyin yetimidir. Sağlık, bilgi, ilgi, sevgi, şefkat, itibar, çevre, para, mal, destek gibi değerlerden yoksun olanların, bu değerlerin yetimi olduğu unutulmamalıdır. İlgili konuda insanların ihtiyaçlarının doğru bir şekilde giderilmeye çalışılması, diğer fertlerin görevleri arasında yer almaktadır.

b) Fecr sûresindeki hitabın fertten çıkartılıp çoğula dönüştürülmesi, yetimin bakımı görevinin tek kişiye değil de bütünüyle topluma verilmekte olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca yetime yönelik tutumun, ikram şeklinde olması da âyetten anlaşılmaktadır. Başka âyetlerde “yedirmek, doyurmak” gibi kelimeler kullanılmışken, burada “ikram etmek”ten söz edilmektedir. Anlaşılan o ki, yetime karşı yükümlülük, hakeden bir kişiye karşı minnet ve şükran dolu duygularla yaklaşmayı zorunlu kılmaktadır.

c) Kur’ân’da, yetimlere kol kanat germek, onların mallarıyla sadece en güzel şekilde, yapıcı, sahip çıkıcı, yol gösterici ve koruyucu olarak ilgilenmek, ekonomik yardımlaşmalarda öncelikle onları gözetmek pek çok âyette emredilmektedir.

d) Kur’ân, yetimleri topluma emanet etmekte, onların bakımıyla ilgilenmeyi Hz. Peygamber’in hayatıyla örneklendirmekte ve herkesin onların sahibi olması gerektiğini öğretmektedir. Kur’ân, insanlara “kimsesizlerin kimsesi” olmayı öğütlemiştir. Yetimi bakılmayan toplum ahlâken yıkım içindedir. Zekâtın verileceği sekiz grup insanın sayıldığı âyette, isim olarak “yetimler”den söz edilmemektedir. Bunun nedeni, kanaatimizce onları tıpkı kendi çocuklarımız gibi kabul etmemiz gereğini öğretmektir. İnsan kendi çocuğuna nasıl zekât veremez ve ona nasıl bakmak zorundaysa, yetimlerin durumu da bu değerde, önemde ve önceliktedir.

e) Rasûlüllah (as)’ın da konuyla ilgili çok önemli bazı hatırlatmalarını göz ardı etmemek durumundayız. Nebî (as) yetimlerle ilgili şöyle buyurmaktadır: “Kim, bir yetimin başını okşar, (bir sıkıntısı nedeniyle akan gözyaşını silerse), elinin değdiği her kıl, kıyâmette onun için bir nur olur.” Bir başka rivayette de şu ifadeler yer almaktadır: “Ben ve Allah’a karşı duyarlı olduğu sürece yetimle ilgilenen kişi yan yana iki parmak gibiyiz.” Pek çok rivayette Hz. Peygamber’in yetimlerle ilgili tutumu hakkında bilgi verilmektedir.

f) Kur’ân’da yetimlerle ilgili oldukça fazla âyetin bulunması ve Hz. Peygamber’in onlarla ilgili bu hassasiyeti, konunun nazikliğinden ve öneminden kaynaklanmaktadır. Yetimine bakmayan toplumun medeni olması mümkün değildir. Çünkü bu tip insanların hayatında “başkasının farkına varmak” şeklinde bir değer yok demektir. Emanetin en mukaddes olanlarından biri, bütünüyle topluma bırakılanlardır. Zira genellikle insanlar “nasıl olsa bakanı vardır; birileri sahip çıkar, onlarla ilgilenir; hatta ilgileniyorlardır” diyerek, yetimlerin bakımıyla direkt olarak ilgilenmeyebilirler. İşte bu zamanlarda onların hissettiği yalnızlığı tarif edebilecek ne bir kelime olabilir; ne de başı okşanmayan bir çocuğun yaşadığı felaketi tarif edebilecek bir cümle bulunabilir.

g) Mâ‘ûn 107/2’de Yüce Allah, yetimin itilip kakılmasını âhireti yalanlamanın ilk sonucu olarak vermektedir. Âhiret sorgulamasını inkâr eden kişinin de, Yüce Allah’ın verdiği nimeti az bulan kişinin de bu dünyadaki en tehlikeli uygulaması, yetimi itip kakması ve onunla ilgilenmemesidir. Ergenlik çağına erişinceye kadar yetimleri gözetmek, onları koruyup kollamak, yetimlere iyilik ve yardımda bulunmak, yetimin malına kötü şekilde yaklaşmamak ve yetimleri azarlamamak Kur’ân’da açık ifadelerle emredilmektedir. Mallarının haksız yere yenmesi ise, karınlarda ateş yemek (oralara ateş doldurmak) ve sonunda cehenneme yaslanmak olarak nitelendirilmektedir.

h) Yetim, “kendisine yapılacak yardımı ikram şeklinde hakeden toplum emanetidir.” Bakara 2/267’de ifade edildiği gibi, kendisine verildiğinde beğenip alınmayacak şeyler başkalarına, dolayısıyla yetimlere de layık görülmemelidir. Bu nedenle müminler, en çok sevdikleri şeylerden vermeyi başarmak zorundadır. İnfâk denen yardımlaşma, ancak en çok sevilen şeylerden dağıtılınca iyilik ve takva sonucunu vermektedir.

i) Yüce Allah, nankör insana, yapmakla yükümlü tutulduğu en önemli toplumsal görevlerden birini hatırlatmakta ve yetime ikram etmeyen kişinin ikramdan da, önemsenmemekten de bahsetmesinin yersiz olduğunu beyan etmektedir. Kendisi yetime bakmayan bir zihniyet, hangi ihanetten, önemsenmemekten, rezil edilmekten veya küçük düşürülmekten söz edebilir ki? Asıl ihanet, onun yaptığıdır. Yüce Allah’ın kendisine emanet olarak verdiği malı, toplumun bakımına terk edilen yetimlerin gözetilmesi uğrunda harcamayan kişi, henüz ihaneti tam kavramamış demektir veya kavradıysa da kavramamış görüntüsü vermektedir.

Emaneti sahibine ulaştırmak, esasında yapılabilecek en kolay işlerdendir; çünkü kişiye ait olmayan bir şeyi sahibine ulaştırmakta sadece bir aracılıktan söz edilebilir. Üstelik bu aracılık yapılırken yapana sevap verileceği ve yaptığı yardımı kendi malından yapmış gibi bir muameleye tâbi tutulacağı da işin başka bir avantaj yönüdür. Elbette meseleye böyle bakabilmek için, mala ait olmamak veya malın kölesi haline gelmemek gerekmektedir. Mala köle olanın, efendisi de haliyle malıdır. İslâmoğlu’nun dediği gibi, malın kölesi olanlar bilmelidirler ki, “köleler efendilerini azad edemezler.” İşte, “Rabbim beni önemsemedi, küçümsedi, rezil etti” gibi şikâyetlerde bulunan kişi veya kişilerin yapmadığı ilk şey, “yetime ikram”dır. İkincisi ise, takip eden şu âyette dile getirilmektedir:

“Yoksul” anlamına gelen الْمِسْك۪ينِۙ el-miskîn kelimesi, fakirlikten daha ileri ve daha kötü bir düşkünlüğü ifade etmektedir. “Fakirlik”, genellikle başkalarıyla ilgilenebilecek yeterlilikte olmamayı içerirken, “miskînlik” gününü geçirmeye dahi mecali olmamayı, yoksulluktan dolayı adeta yerinden kımıldayamamayı ifade etmektedir. el-Miskîn, “fakirlik kendisinde yerleşik olan ve üzerine yoksulluğun mesken tuttuğu kişi” olarak da tanımlanabilir. Durum böyle olunca, yetimin bakımıyla ilgilenmeyip ona ikramda bulunmamanın bir devamı olarak, yoksullarla ilgilenmemek ve onların bakımı için birbirini teşvik etmemek, İslâm inancının şiddetle reddettiği bir davranış bozukluğudur.

Şüphe yok ki, garibanlara yardım etmek imanın bir parçasıdır, imkânlarla sınırlı ve bağımlı değildir. Çünkü herkesin, kendisinden daha zor durumda olan birini bulması ve ona çeşitli yardımlarda bulunması daima mümkündür. Esasında infak imanla alâkalıdır, imkânla sınırlı değildir.

Kur’ân’ın pek çok âyetinde, değişik şekillerde ve birçok yönüyle “infak” meselesi ve önemi üzerinde durulmaktadır. Amaç, fakirin gönlüne giden yolun infaktan geçtiğini kelimenin anlamına yerleştirerek duyarlılık sağlamaktır. Bu toplumsal görev bilincine yabancı ve ilgisiz kalmamak, Müslümanlığın ve insanlığın bir gereğidir. Kur’ân, insanlığa insan onuruna yakışacak ilkeler sunmaktadır. Bunları hayatının merkezine alan Hz. Muhammed örnekliğiyle de, söz konusu değerlerin doğru ve yaşanabilir olduğu herkese gösterilmektedir.

Eğer “Kur’ân’ın toplumsal anlamda en önemli önceliği nedir?” diye sorulsa, ilk cevap “yetimlerin, fakirlerin ve yoksulların gözetilmesidir” diyebiliriz. İşte Kur’ân, daha ilk sûrelerinden itibaren konuyu bütünüyle kendine mesele edinmekte, inanırlarına bu görevden kaçınmamaları gerektiğini öğretmekte, durumu müsait olmasına rağmen aksi davranış yapanları Allah’a karşı samimiyetsizliğin, haddini bilmezliğin, kısmen imansızlığın ve âhireti yalanlamanın bir parçası saymaktadır.

وَتَاْكُلُونَ التُّرَاثَ اَكْلًا لَمًّاۙ “(Haram helâl demeden) mirası yiyorsunuz.” Âyetteki التُّرَاثَ et-türâs kelimesi, “miras”; اَكْلًا ekl sözcüğü “yemek”, لَمًّا lemm kelimesi ise “iyisine kötüsüne bakmayıp toplamak, bir yere inip konmak” anlamına gelmektedir.

Ferdî ve toplumsal açıdan yapılması gereken çok önemli iki görevi yapmayanlar, yapmamaları gereken davranışları ise abartılı bir şekilde yapmaktan çekinmemektedirler.

Elmalılı’nın da belirttiği gibi لَمًّا lemm kelimesi اَكْلًا ekl kelimesinin sıfatı olunca âyetin anlamı şöyle olur: “Onlar haramına helâline bakmadan, hazıra konarak ve nereden geldiğini düşünmeksizin acımadan mirası yerler.” Burada bir hak ve hukuk ihlalinin olması elbette kaçınılmazdır.

a) Kendi kazandığı malı olmadığı için başkasından kalan mirası hesapsızca yiyen bu tipler, kendi durumlarıyla benzeşen diğer insanlarla ilgilenmemektedirler. Yetimler ve yoksullar da başkasının kendilerini gözetmesini beklemektedir. İşte, kendi kazanmadığı bir mirası sınırsız bir vurdumduymazlıkla yiyenler, bir mala sahip olabilmenin ne demek olduğunu en iyi anlayanlar olmalıdırlar. Onları dolaylı da olsa nasıl başkası bakıyorsa, yani başkasının bıraktığı mirasla nasıl besleniyorlarsa, onlar da yetim ve yoksulları işte öyle gözetmek zorundaydılar. Ancak nankör insan tipi bunu yapmamakta ısrarcı davranmaya devam etmektedir.

b) Âyette, hesapsızca yendiği ifade edilen miras, kişiye kendi ailesinden kalan mirasla sınırlı olmayabilir; âyette belki de başkalarına ait mirasın yenmesine de gönderme yapılıyor olabilir. “Helal-haram demeden yemek”, kişinin hakkı olan mirasla ilgili olamaz. Öyle anlaşılıyor ki, âyetteki asıl maksat, bu tür nankör kişinin miras yoluyla sahip olduğu maldaki fakirlerin hakkını vermemesi, böylece başkalarına ait olanı da yemesidir.

Müminlerin mallarında fakirlerin hakkı olduğu Kur’ân ifadesidir. Bu durumda fakire, yetime ve yoksula hakkını vermemek, aslında onlara ulaştırılması gereken bir ekonomik miktarı gasp etmek demektir. Bu itibarla, hem kendi yakınlarından kalan mirası hesapsızca yemek, hem de başkasının hakkına riayet etmemek şeklindeki duyarsızlıklar bu âyette kınanmaktadır diyebiliriz.

Sadece bu kadar değil, yapılan yanlışın asıl nedeni ise bir sonraki âyette şöyle verilmektedir:

وَتُحِبُّونَ الْمَالَ حُبًّا جَمًّاۜ “Malı aşırı biçimde seviyorsunuz.” Âyetteki تُحِبُّونَ tuhıbbûne fiili “sevmek”, الْمَالَ el-mâl kelimesi “mal, servet”, حُبًّا hubb sözcüğü “sevgi”, جَمًّا cemm kelimesi ise “çok, sınırsız, ölçüsüz” demektir.

İnsana bunca hatayı yaptıran en önemli sebeplerden bir diğeri ise “aşırı mal sevgisi”dir.

a) Malı çok seven kişi, başkasının bıraktığı mirası yerken, kendi malını da başkasının yiyeceğini hesap etmemektedir. Bu hesabı yapabilen kişinin ölçüsüz bir mal sevgisine sahip olmaması gerekir; ancak hiç de öyle olmuyor. Bu tür insanlar, bir taraftan mirası hesapsızca tüketirken, diğer taraftan aşırı mal sevgisiyle yetime ve yoksula ikramda bulunmuyorlar.

b) A‘lâ 87/16’da genişçe açıkladığımız üzere, insanlar mal sahibi olabilirler; o malı arzu edilen şekilde Allah rızasına uygun olarak harcarlar; kendi geçimlerini ve ailesinin bakımını gerçekleştirirler. Helalinden rızık temini Kur’ân’ın emri olduğu için, bu doğrultuda çalışmak hiç de yanlış değildir. Özellikle nâmerde muhtaç olmamak için çalışmak son derece önemli bir duyarlılıktır. Kişi mal sahibi olacak ki onu infak edebilsin. İnsan, sahibi olmadığı şeyi nasıl başkasına verebilir ki! Burada üzerinde durulan konu, mala gereğinden fazla sevgi beslenmesi ve bu sevginin, kişiyi mala sahip olmaktan çıkartıp mala ait olmaya dönüştürmesidir. Kötü olan da kınanan da budur.

وَتُحِبُّونَ الْمَالَ حُبًّا جَمًّاۜ “Malı aşırı biçimde seviyorsunuz.” Âyetteki تُحِبُّونَ tuhıbbûne fiili “sevmek”, الْمَالَ el-mâl kelimesi “mal, servet”, حُبًّا hubb sözcüğü “sevgi”, جَمًّا cemm kelimesi ise “çok, sınırsız, ölçüsüz” demektir.

İnsana bunca hatayı yaptıran en önemli sebeplerden bir diğeri ise “aşırı mal sevgisi”dir.

a) Malı çok seven kişi, başkasının bıraktığı mirası yerken, kendi malını da başkasının yiyeceğini hesap etmemektedir. Bu hesabı yapabilen kişinin ölçüsüz bir mal sevgisine sahip olmaması gerekir; ancak hiç de öyle olmuyor. Bu tür insanlar, bir taraftan mirası hesapsızca tüketirken, diğer taraftan aşırı mal sevgisiyle yetime ve yoksula ikramda bulunmuyorlar.

b) A‘lâ 87/16’da genişçe açıkladığımız üzere, insanlar mal sahibi olabilirler; o malı arzu edilen şekilde Allah rızasına uygun olarak harcarlar; kendi geçimlerini ve ailesinin bakımını gerçekleştirirler. Helalinden rızık temini Kur’ân’ın emri olduğu için, bu doğrultuda çalışmak hiç de yanlış değildir. Özellikle nâmerde muhtaç olmamak için çalışmak son derece önemli bir duyarlılıktır. Kişi mal sahibi olacak ki onu infak edebilsin. İnsan, sahibi olmadığı şeyi nasıl başkasına verebilir ki! Burada üzerinde durulan konu, mala gereğinden fazla sevgi beslenmesi ve bu sevginin, kişiyi mala sahip olmaktan çıkartıp mala ait olmaya dönüştürmesidir. Kötü olan da kınanan da budur.

وَتُحِبُّونَ الْمَالَ حُبًّا جَمًّاۜ “Malı aşırı biçimde seviyorsunuz.” Âyetteki تُحِبُّونَ tuhıbbûne fiili “sevmek”, الْمَالَ el-mâl kelimesi “mal, servet”, حُبًّا hubb sözcüğü “sevgi”, جَمًّا cemm kelimesi ise “çok, sınırsız, ölçüsüz” demektir.

İnsana bunca hatayı yaptıran en önemli sebeplerden bir diğeri ise “aşırı mal sevgisi”dir.

a) Malı çok seven kişi, başkasının bıraktığı mirası yerken, kendi malını da başkasının yiyeceğini hesap etmemektedir. Bu hesabı yapabilen kişinin ölçüsüz bir mal sevgisine sahip olmaması gerekir; ancak hiç de öyle olmuyor. Bu tür insanlar, bir taraftan mirası hesapsızca tüketirken, diğer taraftan aşırı mal sevgisiyle yetime ve yoksula ikramda bulunmuyorlar.

b) A‘lâ 87/16’da genişçe açıkladığımız üzere, insanlar mal sahibi olabilirler; o malı arzu edilen şekilde Allah rızasına uygun olarak harcarlar; kendi geçimlerini ve ailesinin bakımını gerçekleştirirler. Helalinden rızık temini Kur’ân’ın emri olduğu için, bu doğrultuda çalışmak hiç de yanlış değildir. Özellikle nâmerde muhtaç olmamak için çalışmak son derece önemli bir duyarlılıktır. Kişi mal sahibi olacak ki onu infak edebilsin. İnsan, sahibi olmadığı şeyi nasıl başkasına verebilir ki! Burada üzerinde durulan konu, mala gereğinden fazla sevgi beslenmesi ve bu sevginin, kişiyi mala sahip olmaktan çıkartıp mala ait olmaya dönüştürmesidir. Kötü olan da kınanan da budur.

Daha önce de vurguladığımız gibi, kişi, ihtiyacı kadar bir şeye değer vermelidir; elbette mala da. Dünyaya ve âhirete, oralarda ne kadar kalacaksa o kadar değer vermelidir. Cennete ne kadar muhtaç ise, o kadar çalışmalıdır. Ateşe ne kadar dayanabilecekse, o kadar günah işlemeyi göze almalıdır. Benzer şekilde kişi, bir mala ne kadar muhtaç ise, o kadarıyla yetinmelidir. Ödev ve sorumluluklarını yerine getiremeyeceği bir malı istememeli, sahip olduğunun da hakkını vermelidir.

İnsanlık, şimdilerde Hz. Peygamber’in şu evrensel uyarısına ne kadar da muhtaçtır:

“Sevdiğini ölçülü sev ki, onu bir gün sevmemen gerekebilir; sevmediğini de ölçülü bir şekilde sevme ki, bir gün onu sevmen gerekebilir.”

İşte Hz. Peygamber, sevginin nasıl olması gerektiğini bizlere bu şekilde öğretmektedir. Bu hadis-i şerifi incelediğimiz konuyla buluşturursak, sözü uzatmaya hiç de gerek kalmayacağı açıktır. Malı ölçülü sevmeliyiz; çünkü sorumluluğu yerine getirilmeyen mal, kişinin başına dert olmaktadır. Bu arada dünyayı ihmal etmenin de bir anlamı yoktur. Çünkü geçici de olsa dünya hayatı olmadan ebedî âhiret hayatı kazanılamamaktadır. Dünyayı, âhiretin kazanılma yeri olduğu için sevmeli, ona da değer vermeliyiz. Ancak ölçüyü kaçırmamalı, sevgiyi tutkuya dönüştürmemeli ve dengeyi elden bırakmamalıyız.

Din, insana ölçülü olmayı; hak edene hak ettiği kadar değer verip, gerekiyorsa uğrunda fedakârlık yapmayı da öğütleyen ve öğreten bir kurumdur. Mal sevgisi, işte bu anlamda çok hassasiyet gerektiren bir sevgidir. Sevgisi tutkuya dönüştürülmeden kontrol altında tutulan mal, Allah yolunda derece kazanmanın vesilesi olabilir. Bu amaca hizmet etmeyen mal ise sahibine yüktür. Yükün altında ezilmemek, onu doğru şekilde ve doğru yerlerde kullanmakla mümkündür.

 

(M.OKUYAN)

“Kellê bel-lê tûkrimûnel-yetîm Yo..’ Ey Mekke’liler, ey onlar gibi düşünenler, Allah demek ki beni seviyor ki bana çok servet verdi diye düşünenler. Yanlış yapıyorsunuz, yamuk düşünüyorsunuz. Alakası yok “lê tûkrimûnel-yetîm” düşünün bir, siz yetime ikram etmiyorsunuz.

“Ve-lê tehâddûne 'âlê tâ'âmil-miskîn” yoksulu doyurmaya teşvik etmiyor veya yoksulu doyurma konusunda bir gayret göstermiyorsunuz. Çabanızı sonuna kadar harcamıyorsunuz.

Evet, aslında ameli salih tarif ediliyor burada. Ameli salih; ıslah edici ameldir. Mutlaka ve mutlaka bozuk bir şeyi düzeltmek için yapılan ameldir. Aktif iyi ameli salih sahibidir. Yoksa pasif iyi olur. Pasif iyi aktif kötünün teşvikçisidir. Onun için pasif iyi, iyi değildir eğer kalkmıyorsa. Pasif iyiyi ayağa kaldırmak gerektir. Onun için rabbimiz.

Ve-te'kûlûnet-tûrâse eklen lemmê” ve siz mirası yedikçe yiyorsunuz. Böyle, yani silip süpürüyorsunuz manasına gelir aslında “eklen lemmê. Lemmê; silip süpürmek.

Burada miras maddi de olur manevi de. Manevi mirası da yiyorsunuz manasına gelir maddi mirasta. Çünkü cahiliye de maddi miras yemek çok yaygındı. Kardeşi ölür kişinin, kardeşinden kalan çocuklara kardeşinin mirasını yedirmez, ona konardı. Ailenin reisleri, büyükleri ve Allah’tan korkmadan miras yerlerdi. Şu anda da hala modern cahiliye de bile bazı yerlerde hala bu tür şeyler oluyor. Hem maddi hem manevi. Yani alın terinizi yemiyorsunuz. Hak ettiğinizi yemiyorsunuz, başkalarının hakkına konuyorsunuz.

17 Lafzen: "mirası". Bu ilâhi yergi rantçılığın her türünü içerir.

“Ve-tûhîbbûnel-mêle hûbben cemmê” ve malı biriktirmeyi çok seviyorsunuz. Üst üste yığmayı çok seviyorsunuz.

Aslında burada dünyevileşme hastalığına dikkat çekiliyor. “Hûbbûd-dünyê râ'sû kûlli ğâtîeh” dünya sevgisi tüm hataların başıdır diyordu ya Allah resulü. Size günahlardan bir adam yapın desem ve bu adamın kellesine neyi yerleştirirsiniz diye sorsam; Kimimiz şirki, kimimiz küfrü, kimimiz nifakı, kimimiz zinayı, kimimiz hırsızlığı, kimimiz cinayeti diyecektir. Ama Allah resulü günahtan yapılmış adamın kellesine neyi yerleştiriyor biliyor musunuz? Dünya sevgisi. Dünya sevgisi tüm hataların temeliymiş demek ki. İşte dünyevileşme dediğim de bu. Müslüman İsrailoğullarını Yahudileştirenler de buydu işte ve bu ümmeti bekleyen en büyük tehlike de budur Allah resulünün verdiği habere göre.

(M.İSLAMOĞLU)