Dilenciyi de azarlama!
Dilenciyi de azarlama.
Sakın isteyeni1 geri çevirme. 1- İstenilen şey somut olarak belirtilmemiş olmakla birlikte, bağlama bakıldığında; istenilen şeyin “bilgi edinme,” “hakkı öğrenme,” “korunup gözetilme” olduğu anlaşılmaktadır. Bir sonraki ayetten de bu anlaşılmaktadır.
yardım isteyeni asla geri çevirme,
Her durumda yardım isteyeni azarlama!
Dilenciyi azarlama.
İsteyene ve sorana karşı ilgisiz kalma[*]. [*] نهر , açma veya açılma (تفتُّح شيءٍ أو فتحِه) anlamına gelir.” (Mekayis’l-luğa s.1000) Biriyle arayı açmak ve mesafe koymak, ona ilgisiz davranmaktır. Peygamberimiz, İbn Ümmi Mektûm’a ilgisiz kaldığı için azarlanmıştı. Bkz. Abese 1.
Yoksulu/dilenciyi azarlama!
MEAL
9.) Dolayısıyla, asla yetime otoriter davranma!9
10.) Her durumda yardım isteyeni azarlama!10
11.) ve her zaman Rabbinin (sonsuz) nimetini dilinden düşürme!11
(M.İ)
9.) O hâlde sen de sakın yetimlere kötü davranma.
10.) El açıp yardım isteyeni azarlama.
11.) Rabbinin sana lütfettiği bunca nimeti her daim minnet ve şükranla an ve O'nun gönderdiği vahyi dur-durak bilmeden anlat.
(M.Ö)
9-10.) “Öyleyse sakın öksüze kötü muamele etme ve sakın bir şey isteyeni azarlama! Yalnızca Rabbinin nimetini anlat.”
11.) “Yalnızca Rabbinin nimetini anıp anlat.”
(A.K)
9-11.) O halde rabbinin inâyet ve desteğinin şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da seninle birlikte olacağından hiç kuşku duyma! Müşriklerin sözlerine aldırma ve görevine devam et! Rabbin seni nasıl varlıklı kıldıysa, sen de yoksula yetime kol kanat ger, sana tevdi edilen peygamberlik görevini ifa et ve tevhidi tebliğ et!
(H,E;M,C)
TEFSİR
Câhiliye döneminde yetimlerin, yoksulların hakları gözetilmez, malları ellerinden alınır, kendilerine zulmedilirdi. Buna göre 9-10. âyetlerin ana hedefi Resûlullah’ın şahsında bütünüyle toplumun dikkatini bu iki temel ahlâkî ve sosyal problem üzerine çekmek ve bunları çözüme kavuşturmaktı. Bunun yanında, daha özel olarak Resûlullah’a mazhar olduğu anılan ihsanlar karşısında şükür mahiyetinde bazı görevleri hatırlatılmaktadır. Burada sıralanan görevlerin, 6-8. âyetlerde Hz. Peygamber’e bahşedildiği bildirilen ilâhî lutuflarla alâkalı olduğu görülmektedir. Buna göre Allah onu yetim iken korumuştur; o da yetimi incitmemeli, himaye etmelidir. Allah ona ne yapacağını bilmez iken yol göstermiştir; o da kendisine bir şeyler sorup aydınlanmak isteyeni geri çevirmemelidir. Allah onu yoksulken zengin kılmıştır; o da kendisinden yardım isteyeni azarlamamalı, gereken yardımı yapabildiği kadar yapmalıdır. Şükürle ilgili bu özel görevler örnek olarak sıralandıktan sonra sûre bu konuda “Rabbinin lutuflarını şükranla an” şeklindeki genel ve kuşatıcı bir buyrukla tamamlanmıştır. Bazı müfessirler buradaki “nimet” kelimesini “Kur’an, peygamberlik, bu sûrede Resûlullah’a lutfedildiği bildirilen şeyler” gibi değişik mânalarla açıklamışlarsa da bunu, Resûlullah’ın hayatı boyunca mazhar olduğu maddî ve mânevî bütün lutuflar, nimetler olarak anlamak sûrenin amacına ve âyetlerin akışına daha uygun düşmektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber’in hayat hikâyesi onun eşsiz ahlâkını açıkça göstermektedir ve bu âyetlerde söz konusu edilen uyarılara onun herhangi bir davranışı sebep olmuş değildir. Kur’an’ın irşad ve eğitimde kullandığı üslûp gereği burada onun şahsında bütün insanlığa hitap edilmektedir.
(DİYANET TEF.)
Bu emirler, yani yetime ikram edilmesinin emredilmesi, hatırının kırılmasının, horlanmasının ve aşağılanmasının yasak edilmesi, dilenen yoksula yumuşak davranılmasının ve haysiyetinin incitilmeden ihtiyacının giderilmesinin istenmesi İşte bütün bu istekler emirler -daha önce de defalarca değindiğimiz gibi kılıcı ile hakkını koruyamayan güçsüz kimselerin hakkını gözetmeyen azgın ve inkarcı toplumun kendisini sürekli gündemde tutan en önemli problemlerindendi. İslam dini bu toplumu yüce Allah'ın şeriatı ile Hakka ve adalete yüceltmiştir ve onları Allah korkusuna, O'ndan çekinmeye yüce Allah'ın koyduğu sınırları aşmama seviyesine yükseltmiştir. Çünkü yüce Allah koyduğu sınırı gözetir, onu kıskanır ve haklarını korumak için ne kılıcı ne de gücü olmayan zayıf kullarının haklarını çiğnenmesine kızar ve gazap eder.
Yüce Allah'ın nimetini özellikle de iman nasib etme ve doğru yola kavuşturma nimetini anlatmak, nimeti veren yaratıcıya karşı şükür biçimlerinden birisidir. Allah'ın kullarına iyilik etmek ve ihsanda bulunmak bu şükrü tamamlamak Bu davranış pratik bir şükür tablosudur. Yararlı, şerefli ve sessiz olarak hareketlerin dili ile nimeti dile getirmektir.
(S.KUTUB)
9. Yani sen yetimdin. Allah'ın lütfu sonucu yetimlikte en iyi şekilde bakıldın. Bu nedenle, Allah'a şükür olarak hiçbir yetime elinden tecavüz ve zulüm gelmemelidir.
10. Bunun iki manası vardır: Eğer "Sail"i, yardım isteyen, haceti olan kimse manasında anlarsak o zaman ayetin anlamı şöyle olur: Eğer yardım edebilirseniz yardım edin. Eğer yardım edemezseniz yumuşak sözle ve nezaketle özür dileyin. Ama hiçbir şekilde sert davranmayın ve kovmayın... Verilen hidayet ve ihsanın karşılığı olarak Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: "Sen yoksuldun biz seni zenginleştirdik." Eğer "sail"i soru soran manasına alırsak, o zaman anlam şöyle olur! Soru soran kimse ne kadar karışık soru yöneltirse yöneltsin, her halükarda ona şefkatle cevap verin, huysuzlukla karşılık vermeyin ve kovmayın. Allah, verdiği ihsanın karşılığı olarak şöyle buyurmuştur. "Sen bilmiyordun biz sana öğrettik." Ebu Derda, Hasan Basri, Süfyanı Sevri ve bazıları bu ikinci manayı tercih etmişlerdir. Çünkü sözün tertibine göre şöyle buyurulmuştur: "Seni şaşkınlık içinde buldu ve yol gösterdi."
11. "Nimet" kelimesi genel olarak kullanılmıştır. Bundan kasıt surenin nüzulüne kadar, Allah'ın Rasulullah'a nimet vermesidir. Bundan, Allah'ın vaadettiği gibi verdiği nimettirler. Ayrıca şöyle buyurmuştur: "Ey peygamber! Allah'ın verdiği nimetleri zikret ve açıkla" Nimetleri zikretmek ve onları açıklamanın çeşitli anlamları olabilir. Her nimet, mahiyeti itibariyle belli bir şekilde açıklanabilir. Topluca nimetleri açıklamanın bir şekli de, insanın lisan ile Allah'a şükretmesi, bunu ikrar ve itiraf ederek bütün bu nimetlerin kendisine ihsan sonucu Allah (c.c.) tarafından lütuf olarak verildiğini bilmesidir. Çünkü bunları sadece kendi çabalarıyla kazanmadığı açıktır. Nübüvvet nimetini açıklamak da şöyle olur: Davet ve tebliği doğru olarak yerine getirmek. Kur'an'ın nimetini açıklamanın şekli şudur: O'nu insanlar arasında yaymak ve talimatlarını insanlara anlatmak. Hidayet nimetini açıklamak şöyledir: Sapıklığa düşen mahluka doğru yolu göstermek. Ayrıca bu işi yaparken bütün zorluk ve zahmetlere sabırla tahammül etmektir. Yetimlikteki Allah'ın ihsanının açıklanması, yetimlere ihsanda bulunmaktadır. Yoksulken zenginleşme ihsanının açıklanması, Allah'ın muhtaç kullarına yardım etmektir. Hasılı bu, Allah'ın kendi ihsanını beyan ettikten sonra Rasulullah'a verdiği kapsamlı bir hidayettir.
(MEVDUDİ)
Öyleyse ey Peygamberim, sakın yetimi itip kakma. Sakın yetimi üzme. Yoksulu da sakın azarlama. Dikkat ederseniz lütfettiği üç nimete karşı üç görev sayıyor Rabbimiz. Önce üç nimetten söz etti. Sen, sizler yetimdiniz de sizi Biz koruyup büyütmedik mi? dedi. Sonra sen peygamberim ve siz hiçbir şey bilmiyordunuz. Kendinizi, çevrenizi, ananızı, babanızı, Rabbinizi, hayatı, ölümü, âhireti, hesabı, kitabı, kulluğu, namazı, orucu, haccı bilmiyordunuz da size vahiy göndererek bütün bunları Biz bildirmedik mi? Kendi bilgimizden bilgi aktararak sizi tüm bu konularda bilgi sahibi yapmadık mı? Sahip olduklarınızı Biz vermedik mi? Elinizi, ayağınızı, gözünüzü, kulağınızı, havanızı, suyunuzu, ayınızı, güneşinizi, dünyanızı, semânızı size Biz vermedik mi? buyurduktan sonra, bu üç nimeti hatırlattıktan sonra Rabbimiz bunlara karşılık üç sorumluluktan söz ediyor. Yetimi itip kakmayın, isteyen fakiri azarlamayın ve de Rabbinizin nimetlerini hatırlayıp anın.
Öyleyse yetimi itip kakmayalım. Yetimleri itip kakmayacağız. Yetim, babası olmayan demektir. Henüz buluğ çağına gelmeden babasını kaybetmiş çocuklara yetim denir. Veya babası baba olarak vardır ama her gece eve sarhoş gelip giden çocuklar da yetimdir. Bir evde ananın kocası var, ama akşam eve sallanarak geliyor, sarhoş. Ya da baba akşam eve dükkanı taşıyor. Akşam eve âyet ve hadis getirmiyor. Çocuklarını Allah’la, peygamberle tanıştırmıyor. Kitapla, sünnetle tanıştırmıyor da şöyle kazandığını, böyle topladığını anlatmaya çalışıyor. Çocuklarına güzel bir isim verecekti ama vermiyor. İyi terbiye vermeliyken vermiyor. İşte böyle sarhoş bir babanın çocuğu bir gün karşımıza çıkınca: “Git baban öğretsin!” dememeliyiz. Babası yoktu zaten onun. Zira unutma ki bir zamanlar sen de yetimdin. Siz yetim değil de neydiniz? Babası ve anası tarafından Kitap ve Sünnetle tanıştırılmamış tüm çocuklar yetimdir. Bizim evdekiler de öyle mi acaba? Yetimleri korumak, kollamak zorundayız. Yetimleri toplumda babalılar, fakirleri de paralılar gibi yaşatmak zorundayız. Bilelim ki yetimlerin doyurulması gereken üç bölgesi vardır: Kafa, kalp ve mide. Kendi çocuklarımız, kendi yetimlerimiz de dahil piyasadaki tüm yetimlerin bu üç bölgelerini doyurmak zorundayız. Kafa Allah’a götürücü bilgiyle doyurulmalı, kalp Allah’a götürücü imanla, mide de Allah’ın helâl kıldığı rızıkla doyurulmalıdır. Karşımızdaki yetimlerin sadece midelerini doyurunca iş bitti zannetmeyelim, onların öteki bölgelerini de doyurmayı sakın ihmal etmeyelim.
Yetimler, babasız kalanlar, babayla beraberken ondan ayrılanlardır. Bir de toplumda ekonomik ve siyasal dayanağı olmayan insanlardır. Öyleyse onların böyle bir destekleri yok diye mallarını yemeye, haklarını gasp etmeye kalkışmamalıyız. Meselâ elinde bizde alacağını belgeleyecek çeki, senedi olmadığı için siyasal bir destekten mahrum olan kimselere, yetimlere borcumuzu ödemeyerek zulmetmeye kalkışmayalım. Allah’ın Resûlü bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Ben ve yetime yardım eden kişi cennette işte şöylece beraberiz”
Öyleyse onlarla ilgilenmek, onların durumlarını düzeltmek, onların eğitimleriyle, ahlâklarıyla ilgilenmek, onları ıslah etmek zorundayız. Çünkü yetimler toplumun yanında Allah’ın emanetleridirler. Müslümanların görevi bu emanete emanet sahibi olan Allah’ın istediği biçimde davranmaktır. Onların mallarını kendi mallarımızın içine katarak, onların da kazanmalarını sağlamak, onların işleriyle ilgilenmek zorundayız, çünkü onlar bizim din kardeşlerimizdir. Bir de yetim, Kur’an’da dünyada tek olan “Dürr-i yetim” olan Hz. Muhammed (a.s) için kullanılır. Öyle kerîm bir yetim ki, onun eşi ve benzeri yoktur onun. İşte böyle tek olanı da itip kakmayın. Yetimlerin en güzeline değer vermezlik yapmayın. Yetimin sözleriyle ilgilenmezlik yapmayın. Yetimin sünnetiyle ilgilerinizi kesmeye kalkışmayın. Yetimin hayat programına ilgisiz kalmayın. Bir zamanlar Mekke’de, Rasûlullah çevresini Allah’a imana çağırıyordu, “olmaz” diyorlardı. “Allah’a iman edin” diyordu, “geç” diyorlardı. “Tesettür” diyordu, “geç” diyorlardı. “Namaz, namus, iffet” diyordu, “geç” diyorlardı. Şimdi sizler de ey Müslümanlar aynen onların yaptıkları gibi yetimi itip kakmaya, yetimin çağrısını kulak ardı etmeye kalkmayın.
Sâili, isteyeni de sakın kovma Peygamberim! Sizler de ey Peygamber yolunun yolcuları, sakın ha sakın sâili azarlayıp kovmaya kalkışmayın. Peki ne ister insan? İhtiyacını ister. Bilgi istenir, iman istenir, yol, yordam istenir. Buradaki sâil her tür istemeyi kapsamaktadır. Birinci olarak maddî bir ihtiyacı olup da bizden istemeye geleni kesinlikle kovmayacağız, onu kırıp dökmeyeceğiz. Elimizdekilerin, cebimizdekilerin bizim değil Allah’ın olduğunu ve onları Allah’ın istediği biçimde onun fakir kullarına ulaştırmak zorunda olduğumuzu asla unutmayacağız. Bu konuda önceki derslerimizde çok şey söyledik. Unutmayalım ki bizim mallarımızın içinde fakirler için ayrılmış bir hisse vardır. Yine unutmayalım ki bunu bizim arayıp bulmadan kendiliğinden almaya gelmiş fakirler bizi sorumluluktan kurtardıkları için sevip, teşekkür etmemiz gereken insanlardır. Bir başka deyişle onlar bizden Allah’a mesaj götüren posta memurlarıdır. Var mı öbür tarafa göndereceğiniz bir şeyler? Var mı Rabbinize sunacağınız bir şeyler? diye evlere gelen postacılara benzer bu fakirler. Öyleyse Allah’ın bize verdiklerinden biz de onlara verelim.
Yediklerimizden onları da yedirip, giydiklerimizden onları da giydirelim. Onları kendi hayat standardımıza çıkarmanın, kendimizi de onların standartlarına indirmenin kavgasını verelim. Maddî ihtiyaçlar istendiği gibi, bir de ilim, iman istenir. Öyleyse bunları isteyeni de azarlamayacağız, kovmayacağız. Hem mal, mülk isteyenleri, hem de bizden ilim talep edenleri kesinlikle kovmayacağız, reddetmeyeceğiz. Din adına, Kur’an ve Sünnet adına bize bir şeyler sorup öğrenmek için gelenleri asla savmaya, savsaklamaya kalkışmayacağız. Tabi soruların birkaç çeşit olduğunu biliyoruz.
1. Adam öğrenmek kastıyla sorar. Öğrenip amel etmek, öğrendiklerini kullukta kullanmak adına sorar.
2. Dalga geçmek adına sorar. Kendisini sorumluluktan kurtarmak, kaçmak adına sorar. Firavun, Mûsâ (a.s)’ya böyle yapmıştı. Veya İsrailoğulları Bakara olayında Hz. Mûsâ’ya kaçma adına sorular soruyorlardı.
3. Bazen de adam bizden hiç bilmediğimiz bir dille isteyebilir isteyeceğini. Anlayamadığımız bir dille sorar. Meselâ bir yere gittiniz ki orada pahalılıktan, seçimlerden, geçimlerden, yeni yıldan, Avrupa’dan, Asya’dan bahsediliyor. Öyle zırvalara dalmışlar ki ne âyet, ne hadis konuşmuyorlar. Şimdi bu adamlar lisân-ı halleriyle şöyle demiyorlar mı yani? Biz âyet ve hadis bilmiyoruz. Eğer bilseydik biz de âyetten, hadisten bahsederdik diyorlar değil mi bu halleriyle? Öyleyse unutmayalım ki insanlar hal diliyle bir şeyler isterler. Belki ne istediklerini bile ifade edemezler ama bir şeyler söylerler tavırlarıyla. Baktık ki dayımızın kızının her yeri açık veya baktık ki komşumuzun oğlu namazsız. Amcamızın oğlu Kur’an ve Sünneti bilmiyor. Belli ki bir şeyler istiyor bu haliyle bizden. Eğer bilseydi, İslâm’ı elbette böyle yapmazdı değil mi? Baktınız ki komşunuz içki içiyor, ortağınız namaz kılmıyor, arkadaşınız fâiz yiyor, talebeniz yalan söylüyor, hanımınız örgünün dışında başka hiçbir şeyle ilgilenmiyor. Hemen anlayacağız ki onlar lisânı halleriyle bizden bir şeyler istiyorlar. Bizden kendilerine din duyurmamızı, Kitap ve Sünnet anlatmamızı istiyorlar. Onları asla reddetmeyelim, kovmayalım, savsaklamayalım da hemen onlara onların muhtaç olduğu şeyleri anlatalım inşallah. Çünkü dün bizler de bir şey bilmiyorduk da Rabbimiz öğretti. Bugün bizim dünkü durumumuzda olanlara kızmayalım, azarlamayalım, yanımızdan kovmayalım da, Allah’ın bize öğrettiği gibi biz de onlara öğretmeye, anlatmaya çalışalım inşallah.
Üçüncü istek de Rabbinin nimetini çok an.
11. “Yalnızca Rabbinin nimetini anıp anlat.”
Rabbinin nimetini de hep an, sürekli hatırla ve anlatmaya devam et. Peki acaba Allah’ın hangi nimeti vardı Rasûlullah’ın üzerinde? Vahiy nimeti, risâlet nimeti, Kur’an nimeti, ilim nimeti, akıl nimeti, göz nimeti, kulak nimeti, anlayış, kavrayış nimeti, yeme-içme nimeti ve sayılamayacak kadar nimetler. Peki acaba nimeti anmak, anlatmak ne demektir? Bunu nasıl anlayacağız?
Nimeti anmak, nimeti anlatmak onu onun sahibi olan Allah’ın istediği gibi kullanmaktır. Nimeti hatırlamak, nimetin vericisini hatırlamak demektir. Nimeti anmak, nimetin sahibini anmak, nimetin sahibini ve o sahibin istediklerini hatırlamak demektir. Tabi bu hatırlama mücerret sadece hatırlayıvermek değil, onu uygulamaya koymak, amele dönüştürmek üzere hatırlamaktır. Tabii bazı hatırlamalar kavlî olur, bazıları da fiilî olur. Kavlî olanlara hamd, fiilî olanlara da şükür denir. Yani dille nimetin vericisine hamd edilirken, hayatla da teşekkür etmeliyiz.
Bu âyet-i kerimede geçen “anlat” kelimesinden maksat, ya Allah’ın vermiş olduğu nimetleri başkalarına da anlatarak zikretmek ve “Allah bana şu şu nimetleri nasip etti” demektir; ya da “bu âyet-i kerimede anlatılması emredilen nimet: “Allah yoluna dâvet etmek, O’nun şeriatını tebliğ etmek ve ümmete İslâm’ı öğretmektir.” Âyet-i celile, bu iki manayı da kapsamaktadır. İnsan, dalâlet ve câhiliyyet içerisinde olduğu günleri hatırlamalı ve Allah’ın kendisini karanlıklardan, nur’a çıkartmış olduğuna şükretmelidir. Hz. Ömer (r.a.) de böyle yapıyor, câhiliyyet günlerinde helvadan put yapıp, acıkınca yediklerini hatırlayınca, o günlerine gülüyordu. Müslüman, Allah'ın nimetiyle zengin olduktan sonra da, fakir olduğu eski günlerini hatırlamalı ve davranışlarını ona göre ayarlamalıdır. Durumu düzeldiğinde sıkıntılı günlerini hatırlamalı, sonra da Allah kendisini o dertlerden kurtardığı için şükür vecibesini yerine getirmelidir.
Bu şekilde, Allah’ın kendisine verdiği nimetlerin anlatımı olur ve bunun vecibelerini insanları Allah yoluna dâvet etmek suretiyle tamama erdirir. Kulun şükrü, üç rükûn üzere kuruludur. Bunların hepsi bir arada olmayınca kul, şükür etmiş sayılmaz. Bunlar: Allah’ın vermiş olduğu nimetleri itiraf etmek, bu nimetlerden dolayı Allah'a hamd ve senâ etmek, bu nimetleri, Allah’ın rızasını kazanacak işlerde kullanmaktır. Allah’ın vermiş olduğu nimetleri itiraf etmek, bu nimetleri kendi tecrübemize, zekâmıza, çabamıza, makamımıza, şöhretimize ve kuvvetimize değil; sadece Allah'a dayandırmaktır.
Karun, kendisine verilmiş olan nimeti, kendi bilgisine ve becerisine dayandırınca Allah onu, bütün malı ve mülkü ile yerin dibine sokmuştur. Bunun için, normal olarak kişi, kendisine bütün bu nimetleri veren Allah'a şükretmelidir. Sonra, kendisine nimet verenin Allah olduğuna yakînen iman eden ve O’na hamd ve senâ eden kişi, kendisine verilen bu nimetleri Allah'a isyan yolunda kullanmaz. Kendisine mal verilen kişi, faizle para vermeyeceği gibi, sıhhat ve âfiyet verilen kişi de, insanlara karşı zor kullanarak, onlara zulmetmez; ibadetleri terk etmez. Bu rükünleri gereği gibi edâ ettiğimiz zaman, hiç şüphe yok ki Allah bize vermiş olduğu nimetleri çoğaltacak ve Kerim olan kitabında “Şükrederseniz, and olsun ki size arttıracağız.” (İbrahim, 7) buyurarak, vaad etmiş olduğu üzere, o nimetleri bereketlendirecektir.
Rabbimiz Peygamberine pek çok nimet vermiştir. Akıl, göz, kulak gibi nimetlerin yanında Peygamberlik nimeti, Kur’an nimeti, yol, yordam bildirme nimeti, âlemlere peygamber olarak görevlendirme nimeti, âlemlere rahmet yapma nimeti gibi pek çok nimetleri vardır Rabbimizin.
Rabbimizin tüm nimetlerini hatırlayıp o nimetleri O’nun yolunda kullanmak zorundayız. Hangi nimetler var üzerinizde bir hatırlayın. Akıl nimeti mi var? Akıllı mısınız şu anda? Onu Allah’ın istediği gibi, Allah’ın istediği yerlerde kullanın, böylece Allah’ın nimetini anın. Onu sadece para kazanmanın peşinde, ya da fizik problemleri, kimya denklemleri çözmenin peşinde değil de, biraz da vahyi tanımada kullanın, böylece Rabbinizin nimetini anın. Veya meselâ ilim nimeti mi var üzerinizde? Onunla sahibinin istediği biçimde amel edin. Onu sahibinin istediği biçimde muhtaçlara ulaştırın, böylece Rabbinizin nimetini anın. Konuşabiliyor musunuz? Dil nimeti mi var üzerinizde? Onu sahibinin istediği yerde kullanın. Akşama kadar pek çok şey peşinde kullandığınız kadar, peynirin küflüsünü, turşunun modelini anlamada kullandığınız kadar, onun bunun gıybetinde ve zırvalarında kullandığınız kadar biraz da âyet ve hadis anlatmakta kullanın, böylece Rabbinizin nimetini anın.
Sıhhat, gençlik nimeti mi var üzerinizde? Onu Allah’a kulluğa harcayın da Rabbinizin nimetini anın. Kur’an nimeti mi var? Allah size Kitap, Sünnet bilgisi mi verdi? Onunla amel ederek, onunla hayatınızı düzenleyerek, o nimeti üzerinizde göstererek, onu birilerine anlatarak Rabbinizin nimetini anın. Boş zaman nimeti mi var üzerinizde? Onu hasta ziyaretine, sıkıntılı kardeşlerinizin yardımına ayırarak Rabbinizin nimetini anın. Hanım nimeti, çoluk-çocuk nimeti mi var üzerinizde? Onları Kitap ve Sünnetle tanıştırarak, onları Müslümanca eğiterek, onları cennete kazandırın ve böylece Rabbinizin nimetini hatırlayın. Para nimeti mi var? Mal-mülk nimeti mi var üzerinizde? Onu, ona muhtaç olanlara verin ki Rabbinizin nimetlerini anmış olasınız. Bütün bunları Allah yolunda kullanın ki, bunların Allah’a ait olduğunu, Allah’tan gelme birer nimet olduğunu hatırlamış olun, diyor Allah.
Birisi dille ötekisi de amelle olmak üzere nimetlere şükredeceğiz. Nimetlerin sahibini hatırlayacağız. Ama bu hatırlama şu anda insanların pek çoğunun yaptığı gibi olmayacak. Nasıl? “Elhamdülillah, Allah bana akıl verdi. Aklımı iyi yaratmış Rabbim. Öyleyse ben de aklımı iyi kullanıp iyi bir bilgisayar mühendisi olayım da insanlara faydam dokunsun. Veya iyi bir doktor olayım da insanların sağlığına hizmet edeyim.” Hayır! Onlar mı verdi sana bunu da onların hizmetinde kullanıyorsun? İnsanlara hizmet için iyi sanatkar olayım diyor adam. Niye? Niye insanlar adına? Niye insanların hizmeti için? İnsanlar mı verdi o aklı sana? “Elhamdülillah sesimi güzel yaratmış Allah. Öyleyse ben de iyi bir sanatkar olayım da insanları eğlendirmek için güzel sanatlar icra edeyim” diyor adam değil mi? Hakkımız var mı buna? Kimin verdiğini kimin hizmetinde kullanıyoruz? Kime muhtaçken kime minnet duyuyoruz? bunu çok iyi düşünmek zorundayız. Dil ve göz vermiş Allah. Eh bunlarla Kur’an oku bolca. Sabah oku, akşam oku, gündüz-gece oku, sürekli oku. Peki nasıl okuyoruz Kur’an’ı? Metnini okuyoruz sadece. Mânâya nüfuz etmeden, okuduğumuzu anlamadan, anlayıp da hayatı onunla düzenleme endişesi duymadan okuyoruz. Biraz da hayata okuyalım. Uygulama, anlama adına okuyalım biraz da.
Halbuki biz kendimiz anlayacağız ve başkalarına da anlatacağız. Okuduğumuzu, öğrendiğimizi kendimiz yapacağız, yaşayacağız, uygulayacağız, başkalarına da anlatacağız. Meselâ bir hadis okuduk ki, “Duvara halı asmayın” diyor. O bir ihtiyaçsa yerde sergi olmalıdır, duvarda lükstür diyor. Bunu kendimiz uygulayacağız, yani kendi evimizde varsa indireceğiz, başkalarının evindeyse onlara da söyleyeceğiz, anlatacağız. Veya meselâ bir âyetten öğrendik ki namazı mutlaka kılmalıyız. Biz kendimiz kılacağız, başkalarına da anlatacağız, kılmaları için uyarıda bulunacağız.
Veya meselâ bir hadis duydum ki altın yüzüğün haramlığını anlatıyor. Kendi parmağımda bir altın yüzük varsa atacağım, ama onunkini çıkarıp atmayacağım da, “arkadaş onu çıkarman lâzım” diye onu uyaracağım. Kendim oruç tutacağım ama başkaları adına tutuvermeyeceğim. Kendim zekât vereceğim ama vermeyeninkini de vermeyeceğim, onlara bunu anlatacağım. Bu sûreden sonra Rasûlullah tekbir getirdi. “Allah-u Ekber!” buyurdu. Tekbir getirdi bu ve bundan sonrakilerde. Duhâ’dan Nâs’a kadar ki sûrelerin başında ya da sonunda Allah’ın Resûlü tekbir getirdi. Bunun sebebi de anlayabildiğimiz kadarıyla şudur: Sûrenin başlarında da ifade ettiğimiz gibi bu sûrenin nüzûlünden evvel Rasûlullah Efendimizin aklında Mevlâ’nın kendini terk ettiği gibi bir durum vardı. Allah’ın Resûlü buna çok içerliyordu. Ama bir fetretten sonra böyle bir müjde gelince, vahiy yeniden gelmeye başlayıverince Allah’ın Resûlü buna çok sevinmiş ve “Allah-u Ekber” deyivermişti. Bir de bu ve bundan sonraki sûreler kısadır. Yani kısa ve özlü olmaları sebebiyle kafada canlanması mümkündür. O yüzden bunları okuyan kişi tekbir getirir. O anda, bu sûreyi okuduğu anda başka bir şey demesi mümkün değildir zaten. Buna Kur’an’dan iki delil vardır.
Bunlardan birisi Necm sûresi geldiğinde Kâbe’nin avlusunda Rasûlullah bunu müşriklere okudu. Rasûlullah’ın sûreyi okuyuşu öyle etkili oldu ki, Rasûlullah secde etti, oradaki tüm müşrikler de secde ettiler, secde etmek zorunda kaldılar. Çünkü yapacak başka bir şey yoktu o anda. Hattâ Velid bin Muğîre secde etmedi de yüzüne toprak götürdü. Secdeden kendini alıkoymayı becerebildi ama, secde adına yüzüne toz toprak götürmekten kendini alamadı. Çünkü Rabbimizin hak vahyinin gündeme geldiği böyle bir ortamda insanların yapabilecekleri başka bir şey yoktur.
Bu sûre de burada sona erdi. Rabbim gereğiyle amel eden kullarından eylesin.
Vel-hamdû lillêhi Rabbi’l âlemin.
(A.KÜÇÜK)
“Fe-emme’l-yetîme felê tâkhâr” artık yetime asla otoriter davranma. Evet, yetim. Aslında kimsesiz demektir, tek başına yani bakanı olmayan gözeteni olmayana yetim denir.
Efendimiz öyle buyuruyor; Yetim hakkında Allah’tan korkun, Allah’tan diyor. Yine; Ben ve yetimin kefili cennette böyleyiz buyuruyor. Sahi yetimlerden ne çıkar hiç düşündük mü? Bugün biz yetimlerden sokak çocukları, kapkaççılar, caniler, tinerciler vs. çıkarıyoruz. Fakat bizim medeniyetimiz işte bu ayetlerin inşa ettiği İslam medeniyeti yetimlerden fatihler çıkardı. Afrika fatihi Musa Bin Nuseyr bir yetimdi. Endülüs’ün büyük fatihi Tarık Bin Ziyad bir yetimdi. Anadolu’nun ilk iman fatihlerinden Abdullah el Battal Antakyalı bir yetimdi. Biz yetimlerden fatihler çıkarmıştık.
Bugün Çin’de büyük bir yekûn tutan, Müslüman Çin’li bir nüfus var, Uygur Türkleri değil, bunlar Çin asıllı Müslümanlar. Bu Müslümanların ilk olarak nasıl ortaya çıktığı anlatılırken meselenin, hikayenin temelinde yetimliğin olduğunu görüyoruz. Eski Çin’de yetimler satılırmış, kimsesi olmayanlar basbayağı böyle satılırmış. Müslümanlar bunu fark edince satılan yetimleri almak için vakıflar kuruyorlar, aldıkları yetimlere darül eykamlar açıyorlar, yetim evleri ve buralarda onları güzel birer Müslüman olarak eğitiyorlar, şimdi milyonlara, belki 200 milyona baliğ -ki bir Çin’li Hui Müslüman’dan duyduğum rakam buydu- bir Müslüman nüfusa dönüşüyor. Bunlara Hui Çinlileri, Hui Müslümanlar deniyor.
Evet, yetimden neler çıkarmış meğerse. Yine Ahmed Dahlan isimli Endonezya’lı bir zat Mekke ve Medinede’ki tahsilinden 1912’de döndüğünde Cakartanın banliyölerinden biri olan Cokça’da bir yetimhane açıyor. Bu yetimhaneyle başlayan bu yürüyüş öyle bir noktaya geliyor ki, bugün Muhammediye hareketi diye bilinen bu hareketin Ahmed Dahlan’dan henüz daha 100 sene geçmeden 30 milyon müntesibi var. 10 milyon camisi var. 3.700 koleji var, 166 üniversitesi var ve daha neleri neleri neleri var. Yani yetimden ne çıkar dememek. Yetimin velisi Allah’tır deyip eğer yetime sahip çıkarsam velisi Allah olan birine sahip çıkarım demeli. Onun için yetim üzerinde Kur’an’ımız daha ilk indiği dönemde duruyor. Çünkü yetimlerin efendisi bir peygamber. Allah resulü de bir yetim. Adeta eğer Allah babasını almışsa, annesini almışsa yani o kimsesiz kalmışsa biraz da ilahi takdirin sırrı gereği kalmıştır. Siz onunla imtihan ediliyorsunuz, o da babasızlıkla imtihan ediliyor. Siz imtihanınızı güzel verin uyarısını içeriyor.
Bu ayetin Allah resulünün Hz. Hatice’nin eski kocasından olan oğulluğuna kızması üzerine indiği rivayet edilir bazı kaynaklarda.
9 Veya tekhar okuyuşuna göre: "surat asma!" (Krş: 67/Kasas: 77) Tercihimiz kahr'ın Kur'an'daki kullanımına dayanmaktadır. Allah Rasulü şöyle buyurdu: "Allah'tan başka kimsesi olmayan hakkında Allah'tan korkun Allah'tan". "Ben ve yetime kefil olan kimse cennette yan yanayız" (Buhârî).
“Ve-emme’s-sê-ile felê tenhâr” isteyeni azarlama yani buradaki isteme aslında her türlü isteme, sâil, hatta soranı azarlama manasına da gelir. Çünkü sual hem soru sormak hem istemektir. Se-e-le soru sordu, istedi ikisi eşit aynı manaya gelir. Dolayısıyla soru soranı azarlama veya isteyeni azarlama.
Fakat Kur’an bu ayette bunu ifade buyururken bunu dengeleyecek bir başka ayette de şöyle buyurur; “lê yes'êlûne’n-nêse ilhâfê”. (Bakara/273) Mü’minlerin vasıflarını sayarken arsızca istemezler insanlardan. Efendimiz bir seferinde sırf bu konuda sahabeden bey’ad istemişti. Hiç kimseden gücünüz yettiği sürece bir şey istememek üzere sizden bey’âd talep ediyorum buyurmuştu. Hatta bir örnek vermişti bu bey’ad talebi sırasında. Eğer siz devenin üzerinde olsanız yere düşen kamçınızı yanındakine şunu bana ver deneyecek şekilde istememek üzere Bey’ad istiyorum demişti.
Bunu anlamak için deveye binmek lazım. Deveyi ıhtırmanın ne zor bir şey olduğunu, yere düşen kamçıyı almak için deve üzerindeki birinin ne uzun uğraşlar vermesi gerektiğini bilmek lazım. Yani mü’minler her iki şekilde de dengeli bir ahlaki zemine oturtuluyor. Bu konuda hem isteme hem de yardım etme hususunda bir denge kuruluyor.
10 Zımnen: Yol göstermeni isteyeni (Krş: 27/'Abese 3-10). Bu ilkenin Kur'an terbiyesindeki yeri, bu âyeti dengeleyen şu âyetle birlikte düşünülmelidir: "insanlardan arsızca istemezler" (94/Bakara: 273).
“Ve-emmê bi-nî'meti Rabbike fe-hâddis” ve en sonunda Rabbinin sonsuz nimetini dile getir. Yani Rabbinin nimetini dillendir. Buna tahdisi nimet denilir, nimeti anmak, nimeti dile getirmek. Bu bir İslam’i edeptir, aynı zamanda Allah’a karşı kulluk edebidir. Çünkü nimeti anmayan şükretmez, nimeti hatırlamayan o nimetin şükrünü eda etmez, nimeti unutanı Allah’ta unutur. Dolayısıyla tahdis-i nimet, nimeti dile getirmek o nimete aslında bir şükürdür, nimeti verene bir teşekkürdür.
Rabbimiz bizden ne iyilik isteyecek ki, O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yok ki. Ama biz tahdis-i nimetle, nimeti vereni anmakla aslında Allah’ı zikretmiş oluruz. Zikir de zaten nimetin sahibini unutmamaktır. Unutmayalım teşekkür ekmeğin değil, ekmeği verenin hakkıdır. Eğer ekmeği verene teşekkür etmiyorsak ekmeği hak etmiyoruz demektir. Onun için bu ayet bize tahdis-i nimeti, yani nimeti dile getirmeyi, sadece içimizden teşekkür yetmez, aklımızdan bilmemiz yetmez; onu dile getirmek etrafımızdaki insanlara içinde yüzdükleri nimeti hatırlatmaktır. Bu aynı zamanda nimetin kıymetini bilmeyenlere nimetin kıymetini bilmeleri için öğüt vermeyi de kapsar.
Dizi ağrıyan ve bundan şikayetçi olan bir insana Allah diz vermiş, heleki dizin var, var da ağrıyor diye hatırlatmak lazım. Çünkü o unutur. O dizinin olduğunun büyük bir nimet olduğunu unuttu, şimdi ağrıyı görüyor sadece. Oysaki dizi olmasaydı ağrımazdı. Başım ağrıyor, bakarsınız velveleye veriyor etrafı oysaki bir başı var da ağrıyor. Hele ki varsın, var ki ağrıyı hissediyorsun. Veya ağrıyor; sinir sistemin çalışıyor da ağrıyor, önce şükret, sonra şikayet et. Ama önce şükret. Sinir sistemin çalışmasaydı ağrıyı algılayamazdın. Ağrıyı algılamamak çok çok daha büyük bir beladır. Onun için ağrı aslında vücudun alarm sistemi, haber veriyor ben buradayım diye, beni onar diye. Dolayısıyla her şeyin içinde şükredecek bir şey bulmak. İşte tahdis-i nimetin bize hatırlattıkları.
11 Bir şeyin dilde olması, hem onun gönülde ve zihinde olmasını gerektirir, hem de olduğuna delalet eder. Tahdîs-i nimet, nimete şükürdür. Buradaki nimet ilk olarak İslâm ve onun son tezahürü olan Kur'an vahyidir: "..ve size olan nimetimi tamamladım" (108/Mâide: 3).
Sadakallahu’l azîm. Allah hakikati söyledi.
“Ve êğîrû dâ’vêhûm eni’l-hâmdû lillêhi Rabbil alemîn”
Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.
SÛRE BİTTİ