DUHÂ SURESİ


Ayet Getir
93-DUHÂ 2. Ayet

وَاللَّيْلِ إِذَا سَجَى

Vel leyli izâ secâ.

Bayraktar Bayraklı

(1-2) Kuşluk vaktine ve sakinleşen geceye yemin olsun ki,


Edip Yüksel

Ve dingin olduğu zaman geceye,


Erhan Aktaş

Gecenin karanlıktaki dinginliğine,


Muhammed Esed

ve durgun, karanlık geceyi.


Mustafa İslamoğlu

karanlığın dibini bulup sakinleşen gece şahit olsun


Süleyman Ateş

Sâkinleşen geceye andolsun ki,


Süleymaniye Vakfı

Durgunlaştığı zaman geceye iyi düşün,


Yaşar Nuri Öztürk

Gelip oturduğu vakit geceye ki,


Ayetin Tefsiri

 

MEAL

1.) SABAHIN berrak aydınlığını temsil eden kuşluk vakti şahit olsun,1

2.) karanlığın dibini bulup sakinleşen gece şahit olsun2

3.) ki; Rabbin seni ne terk etti, ne de darıldı.3

(M.İ)

1.) Andolsun kuşluk vaktine,

2.) Andolsun karanlığı çöken geceye ki,

3.) [Ey Peygamber!] Rabbin seni ne terk etti ne de sana darılıp gücendi.

(M.Ö)

1-2.) “Kuşluk vaktine ve sükûna erdiği zaman geceye andolsun ki,”

3.) “Ey Muhammed! Rabbin seni ne bıraktı ve ne de sana darıldı.”

(A.K)

1-3.) Ey elçimiz Muhammed! Doğrusu sana gelen ilk ilâhî vahiyden sonra bir süre vahiy gelmemesini bahane ederek, Allah’ın seni terkettiği yönünde propaganda yapan müşriklere aldırma! Rabbin seni asla terketmedi. Şunu iyi bil ki kuşluk vaktinin ve gece karanlığın çökmesinin belli bir düzen ve hikmet gereğince gerçekleşmesi gibi, vahyin sana gelişi de bir düzen ve hikmete göredir.

(H,E;M,C)

 

TEFSİR

Duhâ kelimesi “kuşluk” anlamına gelmekle birlikte çoğu müfessirler, 2. âyetteki “gece”nin alternatifi olarak burada bütünüyle gündüz vakti için kullanıldığı kanaatindedirler. İbn Âşûr’a göre ise kelime burada da kuşluk vaktini ifade etmekte olup bununla tıpkı kuşluk vakti güneş ışığının yeryüzünü bütünüyle kaplaması gibi vahiy ışığının da dünyaya inip aydınlatmaya başladığına imada bulunulmuştur. 2. âyetteki gece karanlığı da Hz. Peygamber’in bu vakitte evinde veya Kâbe çevresinde sesli olarak Kur’an’ı okuduğu, müşriklerin ise onu gizlice dinledikleri vakit olup bundan dolayı bu iki vakit üzerine yemin edilmiştir. Yeminin amacı putperestlerin artık Hz. Peygamber’e vahyin gelmez olduğu, Allah’ın onu terkettiği iddialarının gerçekle ilgisinin bulunmadığını kesin bir dille belirtmektir (XXX, 394-395).

(DİYANET TEF.)

 

Yüce Allah, parlak ve ilham dolu bu iki "an"ın üstüne yemin etmektedir. Kâinat olayları ile ruhun duyguları arasında bir köprü kurmaktadır. İnsan kalbine şu güzel ve canlı varlık alemi ile duygu alış-verişi yapan ve her canlıya şefkatli olan bir hayatı ilham etmektedir. Ve bu ilhamı alan kalb, şu varlık aleminde dostluk içinde, kimsesizlik çekmeden, bir başına garip kalmadan yaşar... Bizzat bu surede bu dostluğun etkisi görülüyor. Burada arzulanan dostluk gölgesinin uzanmasıdır, yayılmasıdır. Sanki yüce Allah sûrenin başından itibaren, peygamberine şu varlık aleminde çevresine dostluk doldurduğunu, dolayısı ile kendisinin orada bir başına ve herkesten uzak olmadığını, vahiy ediyor.

Bu kainat ilhamının ardından Rasulullah'a destek ifadesi açıktan açığa geliyor: "Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı." Senin ruhunu incitmek, kalbini sızlatmak ve zihnine endişe vermek isteyenlerin sandığı gibi Rabbin seni bırakmadı ve senden ayrılmadı. Çünkü O senin Rabbindir, ve sen O'nun kulusun. O'nun Rabbliğine aitsin. Seni koruyan, bakımını üstlenen O'dur.

(S.KUTUB)

1. Burada "Duha" kelimesi gecenin mukabili olarak kullanılmıştır. Bu nedenle, "duha"dan kasıt apaçık gündüzdür. Bunun benzeri, A'raf Suresi 97-98. ayetlerde de geçmiştir: "O memleketin halkı, geceleyin uyurlarken ansızın azabımızın gelmeyeceğinden emin miydiler? Yoksa o memleketlerin halkı güpegündüz eğlenirlerken azabımızın birden bire gelmeyeceğinden emin miydiler?" (A'raf 97-98). Bu ayetlerde "duha" kelimesi, gecenin mukabili olarak kullanılmıştır. Bunun için "duha"dan maksat, kuşluk vakti değil, mutlak gündüzdür.

2. Burada "secea" kelimesi gece için kullanılmışsa da yalnız karanlığın yayılışı değil, aynı zamanda sükun ve sessizliğin yayılması manasını da şamildir. Gecenin bu özelliği ilerideki konu ile de yakından ilgilidir.

3. Rivayetlerden anlaşılıyor ki, Rasulullah'a gelen vahiy bir süre kesilmiştir. Çeşitli rivayetlerde bu süre, birbirinden farklı beyan edilmiştir. İbni Cüreyec 12 gün, Kelbi 15 gün, İbni Abbas 25 gün, Süddi ve Mükatil de bu sürenin 40 gün olduğunu söylemişlerdir. Her halükarda, bu süre o kadar uzundur ki, Rasulullah bu yüzden çok üzülmüştü ve muhalifleri de bu nedenle alay ediyorlardı. Çünkü Rasulullah her yeni sure nazil olduğunda halka duyururdu. Epeyce bir müddet vahiy gelmeyince, muhalifleri vahiy kaynağının kesildiğini zannetmişlerdir. Cündüp b. Abdullah El-Becli şöyle rivayet eder: "Cebrail gelmeyince müşrikler Rasulullah'a şöyle demeye başladılar. Rabbi Muhammed'i terk etmiştir" (İbn Cerir, Taberani, Abd b. Numeyd, Said b. Mansur, İbn Merduye).

İkinci bir rivayet de şöyledir: "Rasulullah'ın amcası Ebu Leheb'in karısı olan Ümmü Cemil'in evi Rasulullah'ın evinin yanındaydı. Rasulullah'a şöyle derdi: Anlaşılıyor ki şeytanın seni terketmiştir." Avfi ve İbn Cerir, İbn Abbas'tan rivayet ediyor ki, uzun müddet Cebrail gelmeyince Rasulullah çok perişan oldu. Müşrikler de, "Rabbi ona darılmış ve onu terketmiştir" dediler. Katade ve Dahhak da mürsel bir rivayette hemen hemen aynı şeyleri söylemişlerdir.

Rasulullah'ın bu konudaki üzülme hali pek çok rivayette beyan edilmiştir. Küfür ile imanın mücadele ettiği bir dönemde gücünü Allah'tan alan Hz. Muhammed (s.a) için vahyin kesilmesi onun yapayalnız kalması demekti. Üstelik düşmanlarının şamataları onun üzüntüsünü bir kat daha artırıyordu. Rasulullah, kendisinin bir kusuru nedeniyle Allah'ın darıldığını, bunun için hak ile batıl mücadelesinde kendisini yalnız bıraktığını tahmin ediyor, şüpheleniyordu.

Bu durumda, Rasulullah'a teselli vermek için bu sure nazil olmuştur. Gündüzün aydınlığı ve gecenin sükunetine yemin edilerek, "Rabbin seni terketmedi ve sana darılmadı da" buyurulmuştur. Bu iki şeye yemin edilmesinin sebebi, gündüzün aydınlığının ve gecenin sükunetinin, Allah'ın kullarına dargınlığı ya da memnuniyeti anlamında olmamasıdır. Gecenin daralmakla, gündüzün de memnuniyetle bir ilgisi yoktur. Böylece, gece ve gündüz nasıl bir hikmete mebni ise, vahyin kesilmesi de öylece bir hikmete mebnidir. Vahyin kesilmesi, Allah'ın Rasulullah'a darılmış olması anlamında değildir.

Bu iki şeye yemin edilmesinin diğer bir özelliği de şudur: Gündüz aydınlığı, insanı yaptığı meşguliyetten dolayı yorar. Gece karanlığı, yorgun olan insanın sükunet bulması ve dinlenmesi için gereklidir.

Aynı şekilde vahiy senin için gerginlik kaynağı olmuştu. Vahyin kesilmesi, gerginlikten sükunet bulman içindir. Vahiy güneş aydınlığı gibidir, onun kesilişi ise gecenin sükunetine benzer.

(MEVDUDİ)

Rabbimiz sûreye yeminle başlıyor. Mekkî sûrelerde genellikle kevnî âyetlere yemin çokça kullanılır. Semâya, aya, güneşe, yıldızlara yani kâinatta yarattığı kevnî âyetlere, ya da görsel dediğimiz, göze hitap eden meşhûd âyetlere yemin eder Rabbimiz. Anlayabildiğimiz kadarıyla Mekke’de henüz kendisini tanımayan, zâtı ve sıfatları konusunda bilgi sahibi olmayan insanlara bu tür yeminlerle rubûbiyetini, ulûhiyetini ve kudretini tanıtmak istiyordu Rabbimiz. Allah önce iki âyetle yemin ediyor. İki kevnî âyetine, iki görsel âyetine yemin ediyor. Bunlardan birincisi Duhâ, yani kuşluk vakti, ötekisi de gecedir.

Birisi güneşin ışığının, aydınlığının en etkili olduğu kuşluk vakti, ötekisi de gecenin iyice kararıp, ses seda kesilip, gelip gidenlerin ayak seslerinin kesildiği, insanların istirahata çekildikleri ve mü’minlerin ibadet için teheccüde kalktıkları seher vaktidir. Kuşluk vaktine ve gecenin en sakin dönemine yemin ediyor Rabbimiz. Sonra bu iki yemine cevap mahiyetinde üç âyet geliyor. Rasûlullah’ı ve onun yolunda gidenleri asla terk etmeyeceğini anlatıyor Rabbimiz. Sonra da geleceğin daha iyi olacağına dair, cennette en yüksek makamın onları beklediğine dair âyetler geliyor. Sonra insanın sahip olduğu mal, beden ve bilginin Allah’tan olduğu beyan edilir. Son bölümde de bu nîmetlere karşılık dünyada yapılması gereken vazifeler, yetime, yoksullara karşı vazifelerimiz, Kur’an’a karşı tavrımız anlatılır.

Duhâ’ya yemin olsun ki. Duhâ, kuşluk vaktidir. Güneşin ışıklarının daha bir net geldiği, güneşin en çok parlayıp kendisine bakılmanın âdeta imkânsız olduğu dönemdir kuşluk dönemi. Bu dönem günün en değerli dönemidir. Güne ve günün hayırlı amellerine başlama zamanıdır. Mevlâ’nın bereketinin, ihsanının beklendiği, ümit edildiği bir dönemdir. İşte Rabbimiz günün en bereketli dönemine dikkat çekiyor.

Eğer insan ömrü bir gün kabul edilirse, Duhâ bu ömrün en genç ve en verimli zamanıdır. Dikkat edin sabah saat 7-8 arasında yapılabilen bir iş akşam 7-8 arası yapılamaz. Sabahın o saatlerinde başarıp bitirebildiğiniz bir işi akşamın aynı saatlerinde bitiremezsiniz. Bu dönemde ayrı bir bereket vardır. İşte Allah bu döneme dikkat çekiyor. Tâ-Hâ sûresinden de anlaşıldığı gibi Hz. Mûsâ’nın sihirbazlara galip geldiği vakit kuşluk vaktidir. “Mûsâ: “Buluşma zamanımız sizin bayram gününüzde, insanların toplandığı kuşluk vaktidir” dedi.” (Tâ-Hâ 59) Veya eğer insanın tüm ömrünü bir gün kabul edecek olursak, o günün kuşluk vakti gençlik dönemidir. İnsanın en canlı, en zinde olduğu dönem, hayatının baharıdır. İşte bir gün kabul ettiğimiz insan ömrünün en zinde dönemini teşkil eden o günün kuşluk vaktini, gençlik vaktini, gençlik dönemini çok iyi değerlendirmemiz gerektiği anlatılır bu âyette.

Bu kuşluk vaktinin bir mânâsı da şudur: Nûr-u Muhammedînin yeryüzünü aydınlattığı, Allah’ın nûr olarak ruhlara doğduğu dönem anlatılıyor burada. Yani eğer Rasûlullah Efendimizin teşrifinden sonraki dünyanın ömrünü bir gün kabul edecek olursak, o günün kuşluk vakti Rasûlullah Efendimizin dönemi olan asr-ı saadet dönemidir. Allah, başlarında Rasûlullah’ın bulunduğu İslâm milletinin, İslâm ümmetinin ilk dönemi yani kuşluk vaktine, asr-ı saadete yemin ediyor. Biz biliyoruz ki Allah bir şey üzerine yemin etmişse onun bizim hayatımızda önemi çok büyüktür. Öyleyse asr-ı saadeti çok iyi öğrenmek, çok iyi bilmek ve değerlendirmek zorundayız. Rasûlullah Efendimizin hayatta olduğu saadet asrına yemin ederek Rabbimiz ona dikkat çekmiştir. Çünkü asr-ı saadet ve o asırda yaşayan Rasûlullah Efendimizin güzîde ashabı dinin yaşandığı, anlaşıldığı ve en güzel biçimde uygulandığı mübarek bir dönemin insanlarıdır. Yeryüzünde o toplumdan daha mübarek bir toplum yaşamamıştır.

Asr-ı saadet kıyâmete kadar din, kulluk adına tüm problemlerin çözüldüğü örnek ve maket bir hayattır. Doğruya, güzele, hakka ulaşmak isteyen kişi mutlaka asr-ı saadete gitmek ve asr-ı saadetteki uygulamaya ulaşmak ve asr-ı saadeti örnek almak zorundadır. İşte Rabbimiz bu âyetinde asr-ı saadete yemin ederek dinimiz konusunda asr-ı saadetin önemine, asr-ı saadette gerek ferdî planda Peygamber efendimizin anlayışına, sünnetine, uygulamalarına ve gerekse sahâbe-i kirâm efendilerimizin sünnetlerine dikkat çekmektedir. Kur’an’ın başka yerlerinde de kurtuluşa erenlerden söz edilirken sahâbe toplumuna ve asr-ı saadete dikkat çekilmektedir. “İyilik yarışında önceliği kazanan muhacirler ve ensâr ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnutturlar. Allah onlara, içinde temelli ve ebedî kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; işte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe 100)

İyilik, takva yarışında, Allah’a kulluk ve Rasûlullah’a ittiba konusunda en önde giden bu ümmetin en bereketli dönemini, kuşluk vaktini idrak eden sahâbe-i kirâm efendilerimizden ve güzellikle onların yolunu takip edip, onların yollarına, sünnetlerine uyanlardan razı olduğunu ve onların kurtulduklarını haber veriyor Rabbimiz. Bir de karardığı, sakinleştiği, kendine geldiği, bitmeye başladığı, devrini tamamladığı zaman geceye yemin olsun ki. Yani seher vaktine, tam o döneme yemin ediliyor. Cenâb-ı Hakk, gecenin sükûnete erdiği döneme, seher vaktine yemin ediyor. Öyleyse bunun üzerinde durmak ve tanımak zorundayız. Gece kelimesi çok geçti. Mekkî sûrelerde çokça bu konuda yemin gördük. Gecenin bizim hayatımızda apayrı bir yeri ve önemi vardır. Ama dikkat ederseniz burada gecenin devrini tamamlayıp bitmeye başladığı döneme yemin ediliyor. Saat 3-5 arası gecenin sükûnete erdiği dönemdir. Sarhoşlar sesini kesmiş, koşuşanlar, gidenler gelenler, gece gıybet edenler, birileri adına komplo hazırlayanların hepsi, hattâ köpekler bile susmuş. Bir adam düşünün ki böyle sakin bir dönemde uykusunu bölerek kalkmış, yatağını terk etmiş. Semâ berrak, yıldızlar pırıl pırıl, su sesi, ağaçların sesi, hepsi Allah’ın âyetleri. İşte bu Rabbimizin görsel âyetleriyle sarmaş dolaş oracıkta temiz bir taşın üzerinde namaza dursa… Ne abdest alırken, ne namaz kılarken zamana, saate bağımlı değil… Kimseye söz vermedi, kimse beklemiyor onu, kimse meşgul etmiyor. İş, güç, okul, dükkan, tezgah, müşteri peşinde değil. Ne okuduğunu daha iyi bilecek, daha iyi anlayacaktır. Onun için Müslüman daima özgür bir hayatı özlemeli, sürekli böylesi bir hayatın peşinde olmalıdır. Her şeyden özgür, her şeyden yakasını kurtarmış, ama sadece Allah’a kul ve köle. Zamanın, mekânın, eşyanın, insanların, çevrenin ve her şeyin köleliğinden sıyrılmış, ama Rabbinin görsel âyetleri altında, onlarla birlikte Rabbine teslim. İşte Rabbimiz bizden böyle bir hayat istiyor.

Nurla, aydınlıkla, kuşlukla, gündüzle başlayan, geceyle devam eden bir kulluk hayatı. Gecede ve gündüzde sürekli devam eden bir kulluk… Gündüz ve gece, Cenab-ı Hakk’ın egemenliğinin ifadesidir. Çünkü gece de, gündüz de Allah’ın âyetleridir. Geceyi de, gündüzü de yaratan Allah’tır. Gece de, gündüz de Allah’a kuldur, Allah’a boyun bükmüştür. Gündüz, gece, kuşluk, seher, öğle, ikindi, akşam tüm bunlar Allah’ın hâkimiyetinin ifadesidir. Tüm bunlar konusunda söz sahibi Allah’tır. Sizlerin sözü geçmez buralarda. Bunları değiştiremezsiniz, bunları kaldırıp yerine başka bir şey koyamaz, bunlara itiraz edemezsiniz. Bu şartları yaşamak zorundasınız. Bu hayata karşı gelip itiraz edemezsiniz. Geceyi kovamazsınız, güneşi, gündüzü atamazsınız. Öyleyse sizler de Rabbinize teslim olun. Zaten fıtraten, zorunlu olarak Allah yasalarına teslimsiniz.

Geceyi de, gündüzü de var eden Allah’tır. Geceye de, gündüze de egemen olan sadece Allah’tır. Gece de, gündüz de O’nun emri ve hikmetiyle hareket etmektedir. Gece ve gündüz en küçük bir aksama olmadan birbirini takip etmektedir. Öyleyse ey peygamberim, gündüz ve gecenin böyle peş peşe gelişi nasıl bir hikmete mebnî ise, bunu bilen ve bu düzeni kuran bir Rabbin varsa, bu Rabb bu düzeni belli bir hikmetle ayarlıyorsa, işte aynen vahyin kesilmesi de böyle bir hikmete mebnîdir. Ne zaman keseceğini, ne zaman göndereceğini bilen bir Allah’ın ilmi ve hikmetiyle olmaktadır bu iş. Keseceği, göndereceği zamanı bilen bir Allah’ın işidir bu. Geceye ve gündüze itiraz edemeyen bir Müslüman, elbette buna da itiraz etmemelidir. Bu konuda da Rabbinin hikmetine teslim olup tedirgin olmamalıdır İşte buradaki gece ve gündüze yeminin mânâsını böyle anlamaya çalışıyoruz. Rabbimiz vahyin kesilişi karşısında tedirgin olan Peygamberine bunun belli bir hikmetle olduğunu anlatıyordu.

Yahut da bu gece ve gündüze yemin edilmesinin şöyle bir hikmeti de olabilir: Gündüzün meşakkatinden dolayı insan yorulur. Herkes bilir ki gündüzün ışınları insanı yorar ve yıpratır. Sürekli gündüz ve güneş olsa, insan buna dayanamaz. Gece karanlığı ise insanı dinlendirir. Gündüzün yorgunluğunu atabilmek için gece dinlenmeye ihtiyacı olur insanın. Nitekim Nebe’ sûresinde de Rabbimiz geceyi anlatırken şöyle buyuruyor: “Uykunuzu dinlenme vakti kıldık; geceyi bir örtü yaptık;” (Nebe’ 9-10) Gece, dinlencedir, dinlenme zamanıdır, örtüdür, sükûnet zamanıdır. “Gündüzün sizi yoran ışınlarından sizi geceyle sakladık, örttük,” diyor Rabbimiz. İşte aynen bunun gibi, tıpkı devam eden güneş ışınları gibi vahyin devamı da senin için gerginlik kaynağı olmuştu. Tıpkı seni yoran gündüzün ışınlarından seni dinlendirmek için gündüzün kesilip de gecenin gelmesi gibi, bir süre vahyin kesilmesi de senin bu gerginlikten sükûnet bulman içindir, diyor Rabbimiz.

Sürekli seni yoran vahyin gerginliğinden seni kurtarmak, seni rahatlatmak için Rabbin bir süre sana vahyi kesiverdi diye böyle bir münâsebet kurmak her halde hatalı olmayacaktır. Sakın üzülme Peygamberim. Kesinlikle bilesin ki hikmet sahibi olan Rabbin bunu senin hayrına yapmıştır. Muhakkak ki sen seni senden daha çok düşünen, sana senden daha çok merhamet eden bir Rable karşı karşıyasın. Değilse:

3. “Ey Muhammed! Rabbin seni ne bıraktı ve ne de sana darıldı.”

İşte bu, yeminlerin cevabıdır. Az önceki yeminleri bunun için, bunu demek için yapmıştır Rabbimiz. Duhâ’ya, kuşluk vaktine ve geceye yemin olsun ki, Rabbin ne sana veda edip seni bıraktı, ne de sana darıldı. Rabbin seni hiç terk etmedi. Peygamberlik şerefiyle seni şereflendirdiği andan itibaren Rabbin sana hiç darılmadı, hiçbir zaman kızmadı. Sana vahyini indirerek senin adını, şanını yücelten Rabbin bundan böyle de seni asla terk edecek, sana darılacak değildir. Yeryüzünde Rabbinin konuşan ağzı olarak, yerdekilerin hayatına senin vasıtanla karışacak, seninle seslenecek. Onun içindir ki Rabbin asla seni unutacak, seninle diyaloğunu kesecek değildir. Üzülme, Rabbin seni bırakmadı.

Bırakmak iki mânâya gelir: Seni bırakmadı, seni tutuyor ama, bu tutuşu, bu bırakmayışı sana ceza vermek seni cezalandırmak adına değil. Sana kininden, gazabından değil, sana olan sevgisinden, sana değer verişindendir. Demek ki iki türlü tutuş vardır: Birisi cezalandırmak adına, kahretmek adına bir tutuştur. Tıpkı Kıyâmet sûresinde anlatıldığı gibi: “İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” (Kıyâmet 36)

Öbürü de lütuf adına, in'am ve ihsan adına bir tutuş, terk etmeyiştir. İşte buradaki Rabbimizin elçisini bırakmaması bu anlamadır. Burada kuşluk vaktine yeminden sonra bu konunun gündeme getirilişi şöyle bir nükteyi anlatır: O dönem Araplar kendilerine misafir geldiği zaman buna çok sevinirlerdi. Yine o dönem Araplarda Duhâ, yani kuşluk vakti veda zamanıydı. İnsanlar ziyaretçilerini kuşluk vakti uğurlarlarmış. Hattâ “seniyyetu’l veda” diye de özel bir veda yeri, uğurlama yeri varmış. İşte gelişleri kendilerini sevindiren misafirlerin bu kuşluk vaktinde kendilerini terk edip gidişleri Arapları çok üzermiş. Hattâ adamlar üzüntülerinden dolayı kuşluk vakti kendilerini terk eden misafirlerini uğurlamaya bile çıkmazlarmış. İşte burada kuşluk vaktini de gündeme getirerek Rabbimiz buyurur ki: “Ey Peygamberim, Rabbin sana ne darıldı, ne de seni terk etti. Ne kuşluk vakti seni terk etti, ne de gecede sana darılıp düşmanlık etti.”

Çünkü kuşluk vaktinde misafirler konuklarını terk edip giderlerken, gecede de kinler, öçler, düşmanlıklar yapılır. Gecenin özelliği de budur. Öyleyse Rabbin sana onu da yapmadı. Yani ne gecede seninle bir düşmanlık ilişkisine girdi, ne de gündüz seni terk etti. Yani Rabbin ne vahyi gönderirken, ne de keserken seni bırakmadı, seni terk etmedi. Öyleyse sen yoluna devam et Peygamberim. Düşmanlarının sözlerine aldırış etme. Seni ben görevlendirdim, onlar değil. Gecenin ve gündüzün Rabbi benim, onlar değil. Sen yürü. Sen yoluna devam et, Ben seninleyim! diyordu Rabbimiz. Sen hiç üzülmeden yoluna devam et, çünkü:(Bir sonraki ayet)

(A.KÜÇÜK)

“Ved-duha” kuşluğa yemin olsun, ağaran güne yemin olsun, sabahın en parlak anına yemin olsun. Sabahın parlak aydınlığına yemin olsun. “vav” vavı kasem, yemin “vav”ı. Fakat “vav” yemin için konulmuş bir edat değil. “vav” aslında özü itibarıyla bir bağlaç. Fakat burada yemin vurgusuna sahip. Tabii ki “Ved-Dûha” ile “ûksimû Bi’d-Dûha” arasında fark var. Olmasın mı yani sabahın parlak aydınlığına ben yemin ederim ile, sabahın parlak aydınlığına “vav” ile yemin olsun vurgusu taşıyan vavı kasem elbette ki bir farklılık arz ediyor.

 

Aslında yemin “vav”ıyla indirilen 16 sûreden biri bu ve bu “vav” ile başlayan tüm sûreleri alt alta dizip okuduğumuzda çıkardığımız sonuç şu oluyor. Kendisiyle yemin edilen “muksemun Bih” olan mesela burada Dûha, kendisiyle yemin edilendir. “Muksemun Bih”tir. Kendisiyle yemin edilen şeyler somut, müşahhas, fiziki şeyler. Fakat Muksemun aleyh, yani kendisi üzerine yemin edilen şeyler ise metafizik, manevi ve soyut hakikatler. Dolayısıyla burada nedir kendisi üzerine yemin edilen? 3. ayet. “Mê vedde'âke Rabbûke ve-mê kâlê” yani Rabbin terk etmesi ve Rabbin darılması hadisesi soyut bir hadise. Yani manevi bir olay fiziki bir olay değil. Ama yemin edilen Dûha fiziki bir hadise yani güneş ışığının yeryüzüne günün ilk vaktinde en yoğun bir biçimde geldiği an tasvir ediliyor. Bir sonraki “Vel-leyli izê sece” de öyle, karanlığın dibini bulup sakinleşen gece şahit olsun, kuşluk şahit olsun, sabahın aydınlığı şahit olsun, karanlığın dibini bulup sakinleşen gece şahit olsun.

 

Gece de zamanın bir parçası olarak somut bir şey. Ama Rabbin darılması ve terk etmesi soyut bir hakikat. Onun için bu yeminlerin niteliği de Kur’an’da bu. Duha aslında akşamın mukabili olarak geçiyor Kur’an’da. “lem yel-besû illê 'âşîyyeten ev dûhâhê”. (Nazi’at/46) bu ayette olduğu gibi. Yani onlar yeryüzünde sadece bir akşam ya da bir sabah kaldık zannedecekler. Yani o kadar bereketsiz geçecek ki cehennemle sonlanmış bir hayatın sahibi için ömrü, onlar bu dünyada 70-80-90 yıl yaşayacaklar ama tüm hayatlarını bir akşam ya da bir sabahtan ibaret zannedecekler, çünkü bereketsiz olacak. Onun için bu ayette de olduğu gibi akşamın zıddı olarak geçiyor.

 

Yine ‘ûdhiye’ diyoruz. Neye diyoruz? Kurbana. “Îydûl edhâ” diyoruz Kurban bayramına, Arapçası bu, Kur’an’cası bu. Neden? Öteden beri gelenekte kuşluk vakti kesildiği için kurbanlar ‘ûdhiye’ denilmiş, yani kuşluktan alınmış ışıkla beraber kesildiği için. Bu gece kurban kesilmeyeceği anlamına gelmiyor, bu geleneksel olarak insanların o dönemde tabii sokak lambası yok, elektrik yok, başka imkânlar yok. İnsanlar ellerindeki bıçaklarla bir birlerini yaralamasınlar, ya da zarar vermesinler diye gün ışığıyla birlikte Kurban kestiklerini bize hatırlatıyor. Yani bir geleneği hatırlatıyor bu yoksa gece kurban kesmekte herhangi bir sakınca olduğundan değil.

 

Yine hepsi de Allah’a isnat etmezler yemini, çok ilginçtir, Mekkî’dir ve burada kasem “vav”ıyla başlayan tüm surelerin Mekkî olmasından çıkardığımız sonuçta şudur muhatabın dikkatini sûreye çekmek. Muhatabın dikkatini somut gerçeklerden maddi olmayan manevi hakikatlere çekmek, muhatabın zihnini miraca çıkarmak yani şu katı maddeler dünyasından yükseltmek. Ey insan katı maddeler dünyasında çakılıp kalma. Allah sana öyle bir yetenek vermiş ki aş bunları, zihnen miraca çık, yüksel, yücel manasına geldiğini biliyoruz.

 

Zariyat sûresi hariç hepsinde Rab ismi kullanılmış Allah’ın bu 16 sûrenin hepsinde Zariyat hariç, bu da çok önemli. Demek ki Allah’ın rububiyetiyle ilgili bir probleme çözüm olarak iniyor bu sureler.

 

Klasik tefsir yemin edilen yani “muksimun bih” olan unsurların azametine yormuş bu yemini. Böyle olsaydı bizce ki isabetsiz bu namaz vaktine yemin edilirdi. Dûha namaz vakitlerinden bir vakit değil. En azından namaz vakitlerinden bir vakte yemin edilirdi. Onun içinde azamet ifade etmese gerektir. Yani yemin edilen vaktin büyüklüğüne, ululuğuna, azametine delalet eder demek biraz zor görünüyor. Yine biraz önce de söylediğim gibi kendisine yemin edilen unsurların metafizik ve manevi unsurlar olduğunu görüyoruz bu yeminde.

 

Cahiliyeden sonraki sabaha da bir atıf var gibidir aslında. Yani sabahın parlak vaktine yemin etmekle, uzun cahiliye gecesinin ardından gelen sabaha yemin olsun veya sabah şahit olsun. Çünkü cahiliyenin karanlık gecesi insanların aslında yüreğindeki karanlığı ifade ediyordu. Yoksa insanlar gündüzü de geceyi de görüyorlardı. Fakat eğer karanlık, eğer gece akıldaysa o aklın sahibine güneşi 24 saat batırmasanız dahi gecedir. O aklın sahibinin içindedir gece. Akıl kararmışsa, yürek kararmışsa, kalp kararmışsa gece onun içindedir. Siz gündüzü onun önüne getirseniz ne değişir ki. Yine eğer aydınlığı içine koymuşsanız, eğer insanın güneşi içindeyse, ışık yüreğinden doğuyorsa, o insanın dışı karanlık olsa ne yazar ki. İçinden aydınlanan dışını aydınlatır.

 

Burada problem içinden aydınlanma. Onun için de burada cahiliye karanlığının arkasından vahiyle gelen vahyin aydınlığı, vahyin ışığı. Buna dikkat çekildiğini düşünüyoruz. Zaten Kur’an’da vahye bir biçimde dolaylı ve dolaysız atıfla başlamayan bir sure bulmak hemen hemen imkânsızdır.

 

Amme cüzü tefsirinde Muhammed Abduh, güneşin yeşerttiği gibi vahiy güneşi de yeryüzünü yeşertir diye bir tefsir yapmış. Doğrusu Nil’in kenarından yapıldığı belli bu tefsirin. Doğrudur Nil’in kenarında oturuyorsanız güneş yeşerten bir şeydir, ama çölün içinde oturuyorsanız güneş kavuran bir şeydir. Evet, “Ved-duha” konusunda söylenecek çok söz olmakla birlikte şimdilik bu kadar, yani “Ved-duha insanlığın kararan gecesinden vahyin aydınlığı ile çıkılan sabah şahit olsun.

 

1 Çevirimiz Kur'an'ın duhâ'yı akşam'ın mukabili olarak kullanmasına dayanmaktadır (Krş: 48/Nâzi'ât: 46). Zımnen: Cahiliyye gecesini sona erdiren vahiy güneşinin ilk sabahı şahit olsun. Yemin vav'ı ile başlayan 16 sûreden biridir. Tümü de Mekkî olan bu sûrelerin başında gelen vav aslen bağlaçtır, yemin mânası asli değil arızidir. Zâriyât hariç bu sûrelerin hiç birinde Allah'ın Rab dışındaki herhangi bir sıfatı kullanılmaz. Zira bu âyetler Allah'ın eşyaya müdahalesi hakkında tereddüt gösteren aklı reddetmektedir. Elbet uksimu bi'd-duhâ ile ve'd-duhâ arasında mâna farkı vardır. Kasem vav'ı ile başlayan sûrelerin genelinde yemin edilenler gözlemlenebilen ve hissedilebilen fizikî ve maddî şeyler, yeminin cevabında gelenler ise metafizik ve manevî durumlardır.

Yemin edilen şeyler maddî olandan manevî olana zihnî intikal için bir destek noktası hükmündedir. Bununla da soyut düşünme yeteneği gelişmediği için melek ve cin gibi görünmez varlıkları somutlaştıran ilk muhatapların bu yeteneğini geliştirmek amaçlanmıştır.

“Vel-leyli izê secê” karanlığın dibini bulup sakinleşen gece şahit olsun. “Secê”; essêcvû. Bu kök sağılıp sakinleşen deve için kullanılıyor. Evet, sütü sağıldığı zaman sakinleşen deve için kullanılıyor ve başka bir yerde de kullanılmıyor Kur’an’da. Gecenin en sakin zamanı, en sükûnetli zamanı. Neden acaba öyle deniliyor? Yani Dûha’nın arkasından gece geliyor. Bunda bir nükte var tabii ki yani hiçbir gündüz ebedi değildir şu dünyada. Yani hiçbir kolaylık sonsuz değildir. Hiçbir iniş sonsuz değildir, bir yokuş vardır. Hiçbir güzellik sonsuz değildir şu dârı dünyada, mutlaka onu gölgeleyen bir şey vardır. Hiçbir sevinç sonsuz değildir, bir keder vardır, bir hüzün vardır, bir acı bir elem vardır.

 

Dolayısıyla bu dünyayı tasvir ediyor aslında. Bu hayatı tasvir ediyor, içinde yaşadığımız hayatın kılçıksız olmadığını, mutlaka inişleri çıkışları, yokuşları olduğunu, ama bütün bunlarla beraber hayatın güzelliğini, gecenin de bir ayeti ve ışığı olduğunu, gece var diye ışıktan vazgeçmememiz gerektiğini, gündüzün ışığının nasıl güneş ise, gecenin ışığı da ay olduğunu yani vahiy sadece gündüz değil gece de insanın önünü aydınlatır, rehberlik yapar mesajını alıyoruz. “Vel-leyli izê sece” ile.

 

Kur’ân’ın hiçbir tarafında mücerret olarak yalınkat geceye yemin edilmez. Mutlaka bir vasıfla yemin edilir. “İzê sece” “Vel-leyli izê 'âs'âse”. (Tekvîr/17) yani nerede gece gelmişse hep mutlaka bir zaman zarfıyla takyid (Kayıt ve şarta bağlanma) edilerek gelmiş. Bunun ifadesi de şu; gece sizi korkutmasın, gece görecedir, gece asli değildir, asli olan ışıktır. Işık kaynağı olandır, gece ise ışığın yokluğu halidir. Onun için geceyi mazeret kılmayın vurgusuna sahiptir.

 

2 İkinci vav'ı hal sayarsak, iki âyeti birlikte şöyle de çevirebiliriz: "Karanlığın sonuna dayandığı bir halde ortaya çıkan ilk sabahın aydınlığı şahit olsun". Vahyin ilk inmeye başladığı Kadir Gecesi veya vahiy güneşi inmezden önceki cahiliyye gecesi. Bu durumda zımnen şöyle denilmiş olur: Ey muhatab! Eğer vahiyle içinden aydınlanmışsan, gündüz de sana şahittir, gece de.

“Mê vedde'âke Rabbûke ve-mê kâlê” Rabbin seni ne terk etti ne de sana darıldı. Aslı galeta demişler. Bir önceki “Rabbûke mê vedde’êke, ve-mê kâlê”. Fakat fasıla gereği düştü iddiasında bulunan müfessirlerimiz olmuş. Oysa böyle bir iddia pekte isabetli değil. Bir kez Rabbûke’nin hitap zamiri kâlê içinde geçerli. Orada geldiği için burada gelmesine gerek yok.

 

İkincisi eğer fasıla için, ses için ayet sonlarındaki ses için sırf bazı kelimeler veya zamirler düşseydi, değişseydi aynı surenin en sonunda yer alan 11. ayet “Ve-emmê bi-nî'meti Rabbike fe-hâddis” “fe-hâddis diye bitiyor. ‘se’ sesi ile bitiyor. Oysa ki ondan önceki ayet “r” sesi ile bitiyor. “Tenhâr” Ondan bir önceki 9. ayet “r” sesi ile bitiyor takher. Bu ayette “r” sesi ile bitmesi lazım onun içinde bu kelimenin eş anlamlısı olan he “hâddis” değil, “fe-ğâbbir” olması lazımdı. Yani haber ver, an dile getir haber ver şeklinde. Bu manaya gelen “fe-ğâbbir” olurdu. Eğer sırf ayet sonunda ki ses için bazı harfler düşmüş olsaydı. Onun için bu iddiayı pek tutarlı görmediğimiz için değinip geçiyoruz.

 

Vahyin bazen kesilip bazen gelmesi bir hikmete mebni olarak dile getiriliyor aslında. Baştaki Dûha şahit olsun, kuşluk şahit olsun. Günün en aydınlık vakti şahit olsun ve sakinleştiğinde, dibini, bulduğunda gece şahit olsun. Bu üçü arasında bir irtibat olması lazım. Rabbin seni ne terk etti, ne de darıldı. Bu üçü arasında hangi irtibatı bulabiliriz; açık irtibat aslında.

 

Vahyin doğal ara vermeleri var, fetretleri var. Dolayısıyla bu fetret garibine gitmesin gündüz de aralıksız değil. Nasıl ki senin dinlenmen için Rabbin geceyi yaratmışsa insanoğlunun dinlenmesi için, yine aynı gerekçe içinde vahye doğal bir ara takdir etti. Böyle gece gündüz akacak hali yok. Veyahut ta geçmiş insanlık tarihinde vahiyler neden bazen kesildi. İşte fetret-i vahiy fetret dönemi diyoruz o büyük fetrete. Hz. İsa’dan Allah Resulüne kadar bir fetret var. Uzun bir dönem peygamber gelmiyor, vahiy gelmiyor, bu fetretin sebebi nedir diye soracak olursan aynı şeydir, Allah’ın yasası böyledir. Yani hiçbir şey sürekli değildir, bazen Allah keser değerini öğretmek için, bazen de yağdırır manasına geliyor.

 

3 Kala'da ke hitap zamirinin olduğu, fakat fasıla gereği düştüğü görüşü yaygındır (Ferrâ'dan nkl. Râzî). Fakat bu çeviride takip ettiğimiz usule aykırıdır. Zira metne lafız idhalini gerektiren bir zorlamadır. İbarenin önündeki zamir, sonu için de geçerlidir. Nesne malum olduğu için tekrarına gerek duyulmamıştır. Fasıla gözetilseydi sûrenin son kelimesi olan haddisin, habbir (haber ver) olması gerekirdi. Üzerine yemin edilen gündüz ve gecenin yeminin cevabı olan "terk etme" ve "darılma" ile ilişkisi şöyle açıklanabilir: Vahyin bazen kesilip bazen gelmesi gayet doğaldır, tıpkı gündüz ve gecenin doğal oluşu gibi.

(M.İSLAMOĞLU)