BAKARA SURESİ


Ayet Getir
2-BAKARA 256. Ayet

لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu minel gayy(gayyi), fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lânfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm(alîmun).

Bayraktar Bayraklı

Dinde zorlama yoktur. Artık doğru, yanlıştan ayrılmıştır. O halde tâğûtu/insanı Allah'tan uzaklaştıran her şeyi inkâr edip Allah'a inananlar, hiçbir zaman kopmayacak en sağlam kulpa tutunmuşlardır. Zira, Allah her şeyi işitendir; her şeyi bilendir.


Edip Yüksel

Dinde zorlama yoktur. Artık doğruluk, sapıklıktan ayrılmıştır. Kim ki azgın küstahı inkâr edip ALLAH’ı onaylarsa, kopmaz ve sağlam bir bağa yapışmıştır. ALLAH İşitir, Bilir.


Erhan Aktaş

Dinde zorlama yoktur. Artık, doğru olan yanlış olandan kesin olarak ayrılmıştır. Kim tâğûtu1 reddedip, Allah’a inanırsa, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuş olur. Allah, Her Şeyi İşiten ve Her Şeyi Bilen’dir. 1- Allah’a isyan etmek anlamına gelen “tağa” kökünden türemiştir. Azgın, sapkın, kötülük önderi, zorba, şeytan, put, kâhin; Allah’ın buyruklarına itibar etmeyen kişi ve kurum anlamına gelen tağut aynı zamanda insanlara kaba kuvvetle hükmeden kişi veya kurum demektir.


Muhammed Esed

Dinde zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış, birbirinden ayrılmıştır: O halde, şeytani güçlere ve düzenlere (uymayı) reddedenler ve Allah'a inananlar, hiçbir zaman kopmayacak en sağlam mesnede tutunmuşlardır: Zira Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.


Mustafa İslamoğlu

Zorlama dinde yoktur. Artık doğru ile yanlış birbirinden seçilip ayrılmıştır. Şu halde kim şeytani güç odaklarını reddeder de Allah'a inanırsa, kesinlikle kopmaz bir kulpa yapışmış olur: zira Allah her şeyi sınırsız işitendir, her şeyi limitsiz bilendir.


Süleyman Ateş

Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tâğût (şeytân)ı inkâr edip Allah'a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allâh işitendir, bilendir.


Süleymaniye Vakfı

Dinde zorlama olamaz[1*]; doğrular ile yanlış kurgular iyice ayrılmıştır. Kim taşkınlık edenleri tanımaz[2*] da Allah'a güvenirse, kopması imkânsız en sağlam kulpa yapışmış olur. Her şeyi dinleyen ve bilen Allah’tır. [1*] İmanın temeli kalp ile tasdiktir. Orası insanın en hür olduğu yerdir. Bu sebeple hiç kimse bir inancı kabule zorlanmaz. İbadet için de niyet şarttır. Kalpten yapılmayan niyet, geçersiz olduğundan zorla ibadet de olmaz.  [2*] Yoldan çıkmışlara boyun eğmez.


Yaşar Nuri Öztürk

Dinde baskı - zorlama - tiksindirme yoktur. Doğru ve güzel olan, çirkinlik ve sapıklıktan açık bir biçimde ayrılmıştır. Her kim tâğuta sırt dönüp Allah'a inanırsa hiç kuşkusuz sapasağlam bir kulpa yapışmış olur. Kopup parçalanması yoktur o kulpun. Allah, hakkıyla işiten, en iyi biçimde bilendir.


Ayetin Tefsiri

MEAL

 

256.) Zorlama dinde yoktur.467 Artık doğru ile yanlış birbirinden seçilip ayrılmıştır. Şu hâlde kim şeytanî güç odaklarını468 reddeder de Allah'a inanırsa, kesinlikle kopmaz bir kulpa yapışmış olur: zira Allah her şeyi sınırsız işitendir, her şeyi limitsiz bilendir.

(M.İ)

256.) İman hususunda asla zorlama yoktur. [Dileyen iman edip mümin olur; dileyen hakkı inkâr edip kafir olur] . Çünkü artık neyin hak neyin batıl, neyin doğru neyin yanlış olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Şimdi her kim putları ve şeytanın yandaşlarını [tâğûtu] reddedip yalnız Allah'a inanıp güvenirse, kopma ihtimali bulunmayan bir kulpa tutunmuş olur. Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir.

(M.Ö)

256.) “Dinde zorlama yoktur. Çünkü hak bâtıldan ayrılmıştır. Artık kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse o, kopması olmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah işitendir, bilendir.”

(A.K)

256.) Ey elçimiz Muhammed! İşte tevhit inancı bu şekilde apaçık ortadadır. Sana düşen bu mesajı herkese duyurmaktır. Bundan sonra dileyen iman eder, dileyen inkâr eder. Kimse bu konuda zorlanamaz. Müminlere söyle, çocuklarını dahi müslüman olmak için zorlamasınlar. Artık şirkten vazgeçip tevhit inancına iman eden herkes, dünyada ve âhirette kendisini huzura ulaştıracağı kesin olan bir yol tutmuş demektir. Zira Allah tevhit ehlinin de, müşriklerin de yaptıklarını bilmekte, söylediklerini işitmektedir ve her birine gerekli olan karşılığı verecektir.

(H,E;M,C)

 

TEFSİR

 

Din; bilgi, inanç ve amelden oluşan bir bütündür. Bir insana zorla bilgi verilebilir, fakat zorla inanması sağlanamaz. Çünkü iman kalbin tasdikidir, bildirilenin doğru olduğuna insanın içten kanaat getirmesi ve inanmasıdır. Bu inanma ancak serbest irade ile karar vermeye ve tercih etmeye dayanır. Ayrıca kalbin ve zihnin içinde olup bitenleri başkasının bilmesi mümkün olmadığından, zora mâruz kalan kimsenin “İnandım” demesi halinde bunun içteki duruma uygun olup olmadığı kontrol edilemez. Sonuç olarak bir kimse ne zorla inandırılabilir ne de zor altında inandığını söyleyenin içtenliğine güvenilebilir. Dinî amelin özü ihlâstır. İhlâs yapılanların Allah rızâsı için gerçekleştirilmesidir.

 

Zorla bir davranışta bulunan insanın dinî amelinden söz edilemez. Dinin en önemli iki unsuru olan “iman ve amel” zorlamayla olmayacağına göre “Dinde zorlama yoktur, insan zorla mümin ve dindar olamaz” cümlesi, tabiatta câri ilâhî kanunlar gibi kevnî bir gerçeği ifade etmektedir. Arkadan gelen ve bu cümlenin gerekçesi mahiyetinde olan “Çünkü doğru eğriden apaçık ayrılmıştır” ifadesi, bu kaidenin aynı zamanda bir dinî kural ve hüküm olduğunun karînesini teşkil etmektedir. Bu iki mânayı birleştirerek âyeti şöyle açıklamak mümkündür: Zorla imanın ve dindarlığın olmayacağı ilâhî bir kanundur. Şu halde siz de insanları belli bir dine inansınlar diye zorlamayınız. Allah Teâlâ’nın insanlara verdiği akıl, hem kendine hem de onu taşıyan vücuda ve yakından uzağa çevresine bakarak, peygamberlerin gösterdikleri mûcizeler ve getirip tebliğ ettikleri vahiy üzerinde düşünerek hak dini, doğru yolu bâtıl dinden ve eğri yoldan

ayırabilir; yani âyetler ve açıklamalar sayesinde hakkı bâtıldan ayırmak kolay hale gelmiş olur. Ortada karışık veya zorlama ile giderilecek bir durum yoktur.

 

Doğru yolu bulan, hak dine inanan, “nefis, şeytan, şehvet, hırs ve sahte tanrılar” gibi eğri yolun, sapkınlık ve şaşkınlığın rehberlerini reddeden müminler, sarsılarak ilerleyen arabaya veya dalgalar üzerinde ine çıka ilerleyen bir gemiye benzeyen bu hayatta, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmışlardır. Düşmezler, sağa sola savrulmazlar; bu kulp sayesinde yerlerini, istikrarlarını, sağlıklarını korurlar ve vazifelerini yerine getirerek yollarına (imtihan ve tekâmül yolculuğuna) devam ederler. Bugün çağdaşlığın ve medeniyetin en önemli simgesi olarak görülen insan hakları içinde din ve vicdan hürriyeti ön sıralarda yerini almış bulunmaktadır. Bu hürriyet, insanların inanmak veya inanmamakta hür olmalarını, kimseye inanç konusunda zorlama yapılmamasını, iman ehlinin de inancını serbestçe yaşamasını ifade etmektedir.

 

Açıklamakta olduğumuz âyet, İslâm’ı din olarak benimsemeyen, İslâmî ifadeye göre küfrü (inkâr, kâfirlik) seçen bir kimseye zorlama yapılmayacağını, kendisine kâfir olarak yaşama hakkı verileceğini açıkça söylemektedir. Ancak diğer âyetler, hadisler ve uygulamalar göz önüne alındığında karşımıza iki önemli soru çıkmaktadır: a) Müslüman olmayanlara, İslâm’a girme konusunda baskı yapılmaması hükmü genel midir, bütün kâfir çeşitlerini içine almakta mıdır ve âyetin hükmü yürürlükte midir (mensuh değil midir)? b) Din kavramı ameli de içine aldığına göre müslümanları belli bir amele (farzları yerine getirmeye ve haramlardan uzak kalmaya) zorlamak da yasak mıdır? Âyetten bu hükmü de çıkarmak mümkün müdür? Eski müfessirler birinci soru üzerinde etraflı biçimde durmuşlar ve sonuçta ortaya şu yorumlar çıkmıştır: 1. Hz. Peygamber Araplar’dan cizye kabul etmemiş, onları ya müslüman olma ya da savaşı ve ölümü göze alma seçenekleriyle karşı karşıya bırakmıştır. Şu halde “Dinde zorlama yoktur” âyetinin hükmü kaldırılmıştır. Hükmü kaldıran ise başka âyetlerde (meselâ bk. Tevbe 9/73, 123; Tahrîm 66/9; Fetih 48/16) “müslüman oluncaya kadar kâfirlerle savaşılmasını” emreden Allah’tır. Tefsircilerin birçoğu bu anlayışı benimsemişlerdir. 2. Âyetin hükmü kaldırılmış değildir, ancak dinde zorlama bulunmadığı hükmü, bütün inkârcılar hakkında değil, yalnızca kitap ehli olanlar hakkındadır.

 

Onlar cizye vermeyi kabul ettikleri takdirde Ehl-i kitap olarak yaşayabilirler. Şa‘bî, Katâde, Dahhâk gibi eski müfessirler âyeti böyle yorumlamışlardır. Yürürlükten kaldırmanın (nesih) bulunmadığı hususunda bu âlimlerle birleşen Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’ye göre zorlama hak olan ve bâtıl (haksız) olan diye ikiye ayrılır. Âyet bâtıl olan zorlamayı yasaklamaktadır. Hak olan, ilâhî hükümlere (bu mânada hukuka) uygun bulunan zorlama ise meşrûdur ve kâfirler bunun için öldürülmektedirler. Genel hükümden müstesna olanlar kendilerinden cizye kabul edilen kâfirlerdir. Hangilerinden cizye kabulü câiz görülüyorsa onlar istisna çerçevesi içine alınmışlardır (Ahkâmü’l-Kur’ân, I, 232). 3. Âyet mensuh değildir, ancak ensarla (sonradan müslüman olan Medineliler) ilgili bir meseleden dolayı gelmiştir, o konuyu çözmüştür ve o hadiseyle sınırlıdır. İslâm’dan önce ensar kadınlarından birinin çocuğu yaşamazsa bir adakta bulunur, “Şu çocuğum yaşarsa onu yahudi yapacağım” derdi.

 

Bu uygulama sonunda Medine’de oturan yahudi boyları içinde birçok yahudileşmiş ensar çocuğu oldu. Yahudi Nadîroğulları’nın, hiyanetleri sebebiyle Medine’den çıkarılmasına karar verilince artık İslâm’a girmiş bulunan ensar aileleri “Biz çocuklarımızı yahudileştirirken o dinin bizimkinden daha üstün olduğu inancında idik. Şimdi ise hak din İslâm geldi, çocuklarımızı onlardan alıp zorla müslümanlaştıralım” dediler. Zorlamayı yasaklayan âyet gelince Resûlullah yahudileşmiş ensar çocuklarına seçim hakkı verdi, Yahudilik’te kalmak isteyenleri İslâm’a girmeye zorlamadı. 4. Bu âyet savaş esirleriyle ilgilidir. Ehl-i kitap olan esirler din değiştirmeye zorlanamaz. 5. Âyetin anlatmak istediği şudur: Kimseyi müslüman olsun diye zorlamayınız; çünkü İslâm’ın gerçekliği apaçık ortadadır, zorlamaya ihtiyacı yoktur. Allah kime hidayet nasip ettiyse müslüman olur. Gönül gözü körleşen, aklını hevâsına tâbi kılan kimseleri ise zorla İslâm’a sokmanın bir faydası yoktur. İbn Kesîr âyeti böyle yorumlamıştır (I, 459). 6. Zemahşerî’nin anlayışına göre (I, 155) burada anlatılan “İmanla ilgili ilâhî kanundur, kuraldır”; yani Allah kulunu iradeden yoksun kılarak iman konusunda onu zorlama altında bırakmamış, aksine inanıp inanmamayı onun serbest irade ve seçimine bağlamıştır.

 

Şevkânî bu yorumları naklettikten sonra konuyu şöyle bağlamaktadır: Âyet, çözmek üzere geldiği mesele bakımından mensuh değildir, meseleyi çözüme bağlamıştır. Bu çözüm aynı zamanda “Ehl-i kitap olanlar cizye ödemeyi kabul ederlerse din değiştirmeye zorlanamazlar” hükmüne de dayanak teşkil etmektedir. Geriye harp ehli (İslâm’a karşı savaş açan) kâfirler kalır. Âyeti lafzına (kelime ve cümle yapısına) göre anlarsak harp ehli kâfirleri de içine aldığını söylememiz gerekir. Ancak diğer birçok âyet, hadis ve uygulama harp ehlini istisna etmiştir.

 

Onlar cizye yerine savaşı tercih ettiklerinden önlerinde iki seçenek vardır: Ya müslüman olmak ya da savaş (I, 302-303). İbn Âşûr kendinden önceki tefsircilerin bu konudaki yorumlarını aktardıktan sonra konuya farklı bir açıklama getirmiştir. Ona göre bu âyetin ilk yıllarda gelmiş olması ihtimali yoktur. Cizye kabulü söz konusu olmaksızın savaş emri getiren âyetler ve bu mânada olmak üzere “Lâ ilâhe illallah deyinceye kadar insanlarla savaşma emrini aldım...” (Buhârî, “Îmân”, 17; Müslim, “Îmân”, 32) diyen hadisler bu âyetten önce idi. O zaman Arabistan’da şirk hâkim bulunuyordu. Araplar dedeleri İbrâhim’in tevhid dininden sapmışlardı. Allah Teâlâ bu bölgenin şirkten, Kâbe’nin de putlardan temizlenmesini, diğer kavimler ve topluluklar için örnek bir tevhid ümmeti ve merkezinin oluşmasını istiyordu ve bunun gereğini emretti.

 

Arap yarımadası şirkten temizlenip İslâm yerleşince artık evrensel düzenin gerçekleşmesi lâzımdı. Evrensel düzen “bütün halkı müslüman olan bir dünya değil, hakların ve hürriyetlerin bekçiliğini müslümanların yaptığı bir dünya” idi. Bunun için de diğer din ve vatan sahiplerinin yalnızca müslümanların hâkimiyetini kabul etmeleri yeterli idi. İşte bu âyet o düzeni getirdi. Dine zorlama savaşı bitti (bunu ifade eden âyetler ve hadisler neshedildi), hakka ve hukuka baş eğdirme savaşı başladı (III, 26-28). Bizim de anlayışımız bu son yoruma uygun düşmektedir. Dinde zorlamanın yasaklanması “hakkın bâtıldan açıkça ayrılması” gerçeğine bağlanmıştır. Bu gerçek değişemeyeceğine, Kur’an ortada bulundukça yeniden hak ile bâtıl birbirine karışır hale gelemeyeceğine göre buna dayalı bulunan hükmün değişmesi de (neshi) söz konusu olamaz.

 

Resûlullah Ehl-i kitap olmayan kâfirlerden de cizye almıştır. Kâfirler barış isterlerse bunun kabul edilmesi emrolunmuştur (Enfâl 8/61). Kâfirlerle savaş emri “fitnenin ortadan kalkması ve dinin Allah için olması” (Enfâl 8/39) gerekçelerine bağlanmıştır. Fitne zulümdür, düzensizliktir, anarşidir. “Dinin Allah için olması”, bütün insanların İslâm’a girmeleri şeklinde anlaşılamaz; çünkü en azından Ehl-i kitabın cizye vererek de olsa gayri müslim olarak yaşamalarına izin verildiğinde ittifak vardır. Bütün bu naslar, gerçekler ve uygulamalar bir araya getirildiğinde ortaya çıkacak sonuç ve nihaî hüküm şu olmaktadır: İnsanların zorla din değiştirmeleri hem imkânsız hem de hükümsüzdür, bu sebeple de yasaklanmıştır.

 

Savaş insanları zorla İslâm’a sokmak için değil, din yüzünden baskının ortadan kalkması, din ve vicdan hürriyetinin hayata geçirilmesi, güçlü olanların hukuku çiğnemelerinin engellenmesi içindir. Müslüman olmayanlar bu hak, hukuk ve hürriyet düzenine uydukları müddetçe kendi inançlarında kalma ve onu yaşama hakkına sahiptirler. İkinci mesele müslümanların, dinin gereklerini yerine getirme konusunda zorlanıp zorlanamayacakları ve âyetin bunu da içine alıp almadığı konusu idi. Müslüman iken sonradan İslâm’dan çıkan kişinin (mürted) öldürülmesiyle ilgili hüküm ilk bakışta “dinde zorlama yasağının müslümanları içine almadığı” zannını verirse de öncelikle böyle bir hükmün Kur’an’da bulunmadığını kaydetmek gerekir.

 

Yukarıda 217. âyetin tefsiri sırasında açıklandığı üzere, konuya ilişkin hadislerin ve fıkhî görüşlerin gerekçeleri dikkate alındığında bu hükmün müslümanın “dinini değiştirmesi” sebebine değil “sosyal düzeni bozma, İslâm’a ve müslümanlara karşı savaşma” gibi sebeplere bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Çiğnenen yasakların (haramlar) bir kısmı için öngörülen cezaî yaptırımlar da kişinin dinî hayatına müdahale yani kişi ile Allah arasına girme anlamında olmayıp sosyal düzenin korunmasına yöneliktir. Karşılığında bir ceza öngörülmeyen haramların çiğnenmesi ve farzların ihmaline gelince bu alanda müslümanların “emir bi’l-ma‘rûf ve nehiy ani’l-münker” denilen “sosyal ahlâk ve düzenin korunması” görevleri devreye girmektedir. Bütün müslümanlar bilgi ve ilgilerine göre bu göreve katılırlar. Ancak bu görevin de öğüt, telkin, ikili ilişkileri ayarlama çareleri genel olmakla beraber müeyyide uygulama görevi genel değildir, devletin veya halkın görev verdiği kurum ve şahıslara aittir. Burada da yaptırım uygulanarak yapılan zorlama, müslümanların ceza tehdidi altında dinlerini yaşamalarını sağlamaya yönelik olamaz. Çünkü böyle yaşanan din din değildir; ibadet ibadet değildir. Zorlamanın gerekçesi İslâm’ın hâkimiyet sembollerinin (şeâir), genel ahlâk ve düzenin korunmasından ibarettir.

(DİYANET T.)

285. Arapça "din" kelimesi hem inancı, hem de bu inanç üzerine kurulan hayat tarzını ifade eder. Burada, önceki ayetlerde ortaya konulan inanç ifade edilmektedir. Bu ayete göre İslâm, iman ve onun hayat tarzı hiç kimseye zorla kabul ettirilemez demektir.

 

286. Arapça "tağut" kelimesi sözlük anlamıyla sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur'an bu kelimeyi Allah'a isyan eden, Allah'ın kullarının hâkimi ve mâliki olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Allah'a isyan üç derecede olabilir: 1) Eğer bir kimse Alah'ın kulu olduğunu kabul eder, fakat pratikte O'nun emirlerinin aksini yaparsa buna fasık denir. 2) Bir kimse Allah ile irtibatı koparır ve başka birisine bağlanırsa o zaman kâfir olur. 3) Eğer bir kimse Allah'a isyan eder ve O'nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman tağut'tur. Böyle bir kimse şeytan, rahip, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tağut'u reddetmedikçe Allah'a inanmış sayılamaz.

(MEVDUDİ)

İNANÇ HÜRRİYETİ

Yukardaki ayette imana dayalı düşünce sisteminin temel esasları, en ince noktalarına varıncaya kadar açıklandıktan, yüce Allah'ın sıfatları ile yaratıkları arasındaki ilişki aydınlığa kavuşturulduktan sonra bu inancı taşıyan, bu çağrıyı üstlenen ve yolunu kaybetmiş, şaşkın insanlığa önderlik etme görevini omuzlamış olan müminlerin hangi yolu izleyecekleri, hangi metodu benimseyecekleri anlatılıyor:

 

Bu dinin ortaya koyduğu şekli ile inanç meselesi, anlatmayı, dinlemeyi ve kavramayı izlemesi gereken bir ikna olma meselesidir, yoksa bir baskı, bir öfkelenme, bir dayatma meselesi değildir. İslâm olanca gücü ve enerjisi ile insan idrakine hitap ederek gelmiştir; düşünen akla seslenmiştir... Konuşan bedahete (dolaysız algılama yeteneğine) seslenmiştir, aldığı uyarılara karşılık veren vicdana seslenmiştir... Dengeli-istikrarlı fıtrata seslenmiştir... İnsan varlığının bütününe seslenmiştir... İnsan idrakinin bütün yönlerine seslenmiştir... Fakat seslenirken baskıya başvurmamıştır, hatta somut harikaların, olağanüstülüklerin manevi baskısını bile kullanmaktan kaçınmıştır. Olağanüstü olaylar, görenleri refleksif bir edilgenlikle inanmaya sürükleyebilir, fakat insan onları bilinci ile inceleyemez, aklı ile idrak edemez; çünkü bu tür olayların düzeyi bilincin ve aklın üzerinde olur.

Bu din, insan mantığının karşısına inanmaya mecbur edici olağanüstü olaylarla bile çıkmaktan kaçındığına göre onun karşısına kuvvetle ve zorlama ile çıkmaktan, muhataplarına açıklama yapmaksızın, onları inandırmaksızın, ikna olmalarını sağlamaksızın tehdit, baskı ve zorlama yolu ile kendini kabul ettirmekten elbette kaçınacaktır.

Oysa İslâm'dan bir önceki din olan Hıristiyanlık kendini süngü ile, ateşle, işkence ve tepeleme yolu ile kabul ettirmişti. Bu politikanın yürütücüsü, imparator Konstantin'in hıristiyan olmasından sonraki Roma İmparatorluğu olmuştu Oysa Roma İmparatorluğu aynı işkenceleri, daha önce, ikna olarak ve isteyerek hıristiyanlığı kabul etmiş olan çok az sayıdaki vatandaşına uygulamakta tereddüt etmemişti. Üstelik Roma İmparatorluğu'nun hıristiyanlık uğruna uygulamış olduğu baskıların ve toplu kıyımların kurbanları sadece hıristiyanlığı kabul etmeyenler olmamıştı; devletin mezhebine girmeyen, bu mezhebin Hz. İsa'nın konumuna ilişkin bazı doğmalarını benimsemeyen değişik mezhep yanlısı hıristiyanlar da bu amansız vahşetten paylarını almışlardı!

İşte bütün bunlardan sonra gelen İslâm, ilk açıklamaları arasında şu önemli ve büyük ilkeye yer verdi:

"Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık birbirinden ayrılmıştır."

Bu ilkede yüce Allah'ın insanı onurlandırdığı; iradesine, düşüncesine ve duygularına saygı gösterdiği, inanç alanında hidayete ve sapıklığa ilişkin tercihlerinde onu vicdanı ile başbaşa bıraktığı, bunların yanısıra davranışlarının sonuçlarını ve nefsi ile hesaplaşma görevini omuzlarına yüklediği açıkça görülür. Bu ilke insan özgürlüğünün en karakteristik ilkesidir. O insan özgürlüğü ki, yirminci yüzyılın zorba ideolojileri ve insan onurunu hiçe sayan sosyal düzenleri onu insanlara çok görüyor. Bu baskıcı ideolojiler ve düzenler, yüce Allah'ın inanç seçme serbestliği tanıyarak onurlandırdığı insan adlı bu varlığa hayat düşüncesini ve düzenini serbest iradesi ile seçme hakkı tanımıyorlar; onu devletin çeşitli propaganda araçları, yoğun yönlendirme önlemleri, bunların yeterli olmadığı zaman da arkasından gelen kanunları ve oldu-bittileri ile dayattığı, dikte ettiği düşünceyi ve düzeni benimsemeye zorluyorlar. İnsan ya evrene egemen olan Allah'ın varlığını ve fonksiyonunu inkâr ederek sözünü ettiğimiz devlet ideolojisini kabul edecek ya da her an nasıl ve nereden geleceği belirsiz ölüm tehdidi altında titreyerek yaşayacaktır!

İnanç özgürlüğü, insanı "insan" yapan, ona bu vasfı gerçek anlamda sağlayan ilk "insan hakkı"dır. İnsanın elinden inanç özgürlüğünü alan kimse, her şeyden önce onun insanlık niteliğini elinden almış demektir. Baskıya ve işkenceye uğramama güvencesi altında inancı yayma ve tanıtma özgürlüğü, temel inanç özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Yoksa inanç özgürlüğü, pratikte hiçbir anlam taşımayan kuru bir laftan ibaret kalır.

Hiç kuşkusuz varlık bütününe ve hayata ilişkin en gelişmiş düşünce sistemi, insan toplumu için en tutarlı sistem olan İslâm, herkesten önce ve herkesinkinden gür bir sesle "Dinde zorlama yoktur" diye sesleniyor. Bu din, kendi dışındakilerden önce öz taraftarlarına, insanlara bu dini benimsetmek amacı ile zor kullanmalarının yasak olduğunu açıklıyor. Durum böyleyken kendilerini devlet otoritesinin acımasız baskısı ile ayakta tutabilen, muhaliflerine yaşama hakkı tanımayan zorba ve yetersiz yeryüzü kaynaklı ideolojilerin ve sosyal düzenlerin yaptıklarına ne demeli?

Bu ayetin ilk cümlesi mutlak olumsuzluk ifade ediyor; "Dinde zorlama yoktur". Dil bilimcilerinin (Nahivcilerin) deyimi ile "Nefy-i cins" öntakılı bir cümlecik. Yani zorlamanın her türlüsünü olumsuzlayan, reddeden bir ifade karşısındayız. Zorlamanın varlığı kökünden olumsuzlanıyor, reddediliyor. Başka bir deyimle, inanca yönelik baskı sadece yasaklanmakla yetinilmiyor, varlık aleminden ve olaylar dünyasından tamamen kovuluyor. Cümlede olumsuz bir üslupla kullanılan -herşeyi içine alan bir şekilde- bu yasaklama, en etkili ve vurgulu bir yasaklama biçimidir.

Ayetin devamında insan vicdanını okşamaktan, onu hidayete teşvik etmekten, doğru yola iletmekten ve artık apaçık hale geldiği ilân edilen imanın mahiyetini belirtmekten başka birşey yapılmıyor:

"Doğruluk ile sapıklık birbirinden ayrılmıştır."

Yani iman, insanın sahip olması ve titizlikle koruması gereken bir olgunluk (rüşd), buna karşılık küfür, insanın kaçınması ve üzerine bulaşmasından çekinmesi gereken bir azgınlık, taşkınlıktır.

Durum gerçekten de böyledir. İman, insana verilmiş nimetlerin en büyüğüdür. O, insan idrakine katışıksız ve belirgin bir düşünce bağışlar, insan kalbine huzur ve barış sunar, insan vicdanına yüce amaçlar ve temiz duygular kazandırır, insanlık için sağlıklı, dengeli, hayatı gelişmeye ve ilerlemeye doğru itici bir düzen gerçekleştirir. İnsan, iman nimetini bu şekilde düşününce onun olgunlukla eşanlamlı demek olduğunu kavramakta gecikmez. Bu gerçeği kabul etmeyecek olanlar, sadece olgunluğu bırakıp azgınlığı alan, hidayeti bırakıp sapıklığa koşan; kavram kargaşasını, kuşkuyu ve haysiyetsizliği huzura, güvene ve onurluluğa tercih eden budalalardır.

Ayetin devamında imanın mahiyeti daha belirgin, sınırları çizilmiş ve daha açık hale getiriliyor. Okuyoruz:

"Kim tağutu azgınlığı reddederek Allah'a inanırsa kopması sözkonusu olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmıştır.

Küfür, hakettiği, lâyık olduğu bir kaynağa dayandırılmalıdır ki, bu da "tağut"tur. İman da lâyık olduğu, yakıştığı bir mercie yöneltilmelidir ki, o da "Allah"tır.

"Tağut", "tuğyan (azgınlık)" kökünün anlamdaşı (sinonimi)dır. Sağduyuya ters düşen, gerçeği çiğneyen, Allah'ın kulları için çizdiği sınırı aşan düşünce, sistem ve ideoloji anlamına gelir. Bu düşüncenin, sistemin ve ideolojinin Allah'a inanmaktan, O'nun koyduğu şeriatından kaynaklanan bağlayıcı bir kuralı bulunmaz. İlkelerini yüce Allah'ın direktiflerine dayandırmayan her sosyal sistem, yüce Allah'ın buyruklarından kaynaklanmayan her kurum, her düşünce, her edep kuralı ve her gelenek bu kategoriye girer, bu kavramın kapsamına girer. Kim, hangi biçimde karşısına çıkarsa çıksın, bunların tümünü kökünden reddederek Allah'a inanır ve ilham kaynağı olarak sadece Allah'ı bilirse o kimse kurtuluşa ermiştir. Ayette bu kurtuluş "kopması sözkonusu olmayan, sapasağlam bir kulpa yapışmak" durumu ile somutlaştırılmıştır.

Burada soyut, manevi bir gerçeğe ilişkin somut bir tablo ile karşı karşıyayız. Allah'a inanmak, asla kopmayacak olan sağlam bir kulptur, bu kulpa yapışan kimse kurtuluşa götüren yolu kaybetmez. Çünkü bu kulp, yok oluşun ve kurtuluşun sahibine bağlıdır. Gerçek anlamı ile iman. Şu varlık alemindeki tüm gerçeklerin dayandığı ilk gerçeğe, Allah gerçeğine ermek, Allah'ın şu varlık alemi için koyduğu ve varlık alemini ayakta tutmanın sebebi olarak görevlendirdiği kanunlar sisteminin özünü kavramaktır. Kim O'nun kulpuna yapışırsa O'nun kılavuzluğu altında O'na doğru ilerler. Ne tökezler, ne geri kalır, ne aldatıcı başka yollarla karşılaşır ne pusulayı kaybeder ve ne de yolunu şaşırır. Devam ediyoruz:

"Allah herşeyi işitir, her şeyi bilir."

Dillerden dökülen sözleri işitir, kalplerdeki saklı duyguları bilir. O halde O'nunla ilişki halinde olan mümin, başkalarını dolandırmaz, aldatmaz ve kimseye haksızlık etmez.

Daha sonraki ayette hidayet ile sapıklık, hidayetin ve sapıklığın mahiyeti canlı, hareketli ve somut bir tabloda canlandırılıyor. Bu tablo müminlerin dostu ve yardımcısı olan Allah'ın nasıl onların elinden tutarak karanlıktan aydınlığa çıkardığını, buna karşılık kâfirlerin dostları ve elebaşları olan tağutların ise onları nasıl ellerinden tutarak aydınlıktan çıkarıp karanlıklara soktuklarını tasvir ediyor.

Bu manzara hayran bırakıcı, canlı ve duygulandırıcıdır. İnsan hayatı onu da ötekisini de izliyor. Şuradan gelip oraya giden insan yığınları gözümüzün önünden akıyor sanki. Bir bu canlı tabloyu, bir de insan hayalini kımıldatmayan, duygulara dokunmayan, vicdanı harekete geçirmeyen, manalar ve sözler aracılığı ile sadece zihne seslenen soyut ve kuru bir ifadeyi düşününüz.

Eğer Kur'an'ın tasvir üslubunun üstünlüğünü daha iyi kavramak istiyorsak bu canlı tablonun yerine herhangi bir soyut ifadeyi zihnimizde canlandıralım. Meselâ şöyle diyelim; "Allah, müminlerin dostu, kayırıcısıdır. Onları imana iletir. Kâfirlerin dostları, elebaşları ise tağutlardır; onları kâfirliğe, inkârcılığa sürüklerler. İfade gözümüzün önünde ölüyor; tüm sıcaklığını, hareketini, iz bırakıcılığını yitiriyor.

(S.KUTUB)

 

Bu âyetin birkaç mânâsı vardır önce onları bir söyleyelim inşallah.

 

1- Dinde zorlama yoktur, yâni dine girme konusunda, insanların bu dine girmeleri konusunda zor kullanmak yoktur.

 

2- Dinden çıkma konusunda zorlama yoktur. Zor kullanarak bu dine

girmiş insanları dinden çıkarmak, mürted yapmak da yoktur. Ehl-i kitap ve kâfir dünyada şu anda insanlar dinlerinden çıkarılmak için zorlanmaktadırlar. Allah bu âyetiyle onların bundan vazgeçmelerini, insanları din eğitiminden mahrum bırakarak, ya da İslâm’ı yanlış tanıtarak, ya da İslâm’la insanların arasına barikatlar koyarak insanların bu dinle tanışmasını engellemekten vazgeçmelerini emretmektedir.

 

3- Dinde, dinin ruhunda zorlama yoktur. Yâni sadece dine girme çıkma konusunda değil bu dinin esasında hiç bir zorlama yoktur. Zira bu dinin konusu zorunlu fiiller değil gönle ve isteğe bağlı fiiller ve davranışlardır. İslâm dininde zorlamanın sonucunda yapılan amellere sevap verilmez. “Ameller niyetlere göredir” Hadisi bunu anlatır. Zorlama ile iman da, itikat da caiz değildir. Zorlamanın sonucunda gerçekleşecek imana iman denmez. Zorlamanın sonucu kabul edilen bir iman, Allah’ın istediği bir iman değildir. Aynen bunun gibi zoraki kılınan namaz, namaz değildir, zoraki tutulan oruç, oruç değildir. Çünkü zorlanma bir kişinin hoşlanmadığı halde, kalben inanmadığı halde bir şeyi tehditle ve zorla yaptırmaktır. Halbuki bu din hoşlanılmayacak bir din değildir. Bu din insanlara anlatıldığı zaman herkesin gönül rahatlığıyla kabullenebileceği bir dindir. Bu konuda insanları zorlama hakkı sadece Allah’a aittir. Yâni yaratıklarını, kullarını bu konuda zorlama hakkı sadece Allah’a aittir. Zorlamış da nitekim Allah kimi kullarını. Bakın semavat, arz, ay, güneş, yıldızlar, bitkiler, hayvanlar, melekler hepsinin boyunlarındaki ipin ucu doğuştan Allah’ın elindedir. Zoraki kulluk yapmaktadırlar, Allah’a karşı asla isyan etme imkânları yoktur. Allah’a kafa tutma imkânları yoktur bunların.

 

Ama insanlar için Allah bunu murad etmemiştir. İnsanların imanlarını

zorunlu kılmamıştır Rabbimiz. İrade vermiş, seçme özgürlüğü vermiş ve seçiminden de kendisini sorumlu tutmuştur. Bakınız bu hususu Rabbimiz şöyle anlatır: "Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi toptan iman ederdi. O halde sen mü'min olsunlar diye insanları zorlayacak mısın?" (Yunus: 99) O halde din konusunda dine girme konusunda hiç kimse zorlanmamalıdır. Çünkü zorlanan bir kimsenin açığa vuracağı iman Allah katında makbul bir iman değildir. Ama şurası da unutulmamalıdır ki, böyle bir zorlamanın sonucu da olsa ben iman ettim diyen kişiye; sen bunu korktuğun için söylüyorsun! Sen

aslında kâfirsin! Demek caiz değildir. Böyle bir iman iddiasında bulunan kişi için şüphe ortadan kalkacak kadar beklenir, ona kâfir muamelesi yapılmaz, o imanını açığa vurup amellerle ispatlayacak kadar beklenir. Eğer bu süre içinde amellerle imanını ispatlarsa mü'min, değilse kâfir kabul edilir.

 

Dinde zorlama yoktur. Bu âyet günümüzde kimileri tarafından çok farklı anlamlara çekilmiş bir âyet-i kerîmedir. Onun için bu âyet üzerinde biraz daha duracağız. Âlimlerimizden kimileri bu âyetin mensuh olduğunu söylemişler. Tevbe sûresinin 5. ve 73. âyetleriyle bu âyetin nesih edildiğini söylemişler. "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün!" (Tevbe 5) "Ey peygamberim! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et! Onlara karşı sert davran!" (Tevbe 73)

 

Âyetleriyle bu âyetin nesih edildiğini söylemişler. Çünkü Allah’ın Rasûlü Arap müşriklerini İslâm’a girmeye zorlamıştır. Hattâ bu sebeple onlara karşı savaş açmış ve onlarla bizzat savaşmıştır. Onları sadece müslüman olma seçeneğiyle karşı karşıya bırakmış cizye bile kabul etmemiştir. Buhârî ve Müslim’de rivâyet edilen bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur: "Bana insanlar, lâ İlâhe illallah deyinceye kadar onlarla savaşmak emredildi." (Buhârî, iman 17. Müslim, iman 32)

 

Âlimlerden bazıları da bu âyetin mensuh olmadığını iddia etmişlerdir.

Âyetin yalnız ehl-i kitabı kapsadığını, ehl-i kitap olanlar cizyeye razı oldukları sürece İslâm’a girmeleri konusunda zorlanamazlar. Ancak ehl-i kitabın dışında olanlar zorlanırlar demişlerdir. İbni Abbas’tan şöyle bir rivâyet var. Bu âyet Ensâr hakkında, Ensâr kadınları hakkında nazil olmuştur. Ensâr kadınları İslâm’ın zuhurundan önce

doğurdukları çocukların yaşadıklarını görünce kendi kendilerine şöyle bir adakta bulunmuşlar: "Eğer şu doğacak çocuğum yaşarsa söz veriyorum onu Yahudi yapacağım." diye söz vermişler. Sonradan Ensâr kadınları ve kocaları biz çocuklarımızı kesinlikle yahudi olarak bırakmayacağız diyerek onları müslüman yapmaya zorlayınca bunun üzerine "Dinde zorlama yoktur" âyeti indi der İbni Abbas.

(Ebu Dâvûd, Nesei)

 

Yine Buhârî’de Hz. Ömer’in bir hıristiyanı İslâm’a girmeye ve böylece kurtuluşa ermeye dâvet ettiği ve o hıristiyanın da: "Ben artık yaşlandım ve İslâm’a girmeye de içim razı değil" demesi üzerine Hz. Ömer’in: Allah’ım! Benim ona tebliğ ettiğime sen şahit ol! Ne yapayım daha fazlasını yapamam! Çünkü dinde zorlama yoktur âyetini okuduğu rivâyet edilir. Gerek Rasûl-i Ekrem döneminde, gerekse halîfeler döneminde yahudi ve hıristiyanların İslâm’a girmeleri konusunda zorlanmadıkları, cizye verdikleri sürece kendi dinlerinde kalabilme imkânı tanındığını biliyoruz.

 

Ancak bu âyet savaşa engel değildir. Ve de kılıçtan korktuğu için

müslüman olmuş birine zorlanmış da denilemez. Çünkü bir insanın iyiliği için yapılan zorlama kötü bir zorlama değildir. Aksine bu o kimsenin iyiliğini istemektir. Ebu Hureyre’nin rivâyet ettiği bir hadislerinde bakın Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur: "Allah zincirlerle bağlı olarak getirilen bir topluluğun cennete girmesinden çok hoşlandı." (Buhârî)

 

Bu zincirlerle bağlı olarak gelen topluluk müslümanlarla savaşa tutuşup, müslümanların eline zincirler içinde esir düşüp, daha sonra da İslâm’la tanışarak müslüman olan ve cennete giden insanlar demektir. Allah bundan razı olduğuna göre onların iyiliği için onlara bu şekilde yapılan zorlama, zorlama sayılmamaktadır. Batı hayranı, hıristiyan hayranı bazı kimseler, batıya karşı duydukları iç yenilgisinden ve kalbi komplekslerinden, iman zaaflarından dolayı "İslâm savaş dinidir" sözüne karşı çıkarak; efendim "dinde zorlama yoktur" âyetini sürekli gündemde tutmaya çalışırlar.

 

Kimileri de "İslâm savaş dinidir" sözünü sürekli gündeme getirerek

İslâm’ı kötülemeyi yeğlerler. Aslında İslâm’ın cihadının gayesi insanların İslâm’ı anlamalarına, İslâm’ı tanımalarına engel olan tüm engelleri kaldırmaktır. İslâm’la insanlar arasına barikatlar koyarak, İslâm eğitimini engelleyerek, insanları fitneye düşüren tüm zâlimleri bertaraf etmek, tüm engelleri kaldırarak insanları hür iradeleriyle İslâm’la karşı karşıya getirmektir. İslâm açık ve net bir biçimde insanlara açıklanmadıkça hiçbir kimse İslâm’a zorlanamaz. Gönüller ikna edilmeden insanların bilmedikleri, tanımadıkları bir dine girmeleri istenemez. Hak ve bâtıl, dalâlet ve hidâyet, iman ve küfür, cennet ve cehennem, Allah ve tâğut, Allah’a kulluk ve tâğutlara

kulluk, Allah’a kulluğun sonucu ve tâğutlara kulluğun neticeleri bütün

delilleriyle açıklanmadan hiç kimse İslâm’a girmeye zorlanamaz.

 

Ancak günümüzde kimileri bu âyetleri yanlış anlayarak müslümanları da bu âyetin kapsamı içinde tutmaya çalışmaktadırlar. Efendim nasıl ki Müslüman olmayanlar İslâm’a girmeleri konusunda zorlanamazsa, müslüman olanlar da İslâm’ı uygulama konusunda zorlanamazlar. Bir adamın ben müslümanım demesi yeterlidir. Bunu söyledikten sonra bu adam İslâm’ın hiçbir kuralını da uygulamasa, namaz da kılmasa, oruç da tutmasa, başını da örtmese, içki de içse, zina da etse herkes serbesttir. Kimse bu konuda zorlanamaz. Kimse kimseye; şunu yap! Bunu yapma! diyemez çünkü dinde zorlama yoktur, demeye çalışıyorlar.

 

Bu, İslâm’ı tanımayan, ya da hainliğine tanımazlıktan gelen insanların

fikridir. Bu, şeytanın düşüncesidir. Bu, kendilerine göre din koymaya çalışan dinsizlerin anlayışıdır. Bir adam kendi gönlüyle İslâm’ı kabul etmişse artık o, İslâm’ın bütün hükümlerini peşinen kabul etmiş demektir ki bunların tümünü uygulamak zorundadır.

 

Ben müslümanım diyenler, eğer bunu inanmadıkları halde insanları

kandırmak için münâfıkça dememişlerse, kabul ettikleri İslâm’ın

hükümlerinden bir tanesini uygulamadıkları zaman onlara cezai müeyyide uygulanır. Öyle olmasaydı İslâm’daki cezalar kime uygulanacaktı? Kâfirleri zorlamayacaksın, müslümanım diyenlere de dokunmayacaksın, eh o zaman bu cezalar kime ait? Hırsızlık edene el kesme cezası, içki içene had cezası, zina edene recm ya da celde cezası kime uygulanacak?

 

Bakın burada bu konunun anlaşılabilmesi için bir örnek verelim: Meselâ hıristiyan bir İtalyan, biz onu zorla da Türk vatandaşı olacaksın diye zorlayamayız. Ama bu İtalyan günün birinde kendi arzusuyla gelip ben Türk vatandaşı olmak istiyorum diye bir dilekçe ile müracaat etse. Türkiye makamları da onun bu isteğini inceleyip Türk vatandaşlığına kabul etse. Ve bu İtalyan Türk vatandaşı olarak Türkiye’de ikâmet ederken bir adam öldürse, Türk makamları ona Türk ceza kanunlarını tatbik etmeye teşebbüs ettiği zaman bu İtalyan arkadaş; ben İtalyan’ım, beni Türk ceza kanunları bağlamaz, diyebilir mi? Elbette diyemez değil mi? Çünkü İtalyan’san İtalyanlığında kalsaydın! Seni Türk vatandaşı olmaya biz zorlamadık kendi isteğinle gelip Türk vatandaşı oldun! Demezler mi? İşte aynen bunun gibi bir adam kâfirse kâfirliğinde kalsın! Kimse onu illa da Müslüman olacaksın diye zorlamaz.

 

Ama adam günün birinde kendi gönlüyle müslüman olmaya karar

vermişse ve müslüman olarak da birtakım suçlar işlemişse elbette ben Müslüman değilim! Beni İslâm’ın cezaları bağlamaz! Demesinin bir anlamı olmayacaktır. Evet dinde zorlama yoktur çünkü: "Hak bâtıldan ayrılmıştır." Hakla bâtıl birbirinden ayrılmıştır. Hak da bellidir bâtıl da bellidir. Rabbimiz hakkı da bâtılı da, imanı da küfrü de, hidâyeti de dalâleti de, cenneti de cehennemi de, menfaatlerinizi de zararlarınızı da ayrı ayrı tafsilatlı bir biçimde açıklamış, beyan buyurmuştur. Bu kadar açıklamalardan sonra artık aklı başında olan, hayrını, menfaatini zararını bilen birisi elbette bilerek, gönül rahatlığı içinde İslâm’ı kabul edecektir. Onu bu konuda zorlamaya gerek yoktur. Ama İslâm bu şekilde kendisine açık ve net bir biçimde açıklandıktan sonra hayrını,

menfaatini, mutluluğunu, cennetini tepip de İslâm’a girmeyen kimse, menfaatini ve zararını ayırd edemeyen hevâ ve hevesine göre hareket eden sefihlere ve çocuklara benzer.

 

Ya da böyle kimseler velilerinin kontrolü altında bulunan çocuklara veya doktorlarının kontrolü altında bulunan hastalara benzerler ki, veli ya da doktor, kontrolü altındaki çocuklar istemese de bazı konularda onları zorlayabilirler. Bu zorlama pek tabiidir ki onların zararı için değil, menfaati içindir. Kontrolü altındaki hastası onu içmeme konusunda diretse de kendisine şifa verecek ilacı içmesi konusunda onu zorlayabilir. Bir de bu âyetten anlıyoruz ki Rabbimiz kitabında hak ve bâtılı, hidâyet ve dalâleti, çok açık ve net bir biçimde açıklamıştır. Hak ve bâtılı, doğruyla yanlışı ortaya koyan kitap ve sünnet hayattadır. O halde kitap ve sünnete dayanmadan yâni kitap ve sünnetten her hangi bir delile dayanmadan taklitçilik yaparak yanlışa