DUHÂ SURESİ


Ayet Getir
93-DUHÂ 8. Ayet

وَوَجَدَكَ عَائِلًا فَأَغْنَى

Ve vecedeke âilen fe agnâ.

Bayraktar Bayraklı

Seni fakir bulup, zengin etmedi mi?


Edip Yüksel

Seni fakir bulup zengin etmedik mi?


Erhan Aktaş

Seni muhtaç durumda bulup ğına1 etmedi mi? 1- Çevirilerde ayete, “Seni yoksul bulup, zenginleştirmedi mi?” şeklinde anlam verilmektedir. Oysaki burada söz konusu olan servet zenginliği değil; “ğına” sözcüğü ile kast edilen, ona verilen görevin, bir insan için en büyük zenginlik, en büyük nimet olduğudur.


Muhammed Esed

İhtiyaç içinde bulup seni tatmin etmedi mi?


Mustafa İslamoğlu

Seni muhtaç bir halde bulup, muhannete muhtaç olmaktan ve mala tamahtan müstağni kılmıştı.


Süleyman Ateş

Seni fakir bulup zengin etmedi mi?


Süleymaniye Vakfı

Seni muhtaç görüp varlıklı kıldı.


Yaşar Nuri Öztürk

Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi?


Ayetin Tefsiri

 

MEAL

6.) O seni bir yetim olarak bulup sığınak olmadı mı?5

7.) Yine O seni yolunu kaybetmiş bulup doğru yola yöneltmişti.6

8.) Seni muhtaç bir halde bulup,7 muhannete muhtaç olmaktan ve mala tamahtan müstağni kılmıştı.8

(M.İ)

6.) [Nitekim rabbin sana daha önce de nimetler vermişti]. O, senin yetim olduğunu görüp de sana sahip çıkmadı mı?!

7.) Senin arayış ve bocalayış içinde olduğunu görüp de sana vahiyle doğru yolu göstermedi mi?!

8.) Yine sen muhtaç iken ihtiyaçlarını gidermedi mi?!

(M.Ö)

6-8.) “Seni öksüz bulup da barındırmadı mı? Seni şaşırmış bulup, doğru yola eriştirmedi mi? Seni fakir bulup zenginleştirmedi mi?”

(A.K)

6-8.) Kaldı ki rabbinin sana olan inâyet ve desteği, çocukluğundan beri çoktur. Nitekim sen yetim bir çocuk olarak büyüdüğün halde rabbin sana inâyet ederek seni himaye edip yetiştirecek büyüklerinin olmasını sağlamıştır. Müşrik bir toplumda yaşamana ve insanları şirkten nasıl uzaklaştıracağını ve bu konuda ne yapacağını bilememene rağmen, senin şirke bulaşmamanı sağlamış, kimseye muhtaç olmadan yaşamana yetecek bir varlık içinde olmanı nasip etmiştir.

(H,E;M,C)

 

TEFSİR

Hz. Peygamber, annesi ona hamile iken babasını, altı yaşında iken de annesini kaybetmiş; önce dedesi Abdülmuttalib’in, onun ölümünden sonra da amcası Ebû Tâlib’in himayesinde yetişmiştir. Ebû Tâlib, yeğeninin peygamberliğini kabul ettiğini açıkça ilân etmemekle birlikte düşmanlarına karşı onu korumuştur. Fakat Ebû Tâlib ve Hz. Peygamber’in eşi Hatice vefat edince müşrikler ona karşı saldırılarını arttırmışlardı. Bu sûrede Allah, o güne kadar peygamberine verdiklerini hatırlatarak teselli etmiş, geleceğinin daha iyi olacağını da müjdelemiştir. “Seni yol bilmez halde bulup yol göstermedi mi?” diye çevirdiğimiz 7. âyeti bazı müfessirler, “Resûlullah küçük iken Mekke vadilerinden birinde yolunu şaşırıp kaybolmuştu. Allah onun dedesine gelmesini sağladı” şeklinde yorumlarken, bazıları da “Resûlullah amcası Ebû Tâlib’le birlikte Suriye’ye giderken yolda kaybolmuştu, Allah’ın yardımıyla amcasını buldu” demişlerdir (Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît, VIII, 486, Beyrut 1983).

Buna benzer başka yorumlar da olmakla birlikte bunlar âyetin amacına açıklık getirici nitelikte görünmemektedir. Bizim de katıldığımız müfessirlerin çoğunluğunun yorumuna göre ise bu âyette Hz. Muhammed’in peygamberlikten sonraki dönemiyle önceki dönemi arasında bir karşılaştırma yapılmaktadır. Nitekim o peygamber olmadan önce de başta putperestlik olmak üzere kendi toplumunda hâkim olan inanç ve yaşayışın yanlışlığını, insanın varlık amacına yakışmadığını görüyor, bu gidişi asla beğenmiyordu; ama onların bundan nasıl kurtulacaklarını da bilmiyordu. Âyetteki deyimiyle bu konuda “yol bilmez bir halde” idi. İşte yüce Allah Kur’an’ı göndererek onu bu durumdan kurtarıp yolunu aydınlattı; ona hem varacağı hedefi hem de o hedefe nasıl varacağını öğretti (Râzî, XXXI, 215-216; Elmalılı, VIII, 5900-5901). Hz. Peygamber Kureyş’in soylu bir ailesine mensup olmakla birlikte yetim ve himayeye muhtaç olarak büyümüştü; çocukluğu ve gençliğinin ilk yılları yoksulluk içerisinde geçmiş, daha sonra gerek kendisinin ticarî faaliyetleri gerekse zengin bir tüccar olan Hz. Hatice ile evlenmesi ve eşinin tüm servetini onun yönetimine bırakması neticesinde fakirlikten kurtulmuştur. Ancak buradaki zenginleştirmeyi, Allah Teâlâ’nın resulüne gönderdiği vahiy ile onun ruh ve kalp dünyasını zenginleştirmesi, onu hem kendisini hem insanlığı aydınlatabilecek zenginlikte hakikatlere mazhar kılması şeklinde anlamak da mümkündür. Bazı müfessirlere göre 8. âyette, onun hayatındaki bu gelişme hatırlatılarak kendisine bu imkânları sağlayan Allah’ın ona darılmasının, kendisini terketmesinin söz konusu olamayacağı bildirilmiştir (bk. Abduh, s. 112; Elmalılı, VIII, 5902).

(DİYANET TEF.)

Kendi durumuna, geçmiş hayatına bak. Rabbin bu görevi sana yüklemeden önce bile hiç seni bıraktı mı, sana hiç küstü mü? Yetimliğini O'nun koruması kuşatmadı mı? Şaşkınlığına O'nun doğru yolu göstermesi yetişmedi mi? Senin fakirliğini O'nun ihsanı bürümedi mi?

Sen yetim olarak doğmuştun seni kendi bağrına bastı. Senin dininden olmadığı halde amcan Ebu Talib'e varıncaya kadar birçoklarının şefkatini sağladı.

Doğrusu sen fakirdin, yüce Allah seni kanaatkârlık vererek zenginleştirdi. Nitekim seni kendi kazancın ve hanımın Hz. Hatice'nin malı ile de zengin yaptı, fakirliği hissetmedin, ya da çevrendeki zenginliklere göz dikmedin.

Sonra sen çelişik düşünceleri saçma inançları bulunan, durumları bozuk ve davranışları sapık bir cahiliyet ortamında yetiştin ve senin ruhun o ortamda huzur bulmadı, o hayata meyletmedi. Ama kendin için açık ve emin bir yol da bulamadın. Ne cahiliyette, ne de Hz. Musa'nın ve Hz. İsa'nın dinlerinden dönen dinlerini değiştiren, sapıtan ve yolunu kaybeden taraftarlarının yanında... Sonra yüce Allah, sana vahiy ettiği din ile, sana ulaştırdığı sistem ile seni doğru yola iletti.

Bir kimseyi inanç sistemlerinin karmaşasından, ve sapık yollardan kurtararak ona doğru yolu göstermek en büyük ihsandır. Hiçbir ihsan ona denk olamaz. Yine bir insana doğru yolu göstermek rahatlıktır, hiçbir endişenin benzemediği endişeden huzura kavuşmaktır, hiçbir yorgunluğun denk olmadığı yorgunluktan kurtulmaktır. Belki de bu yorgunluklar ve endişeler vahyin kesilmesi, müşriklerin buna sevinmeleri ve sevgilinin sevgilisinden ayrı kalması gibi Resulallah'ın çekmiş olduğu çilelerden ileri gelmekteydi. Sonra bu ayet gelerek, ona Rabbinin kendisini sapıklığı içinde vahiysiz bırakmayacağını önceden de şaşkınlık içinde ve sapık bırakmadığını hatırlatıyor ve ruhunu tatmin ediyor.

Rabbinin onu yetim iken bağrına bastığını, şaşkın iken doğru yolu gösterdiğini fakirlikten kurtarıp zengin ettiğini hatırlatması dolayısı ile kendisine ve kendisinin gerisinden Müslümanlara her yetimi barındırmayı, her isteyenin ihtiyacını gidermeyi ve yüce Allah'ın üzerindeki nimetlerini belirtmeyi emrediyor. Bu nimetlerin başında ise bu dinin kendisine gösterilmesi gelmektedir.

(S.KUTUB)

6. Yani, seni terketmek ve sana darılmak söz konusu değildir. Biz sana, yetim doğduğun günden beri lütufta bulunmaktayız. Rasulullah ana karnında altı aylık iken babası ölmüştü. Dünyaya yetim olarak gelmişti. Fakat Allah O'nu bir gün bile çaresiz bırakmamıştır. Altı yaşına kadar O'nu annesi büyütmüş, annesinin şefkatinden mahrum olduktan sonra, sekiz yaşına kadar dedesi Abdulmuttalib O'na bakmış ve istisnai bir sevgi beslemişti. Aynı zamanda Rasulullah ile gururlanır ve çevresine şöyle derdi. "Bu torunum birgün büyük bir adam olacaktır." Dedesinin ölümünden sonra, amcası Ebu Talib Rasulullah'ı kendi himayesine aldı. Ebu Talib de, gerçek bir babanın sevgisinden daha fazla bir sevgiyle yeğenini seviyordu. Hatta Nübüvvet'ten sonra bütün kavmi O'na düşman olmuştu. O zaman bile, on sene kadar göğsünü Rasulullah için siper etmişti.

7. Buradaki "dallin" kelimesi "dalalet" anlamındadır. Arapça'da bu kelime birkaç anlama gelir. Bir manası "sapıklıktır." İkinci manası, "yol bilmeyen kimse" ve yol ayrımında şaşkınlık içinde hangi tarafa döneceğini bilmeyen kimsedir. Diğer bir manası da "kaybolmuş kimse"dir. Mesela Arapça'da "suda kaybolmuş" denir. Çoğunlukla, çevresinde ağaç bulunmayan tek ağaca da "dalle" denmektedir. Bir şeyin kaybolması anlamında da "dalle" kullanılmaktadır. Mesela, müsait olmayan şartları dolayısıyla bir şeyin kaybolmasıdır. Gaflet içinde bulunmayı anlatmak için de "dalel" kelimesi kullanılır. Kur'an'da bu şekilde kullanıldığı vakidir: "Dedi ki, onların bilgisi Rabbimin yanında bir kitaptadır. Rabb'im şaşmaz ve unutmaz" (Taha 52). Duha suresindeki ayette bu çeşitli anlamlardan birincisi geçerli değildir. Çünkü Rasulullah çocukluktan nübüvvete kadar hayatında hiçbir zaman putperestlik yapmamış, şirke inanmamıştır. Bu nedenle ayetteki "dall"e, akide ve amel bakımından sapıklık içinde bulunduğu anlamı verilemez. Fakat diğer anlamlar olabilir. Birincisi dışındaki bütün manalar burada geçerli olabilir. Rasulullah nübüvvetten önce de Allah'a inanıyor ve onun birliğini biliyordu. Rasulullah'ın hayatı masiyetlerden temizdi ve o, yüksek bir ahlâka sahipti. Ancak o, hak dinin usul ve amelleri hakkında bilgi sahibi değildi. Bununla ilgili olarak Kur'an'da şöyle buyurulmuştur. "İşte sana da böyle emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi onunla hidayete iletiyoruz. Ve şüphesiz ki sen doğru yola götürüyorsun" (Şuara 52) Duha suresindeki ayet şu manadadır: Rasulullah cahili bir toplumda kaybolmuştu. Bu toplumda nübüvvetten önce, hidayet önderi ve rehber olarak varlığı açık değildi. Şu manada da olabilir: Rasulullah, cahiliyet çölünde yapayalnız bir ağaç gibiydi. Bu ağaç meyva verebilir. Hatta bir bağ meydana getirebilme özelliğine sahiptir. Ama nübüvvetten önce bu özellikler, fonksiyonunu icra edemiyorlardı. Şu manada da olabilir: Allah'ın Rasulullah'a verdiği kuvvetler cahiliye şartları altında ziyan olmaktaydı. "Dalalet!", "gaflet" manasında da olabilir. Yani Rasulullah, o hakikatlerden ve bilgilerden gafildi. Allah (c.c.) bunları ona nübüvvetten sonra bildirmişti. Bu gerçek hakkında Allah (c.c.) Kur'an'da şöyle buyurmuştur: "Sen o (Kur'an)'dan önce gafildin" (Yusuf 3). (Ayrıca Bkz. Bakara 228, Şuara 20).

8. Babası miras olarak Rasulullah'a bir dişi deve ve bir cariye bırakmıştı. Böylece Rasulullah'ın hayatı fakirlik içinde başlamış oldu. Fakat bir zaman sonra Kureyş'in en zengin kadını Hz. Hatice önce onu kendi ticaretine ortak etti. Daha sonra onunla evlendi. Sonra da bütün ticareti Rasulullah kontrol etmeye başladı. Böylece Rasulullah zenginleşti, ama bu zenginlik sadece hanımının malına dayanmıyordu. Ticaretinin genişlemesi ve ilerlemesi Rasulullah'ın yeteneği ve sarf ettiği emek ile gerçekleşti.

(MEVDUDİ)

Rabbimiz çocukluğundan itibaren sevgili Peygamberine ve onun şahsında hepimize verdiği nimetlerini, lütuflarını anlatıyor. Bir insanın hayatının tümünü ihata eden bir âyettir bu. Çünkü bir insanın hayatta üç şeyi vardır:

1. Vücudu, bedeni, eli, ayağı, gözü, kulağı ve tüm âzâları.

2. İnsanın aklı, fikri, düşüncesi, anlayışı, izanı, imanı, yolu, yordamı.

3. Sahip olduğu malı, mülkü, evi, arabası, dükkanı, tezgahı, ailesi, çoluğu, çocuğu.

Rabbimiz, “İşte bütün bunları sana Biz vermedik mi,” buyurarak insanın sahip olduğu her şeyin sahibi olduğunu, her şeyin kendisi tarafından lütfedildiğini anlatmaktadır. Evet şu anda sahip olduklarımızın tamamı Allah’tandır. Sen yetimdin de Biz seni büyütmedik mi? Küçüklüğünde bir yetimken, seni büyütüp gözettiğimiz halde, seni koruyup kolladığımız, tüm insanlığa örnek bir elçi olarak yetiştirip eğittiğimiz halde nasıl olur da şimdi terk ederiz seni? O zaman seni terk etmeyen Rabbin, şimdi niye sana darılıp küssün? Bir düşünsene ey Peygamberim, sen küçükken yetim değil miydin? Doğmadan babanı kaybetmiş, doğduktan kısa bir süre sonra anneni kaybetmiş değil miydin? Kim sahiplendi seni? Kim korudu seni? Allah seni barındıracak şefkatli kucaklar vermedi mi sana? Hattâ senin risâletini reddeden, sana ve getirdiğin dâvâna inanmayan amcanı bile sana sahiplendirmedik mi? Mekkeli müşrikler seni reddedince sana sahiplenecek Medineli bir ensar kucağı vermedik mi sana?

Allah’ın Resûlü yetimdi. Yetimlerin en Kerîm’iydi. Daha doğmadan babasını kaybetmiş, doğduktan kısa bir süre sonra annesini kaybetmiş ve dedesinin kucağındaydı. Dedesini de kaybedince amcasının kucağında. Onu da kaybedince ne gam, Allah var ya! Belki de Rabbimiz sığınılacak kendi kucağından başka kucak bilmesin diye daha küçük yaşta kendi kucağını bildirmek için böyle yapıyordu. Onu yaratan, koruyan, onun vücudunu, elini, ayağını, gözünü, kulağını, çevresini, fırsatlarını, imkânlarını veren Allah’tır. Peki onu yaratıp koruyan Allah da, bizi yaratan, bizi koruyup büyüten kim? Bizi de yetimken, çocukken, güçsüzken bulup da koruyan, büyüten Allah değil mi? Elbette Allah’tır. O halde kime minnet duyuyorsunuz? Kime teşekkür ediyorsunuz? Kimin nimetlerinden istifade edip de kime kulluk etmeye çalışıyorsunuz? Kimin sayesinde var oldunuz? Kimin ekmeğini yiyip kimin kılıcını sallıyorsunuz? Bunu iyi bir düşünün diyor Rabbimiz.

“Seni şaşırmış bulup, doğru yola eriştirmedi mi?”

Bu âyetin mânâsı, Peygamberim sen sapıktın da Biz seni doğru yola ulaştırdık demek değildir. Çünkü böyle bir anlayış Peygamberlerin mâsumiyeti anlayışına terstir. Allah’ın elçilerinin tamamı mâsumdurlar. Peygamber Efendimizin risâlet öncesi hayatı da tertemizdir. Rabbimiz doğumundan itibaren sürekli koruyup eğitmiştir onu. Bakın Rabbimiz kitabında onun risâlet öncesi hayatının temizliğine şehadet etmektedir:

“Ey Muhammed, de ki: “Allah dileseydi ben onu size okumazdım, size de bildirmemiş olurdu. Daha önce yıllarca aranızda bulundum, hiç düşünmüyor musunuz?” (Yunus, 16)

Öyleyse bu …… ifadesi sapıklık değildir. Bu kelime iki anlama gelmektedir:

1. Kaybolmak, yitmek anlamına gelmektedir. Rivâyetlere göre Allah’ın Resûlü Mekke’de ya da başka bir rivâyete göre amcasıyla çıktığı bir ticaret kervanıyla Şam taraflarında kaybolmuş, sonra da bulunmuştu. İşte kimi müfessirler bu dâl kelimesinin bunu anlattığını söylemişler.

2. “Peygamberim, sen Risâlet öncesi, Nübüvvet öncesi yol yordam bilmiyordun da Biz sana bunu öğretmedik mi?” demektir. “Peygamberim, sen usul nedir? Yol, yordam nedir, bilmiyordun da Biz sana usul, yol yordam öğretmedik mi? Sen Allah’ı, dini, İslâm’ı, Kur’an’ı, Sünneti bilmezdin de bütün bunları sana Biz öğretmedik mi? Sen daha önce namaz, abdest, oruç, hac bilmiyordun da bunları sana Biz öğretmedik mi? Sen önceden Bakara’yı, Âl-i İmrân’ı, Nisâ’yı, İnşirâh’ı, Duhâ’yı bilmiyordun da bütün bunları sana Biz öğretmedik mi? Sen Allah yasalarını, Allah’ın hayat programını, Allah’ın istediği kulluğu bilmiyordun da bütün bunları sana Biz öğretmedik mi? Cenneti, cehennemi, dünyayı, âhireti, hesabı, kitabı bilmiyordun da bunları sana Biz öğretmedik mi?”

Yani mânâ, sen kırk yaşına gelinceye kadar sapıktın değil de, bütün bunları bilmiyordun da Biz öğretmedik mi demek olacaktır. Sen okuma yazma bilmiyordun da Biz seni okur kılmadık mı? Sen Kur’an bilgisinden mahrumdun da tekvîn-i irademizle Biz seni âlim yapmadık mı? Öyleyse bizler de Rabbimizin kitabını tanıyarak, Rabbimizin gönderdiği hayat programını tanıyarak yolsuzluk ve yordamsızlıktan kurtulmak, yol, yordam, ilim sahibi olmak zorundayız. Bunun yolu da vahiyden geçmektedir. Vahyi tanımadan ilim sahibi olmak ve yolsuzluktan kurtulmak da mümkün değildir.

“Seni fakir bulup zenginleştirmedi mi?”

“Bir de sen fakirdin, malın, mülkün yoktu da seni zengin kılmadım mı? Sana ticaret yollarını kolaylaştırarak seni zenginleştirmedik mi? Ganîmet mallarından belli bir pay vererek seni zenginleştirmedik mi? Sana zengin bir Hatice vererek, onunla ortaklık imkânı sağlayarak, onu sana zevce yaparak seni zengin kılmadık mı?” Allah’ın Resûlü aslında babasından kendisine bırakılmış bir devenin dışında başka hiçbir şeye sahip değildi. Rabbimiz izni keremiyle onu zenginleştirmiştir. Hattâ Allah’ın Resûlü bir tek insanın hidâyeti için bir çırpıda yüz deveyi bile hibe edecek bir durumdaydı. Müşriklerden birisi öyle diyordu: “Ey kavmim, gelin sizler de Müslüman olun. Çünkü vallahi Muhammed verdiğini fakirlikten korkmayan bir kimsenin verdiği gibi veriyor.” Allah’ın Resûlü birilerinin sırtından değil, bizzat kendisi çalışarak kazanmıştır kazandığını. Bakın Buhârî’de Kitabu’l Cihad bölümünde rivâyet edilen bir hadislerinde bu hususu anlatırken efendimiz şöyle buyurur: “Benim rızkım, kılıcımın gölgesi altındadır.”

Rabbimiz öyle diyor. Peygamberim, Biz seni fakir bulduk ta zenginleştirmedik mi? Peki acaba Rasûlullah Efendimiz zengin miydi? Allah’ın Resûlü, bugünün zenginlik kıstasıyla, bugün bizim anladığımız mânâda zengin değildi. Bugünkülerin anladığı mânâda hanı, hamamı, dükkanı, tezgahı, atı, arabası yoktu. Ama işte bu âyette görüyoruz ki Allah seni zenginleştirdik diyor. Allah böyle buyurduğuna göre öyleyse zenginlik nedir? Zenginliğin ne olduğunu bilmek zorundayız. Zenginlik, aslında çokça mal, mülk sahibi olmak değildir. Zenginlik dünyaya karşı müstağnî, ihtiyaçsız ve eyvallahsız olabilmektir. Zenginlik, ihtiyaçsızlığı ihtiyaç haline getirmek değil, ihtiyaca sahip olmaktır. Zenginlik ve fakirlik ihtiyaç anlayışına ve bu anlayışa bağlı olarak hedeflemelere göre değişir.

Meselâ beş etli ekmek yemeyi hedefleyen bir adamın karşısına iki etli ekmek çıksa bu adam açtır. Niye? Beş etli ekmeği hedeflemişti de ondan. Ama bir etli ekmek yemeyi hedefleyen bir adamın karşısına bir etli ekmek çıksa bu adam toktur. Neden? Çünkü ihtiyacı, ya da hedeflemesi o kadardı da ondan. Meselâ yüz milyarı hedefleyen bir adamın cebinde elli milyar olsa da bu adam fakirdir. Niye? Çünkü hedefinde yüz milyar vardı da ondan. Ama üç milyonu hedefleyen bir adamın cebinde üç milyon varsa bu adam zengindir. Niye? İhtiyacı ve hedefi o kadardı. Meselâ şu anda milyarların içinde yüzerken fakirlik içinde kıvranan nicelerini görüyoruz değil mi? Yazık, ne yapsın, yok adamın malı-mülkü. Topu, topu elli milyarcık bir şeyi var! Ne yapsın adam şimdi? Yüz milyar olmadan olur mu?! Buna ulaşmadan herkes kendisinden söz edebilir mi? İnsanların sofralarında sözü geçer mi şimdi bu adamın? Halbuki herkes akşam sofrasının başına oturunca onun malından, mülkünden, servetinden, bahsetmeli, onu dillerine vird etmeli!?

Demek ki zenginlik ve fakirlik ihtiyaca ve hedeflemelere göre değişir. Meselâ şimdi şu evde içki isteseler, bu istenene göre bu ev fakirdir, ama su isteseler bu ev zengindir değil mi? Eğer içkiyi bir ihtiyaç kabul ederseniz, bu ev ona göre fakir, ama suyu ihtiyaç bilirseniz ona göre zengindir bu ev. İhtiyaç anlayışına, hedeflemelerine göre Allah’ın Resûlü çok zengindi. Dünyaya karşı eyvallahsız ve müstağnîydi. Rabbimiz kendisine böyle bir istiğna, yetinme duygusu verdiği için zengindi. Sonra İslâm’ı sordular Rasûlullah’tan, anlattı. Namazı sordular, anlattı. Zekâtı sordular, anlattı. Âhireti, hukuku, mirası, kazanmayı, harcamayı, eğitimin yasalarını, hukukun dayanaklarını sordular da Allah’ın Resûlü Rabbinin bilgilendirmesiyle her şeyi anlatıverdi, bildiriverdi, gösteriverdi soranlara. İşte Rasûlullah adına en büyük zenginlikti bu. Allah ona onun dâvâsına omuz verecek, ona destek olacak bir Hatice verdi. Uğrunda her şeyi göze alabilecek bir Zeyd verdi. Sonra onun yoluna baş koyacak, onun için doğup büyüdükleri vatanlarını, mallarını, mülklerini bile terk edebilecek binlerce Müslüman verdi. İşte bütün bunlar zenginlikti. Allah’ın Resûlü yeryüzünün en zenginiydi. Peki ona, sahip olduklarını Allah verdi de, bizimkileri kim verdi? Bizimkileri Allah’tan başkaları mı verdi? Hayır hayır, zenginlik adına bizde de ne varsa hepsini veren Allah’tır. Bizdekileri de Allah verdi. Öyleyse:(Bir sonraki ayet)

(A.KÜÇÜK)

“Elem yecid-ke yetîmen fe-êvê” o seni yetim olarak bulup sana sığınak olmadı mı?

5 Yani: "yetim olarak dünya sahnesine çıkarıp". 6-8. âyetlerde "yetim olma", "yolu kaybetme" ve "ihtiyaç" Allah'a nisbet edilmezken, "sığınak olma", "doğru yola yöneltme" ve "müstağni kılma"nın Allah'a nisbet edilmesinin üzerinde durmak gerekir.

“Ve-vecedeke dâ’l-len fehedê” varlığını kaybetmiş olarak, yani yoksul olarak bulup seni doğru yola yöneltmedi mi?

Hicr/87 olacak) ayetini hatırlamak lazım. “Ve-lekâd êteynêke seb'ân mine’l mesêni ve’l-Kûr'âne’l-Azîm”. (Hicr/87) Biz sana birbirine benzer yediliyi, yani Fatiha’yı ve azîm olan Kur’an’ı verdik. Şûra/52. ayeti; “mê kûnte tedrî me’l-kitêbû ve-le’l îmên.. (Şûra/52) sen bundan önce kitap nedir, iman nedir bilmezdin diyor bu ayet. Yani burada aslında dalâl şaşırmak manasına. Yanlışı fark etmişti Allah resulü fakat doğruyu bulamamıştı. Onun için Ve-vecedeke dâ’l-len fehedê” yolunu kaybetmiş bulup seni doğru yola yöneltmedi mi buyuruyordu. Daha önce kitap nedir iman nedir bilmezdin diyen Kur’an ona doğru yolu sana Allah göstermişti diyor.

6 Krş. "Sen bundan önce kitap nedir iman nedir bilmezdin" (82/Şûrâ: 52). Dalâl lugavi anlamı olan "şaşırmak" manasınadır (71/Yusuf: 8, 51/Şu'arâ: 20; 94/Bakara: 282). Kavminin yanlış yola gittiğini fark etmiş fakat doğru yolun ne olduğunu bilememenin ıstırabıyla şaşırmış bir vaziyette kalakalmıştı.

“Ve-vecedeke 'âîlen fe-êğnê” seni muhtaç bulup mala tamahtan müstağni kılmadık mı. Zengin kılmadı mı diye çevirmedim. Çünkü bu manada zenginliği Allah resulü hiç istemedi ki. “Fe-êğnê”; aslında îğnê, ğînâ’ servetin müteradifi değil, eş anlamlısı değil Kur’an’da. Servet ayrı mal olarak gelir o. Fakat malsız ğîna’ da mümkindir Kur’an’ın ifadesi ile. Onun için “Lê temûdden-ne âyneyke ilê mê mettâ'nê bihî” (Hicr/88) onlara verdiğimiz geçici dünya mallarına gözünü dikme diyor Kur’an’da Rabbimiz. Dolayısıyla yani biz sana Kur’an’ı verdik bir önceki ayetle birlikte hatırlarsak; Biz sana Fatiha’yı verdik, Kur’an’ı verdik, azîm olan Kur’an’ı. “Ve-lekâd êteynêke seb'ân mine’l-mesêni ve’l-Kur'ênel-Azîm”. (Hicr/87) Biz sana Fatiha’yı ve Kur’an’ı verdik, sen onlara verdiğimiz geçici nimetlere gözünü dikme. Yani Kur’an dünyalara bedel, Kur’an servetin en büyüğü, vahiy yeryüzünden daha büyük bir servet. Onun için Kur’an elinde ya, sen yeryüzünün geçici nimetlerine gözünü dikme manasına gelen bu ayetle aslında o ğânî kılınmıştı, gönlü zengindi, dünya malına bakmazdı.

Allah resulünün bu ayeti aldıktan sonra Hz. Aişe şöyle diyor; sevdiği hiçbir şeye bir daha doyasıya bakmadı. Atları severdi, kızıl develeri severdi fakat bu ayetten sonra sevdiği bir şeye sanki ayıpmış gibi gördüğünde gözünü indirirdi diyor.

7 Veya: "bakıma muhtaç kalabalık bir ailede bulup".

8 Kur'an'ın hiçbir yerinde ğına servet'in anlamdaşı olarak kullanılmaz. Dahası ğına, servet sahibi olmadan da var olabilen bir şeydir (94/Bakara: 283). Malın karşıtı olarak da kullanılır (19/Tebbet: 2; 45/Hâkka: 28; 10/Leyl: 11). Buradaki el-ğına, "istiğna" ve "kanaat" mânasındadır. Yani malın ve servetin varlığını ya da yokluğunu dert edinmemek, ona bağımlı olmamak, ele girmesini ya da elden çıkmasnı aşırı önemsememek anlamındadır (Krş: 96/Hadîd 23). Allah Rasulü'nün serveti "kelimeler" idi. Bu yüzden Rabbi, onun dünya metaına dönüp bakmasını istemedi (72/Hicr: 87¬88). Zira Kur'an değil dünyayı, âhireti bile alacak bir sermayeydi.

(M.İSLAMOĞLU)