BAKARA SURESİ


Ayet Getir
2-BAKARA 216. Ayet

كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ

Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrahû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).

Bayraktar Bayraklı

Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı; mümkündür ki bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için iyi, hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.


Edip Yüksel

Sevmediğiniz halde savaş size zorunlu kılındı. Sevmediğiniz bir şey sizin için iyi ve sevdiğiniz bir şey de sizin için kötü olabilir. Siz bilmeseniz de ALLAH bilir.


Erhan Aktaş

Hoşunuza gitmese de savaş üzerinize farz kılındı. Olur ki, hoşunuza gitmeyen bir şeyde sizin için hayır, yine olur ki hoşunuza giden bir şeyde de sizin için şer vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.


Muhammed Esed

Hoşunuza gitmese de savaşmak size farz kılındı; mümkündür ki nefret ettiğiniz bir şey sizin için iyi olabilir ve yine mümkündür ki hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir: Allah bilir, ama siz bilmezsiniz.


Mustafa İslamoğlu

Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı. Hem sizin hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı, sizin hoşlandığınız bir şey de sizin için şerli olabilir: Allah, sizin bilmediklerinizi de bilir.


Süleyman Ateş

Hoşunuza gitmese de size savaş yazıldı (farz kılındı). Bazen hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşlandığınız bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allâh bilir, siz bilmezsiniz.


Süleymaniye Vakfı

Savaş, hoşunuza gitmediği halde size, görev olarak yazıldı. Hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin iyiliğinize olabilir. Hoşunuza giden bir şey de sizin için kötü olabilir. Bunları bilen Allah’tır, siz bilmezsiniz.


Yaşar Nuri Öztürk

Hoşunuza gitmemekle birlikte, savaş üzerinize yazılmıştır. Bir şey sizin için hayırlı olduğu halde siz ondan tiksinebilirsiniz. Ve bir şey sizin için şer olduğu halde siz onu sevebilirsiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.


Ayetin Tefsiri

MEAL

 

216.) HOŞUNUZA gitmese de savaş size farz kılındı. Hem sizin hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı, sizin hoşlandığınız bir şey de sizin için şerli olabilir: Allah, sizin bilmediklerinizi de bilir.

(M.İ)

216.) [Ey Müminler!] Kafirlere karşı savaş size farz kılındı. Gerçi bu hoşunuza giden bir şey değildir. Ama şunu bilin ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için iyi/hayırlı olabilir; çok sevip arzu ettiğiniz bir şey de sizin için pekala kötü/şerli olabilir. Allah sizin hakkınızda hayırlı olanı bilir, fakat siz bilemeyebilirsiniz.

(M.Ö)

216.) "Ey iman edenler! Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Ama olur ki bir şey hoşunuza gitmediği halde sizin için daha hayırlıdır. Ve olur ki bir şey sevdiğiniz halde sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz."

(A.K)

216.) Ey elçimiz Muhammed’e iman edenler! Her ne kadar hoşunuza gitmese de düşmanla savaşmanız size farz kılınmıştır. Kaldı ki hoşlanmadığınız bazı şeyler sizin için hayırlı, hoşlandığınız bazı şeyler ise hayırsız olabilir. Nihayetinde neyin hayırlı olduğunu siz bilemezsiniz, Allah bilir.

(H,E;M,C)

 

TEFSİR

 

İslâm’da savaşın hükmü, milletlerarası ilişkiler bakımından tabii halin savaş mı, barış mı olduğu, savaşın sebepleri; farklı çıkarlara, din ve kültürlere sahip insan topluluklarının dünyada barışık olarak yan yana veya iç içe yaşamalarının mümkün ve câiz olup olmadığı gibi konulara ilgili âyetlerin açıklamalarında yer verilmiştir (meselâ bk. Bakara 2/256; Âl-i İmrân 3/28; Nisâ 4/75-76). Bu âyet İslâm’da savaşa izin verildiği ve gerektiğinde farz kılındığı hükmünü getirmekten ziyade, daha önce gelmiş bulunan bu hükmün gerekçesini vermeyi ve savaşla ilgili bazı meselelere açıklık getirmeyi hedeflemektedir. Savaş insanlara zor ve ağır gelir; çünkü savaşan insanlar hayatlarını tehlikeye atmakta, yurt ve yuvalarından uzak düşmekte, birtakım eziyetlere katlanmakta, dünyanın zevklerinden mahrum kalmaktadır. Savaşan toplumlarda istikrar bozulmakta, ekonomiden eğitime kadar birçok kurum krize girmekte, tabiat tahrip edilmekte, çevre kirlenmekte, Allah Teâlâ’nın yaratıp insanların istifadesine sunduğu nimetler boş yere –hatta insanlara zarar vererek– israf edilmektedir. Bütün bunların savaşı istenmeyen, korkulan, nefse ağır gelen, nefret edilen bir ilişki biçimine sokması tabiidir. Ancak savaşıldığı takdirde kaybedilecekler ve kazanılacaklarla savaşılmadığında ortaya çıkacak kazanç ve kayıplar mukayese edildiğinde birincisi ağır basınca, hatta zorunlu hale gelince savaş da kaçınılmaz olmaktadır. Şu halde İslâmî hükümler insanların arzularına, tabii meyillerine değil yükümlülükten hâsıl olacak sonucun iyi veya kötü, hayırlı veya hayırsız, faydalı veya zararlı olmasına dayanmaktadır. Tecrübelerden anlaşılmıştır ki insan var oluş amacı itibariyle faydalı olan bazı şeyleri arzulayabilmekte, bunlara karşı direnebilmekte, zararlı olanları da –bazan şiddetle, ısrarla ve iptilâ halinde– isteyebilmekte, engellenmeye karşı direnebilmektedir. Hikmetten yeterince nasip almamış ve olgunlaşmamış nefis, bu durumda iken kendine ağır gelen yükümlülüklerle eğitilmeli, aklın, hikmetin ve ahlâkın eksenine çekilmelidir.

(Diyanet T.)

Allah yolunda savaşmak, meşakkatli bir farzdır. Fakat böyle olmakla birlikte yerine getirilmesi gereken zorunlu bir görevdir de. Yerine getirilmesi zorunludur, çünkü gerek tek tek müslümanlar hesabına gerek İslâm toplumu hesabına gerek tüm insanlık hesabına ve gerekse hakk, iyilik ve yapıcılık adına birçok yararlar içerir.

İslam insan fıtratının özelliklerini gözönünde bulundurduğu için bu farzın meşakkatini, zorluklarını inkâr etmez; onun sıkıntılarını hafife almaz; insan nefsinin bu görevi ağır sayan, ondan hoşlanmayan fıtrî duygularına karşı çıkmaz. Çünkü İslâm fıtratla çelişkiye düşmez, onunla çatışmaya girişmez, yok sayılmaları mümkün olmayan köklü duygularından onu soyutlamaya, yoksun bırakmaya kalkışmaz. Bunun yerine soruna bir başka açıdan yaklaşarak meseleyi aydınlığa kavuşturur.

İslâm açık açık söyler ki, bazı farzlar zor, buruk ve acıdır. Ama arkalarında öyle bir hikmet saklıdır ki, bu hikmet onların zorluğunu önemsizleştirir, acılığını tatlıya dönüştürür, onun aracılığı ile dar görüşlü insanların fark edemeyebilecekleri önemde bir hayır gerçekleştirir.

İnsan nefsi bu sözleri işitince önüne yeni bir pencere açılır, olaya bu pencereden bakar ve bu farklı bakış açısı sayesinde de onu daha önceki algısından farklı bir şekilde değerlendirir. İnsan nefsi sıkıntılar tarafından kuşatıldığı ve bu işin altından kalkamayacağını sandığı zor anlarda bu pencereden ılık bir meltem esmeye başlar. Belki de hoşa gitmeyen şeyin arkasında hayır, buna karşılık arzulanan şeyin arkasından kötülük vardır. Bunu sadece uzun vadeli amaçları bilen, gizli akıbetlerden haberdar olan yüce Allah bilir. İnsanlar böyle şeylerin içyüzü hakkında hiçbir şey bilmezler.

Bu ılık meltem soluğunu insan nefsinin üzerine üfleyince artık o kişi sıkıntıları önemsiz görür, önünde ümit pencereleri açılır, yakıcı sıcak altında kalan kalbine su serpilir, bunun sonucunda güven içinde ve gönüllü olarak emre itaat etmeye, görevi yerine getirmeye atılır.

İşte İslâm’ın insan fıtratı karşısında benimsediği tutum budur. Onun içinden geçen doğal duyguları inkâr etmez, zor bir işi sırf teklif edildi diye yapmasını istemez. Bunun yerine onu yavaş yavaş itaat eğitiminden geçirir, önünde ümit kapılarını açık tutar. Böylece iyi olan şey uğruna asgarî gayreti harcamasını, başkalarınca zorlanarak değil, gönüllü olarak kendini aşmasını ister. Yine böylelikle onun zayıf noktalarını bilen, omuzlarına yüklediği görevin zorluğunu peşinen söyleyen, onu mazur gören, halini anlayan O’na hoşgörü, bağışlama ve ümitle yaklaşan yüce Allah’ın engin şefkatini somut biçimde algılar.

İşte İslâm insan fıtratını böyle eğitir. Bu eğitimden geçen fıtrat yükümlülükten bıkmaz, ilk darbe karşısında paniğe kapılmaz, işin başında zorluk görünce feryadı basmaz, zorluk karşısında zayıf kaldığı görüldü diye utanmaz, mahcup düşmez. Aksine direnir. Çünkü yüce Allah’ın kendisini hoş gördüğünü, yardımını imdadına yetiştirdiğini ve güçlendirdiğini bilir, sıkıntılara rağmen yoluna devam etmeye karar verir. Çünkü yapmakta olduğu işin sıkıntılarının arkasında bir hayır, zorluğun ardında kolaylık, zahmetin ve yorgunluğun sonunda büyük bir rahat gizli olabilir. Buna karşılık sevdiği ve yapmaktan haz duyduğu bir işe de düşüncesizce girmez. Çünkü hazzın arkasında pişmanlık gizli olabilir, istenen şeyin ötesinde istenmeyen birşey saklı olabilir, yem olarak verilen tatlı yiyeceğin arkasında ölüm pusuya yatmış olabilir.

Bu, şaşırtıcı bir eğitim metodudur. Kökleri derinlere inen, sadece bir eğitim metodu… İnsan psikolojisine sızmak, onun ücra köşelerine ulaşmak için kullanacağı yolları, kanalları iyi bilir. Aracı doğruluktur, dürüstlüktür, yalancı telkinlere, aldatıcı kaypaklıklara asla müracaat etmez.

Zira kısa görüşlü ve zayıf insan nefsinin birşeyden hoşlanmaması, buna karşılık o şeyin tam anlamı ile hayırlı olması sık sık karşılaştığımız bir gerçektir. Buna karşın insan nefsinin birşeyi sevmesi, düşüncesizce o işe yapışması fakat bu işin tam anlamı ile kötü olması da sıkça rastladığımız bir hayat realitesidir. Bunların yanısıra yüce Allah’ın herşeyi bildiği, fakat insanların birşey bilmedikleri de bir gerçektir. İnsanlar, olayların akibetleri hakkında hiçbir şey bilemez. Yine onlar önlerine çekilen perdenin arkasında nelerin gizlendiğini de bilemez. Zaten arzulara, cehalete, yetersizliğe tutsak olmayan soylu gerçekler hakkında insanlar ne biliyorlar ki?

Yüce Allah’ın sözünü ettiğimiz bu kalbe değmesi, dokunuşu insanın önüne gözleri ile algıladığı sınırlı alemin dışında başka bir alemin kapılarını açar; karşısına evrenin görünmez özünü etkileyen, gelişmeleri tersine çeviren, olayların sonuçlarını sandığından ve umduğundan farklı biçimde düzenleyen başka faktörler çıkarır. Bu faktörler, onlara gönüllü olarak uyduğu takdirde insanı kaderin eline bırakır. İnsan çalışır, umar, bekler ve korkar, ama her işi gönül hoşluğu ve iç huzuru ile bu hikmetli ele ve geniş kapsamlı bilgiye havale eder.

Bu tutum, geniş bir kapıdan “barışa girmek”tir. İnsan nefsi hayrın Allah’ın seçtiğinde olduğunu, Allah’ı tecrübe etmeye, bunun için O’ndan kesin delil istemeye hiç kalkışmaksızın O’na itaat etmenin en yararlı yol olduğunu kesinlikle anlamadıkça gerçek anlamda barışın bilincine varamaz. Güvene eşlik eden itaat, soğukkanlı umut ve huzurlu çalışma, bunlar yüce Allah’ın mümin kullarını “tüm varlıkları ile içine girmeye” çağırdığı “barış”ın kapılarıdır. Yüce Allah, müminleri bu barışa işte bu şaşırtıcı, etkili ve sade metod aracılığı ile iletiyor. Bu yönlendirmeyi kolayca, soğukkanlılıkla ve sıkmadan gerçekleştiriyor. Allah, müminlerin omuzlarına savaşma yükümlülüğünü yüklerken bile onları bu metod uyarınca barışa yöneltiyor. Çünkü gerçek barış, savaş alanında bile ruha ve gönüle egemen olan barıştır.

Yukardaki ayetin taşıdığı bu mesaj., sunduğu bu telkin sadece savaş görevi ile sınırlı değildir. Çünkü savaş, insan nefsine antipatik gelen, fakat arkasında hayır saklayan konuların sadece bir örneğidir. Bu mesaj, müminin hayatının tümü için geçerlidir, bu hayatın bütün olaylarını kapsamına alır.

Gerçekten insan hayrın ve şerrin nerede olduğunu önceden tahmin edemiyor. Meselâ Bedir savaşı günü yola çıkan müslümanların hedefi Kureyşlilerin ticaret kervanı idi, onlar yüce Allah’ın kendilerine karşılaşmayı vaadettiği kafilenin, silâhlı bir muhafız birliği değil, ticaret malları taşıyan bir kervan olacağını umuyorlardı. Fakat yüce Allah ticaret kervanını ellerinden kaçırarak onları Kureyşli bir savaş birliği ile karşı karşıya getirdi. Bu savaş sonucunda kazanılan zafer, Arap yarımadasının tümünde yankılandı ve İslâm sancağının dalgalanmasını sağlayan ilk başarı oldu. Ticaret kervanı nerede, yüce Allah’ın müslümanlar için dilemiş olduğu bu son derece hayırlı olay nerede? Müslümanların kendileri için yaptıkları tercih nerede, yüce Allah’ın onlar hesabına yapmış olduğu seçim nerede? Kısacası “Allah bilir, fakat insanlar bilmez.”

Başka bir örnek verelim. Bilindiği gibi Hz. Musa’nın genç arkadaşı azık olarak yanlarında taşıdıkları balığı deniz kenarında unutmuş, balık da bir delikten sızarak denizi boylamıştı. Kıssanın gerisini Kehf suresinin bu konuyu anlatan ayetlerinden izleyelim:

“İki denizin birleştiği yeri geçtiklerinde Musa, genç arkadaşına; `Azığımızı getir, gerçekten bu yolculuğumuzda çok yorgun düştük’ dedi. Genç arkadaşı ona şu karşılığı verdi; `Bak sen! Kayalığa vardığımızda balığı unutmuştum, bana onu hatırlamayı unutturan mutlaka Şeytandır.’ Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitmiş.

Musa; `Zaten bizim istediğimiz buydu: dedi. Hemen geldikleri yoldan kendi izlerini sürerek geri döndüler.

Orada kendisine tarafımızdan rahmet sunduğumuz ve katımızdan ilim öğrettiğimiz bir kulumuzu buldular.” (Kehf Suresi, 62-65)

Hz. Musa, zaten bunun için bu yolculuğa çıkmıştı. Eğer balık olayı meydana gelmeseydi, geriye dönmeyecekler ve bu yolculuklarının amacı olan bu karşılaşmanın fırsatını kaçıracaklardı.

Eğer insan, hayatında başından geçen olayları gözünün önüne getirdiği zaman, hayır çıkan birçok istemediği şey ve yine arkasında kötülük saklanan birçok hoşuna giden şey bulur. İnsanın nice istekleri olmuştur ki, elinden kaçtılar diye neredeyse üzüntüden kahrolacak duruma düşmüş, fakat bir süre sonra meydana çıkmıştır ki, sözkonusu isteğinin vaktiyle yerine gelmemiş olması, yüce Allah’ın bağışladığı bir kurtuluştur. Buna karşılık insanın karşısına öyle sıkıntılar çıkmıştır ki, istemeye istemeye, acı çekerek onlara katlanmış, fakat bir süre sonra o sıkıntılar sayesinde hayatının en uzun ömürlü mutluluğuna kavuştuğunun farkına varmıştır.

Yani insanlar bilmez, Allah bilir. Şu insan teslim olsa ne olurdu sanki?! İşte Kur’an’ı Kerim’in insan psikolojisine uyguladığı eğitim metodu budur.

Diğer insanlarla birlikte birşeylerle uğraşan insanın elinden tutan Kur’an-ı Kerim onu gaybî konularda güvene, teslimiyete ve gönül rahatlığına ulaştırıyor.

(S.Kutub)

Rabbimiz hoşlanmasanız da savaş size farz kılındı buyuruyor. Aslında

herhangi bir şeyden hoşlanıp hoşlanmamak mü'minin elinde olan bir şey

değildir. Müslüman teslim olan kişidir. İradesini Allah’a teslim eden kişidir müslüman. Yâni Allah’ın seçimini kendisi için seçim kabul eden, arzularını Allah’ın arzularına teslim eden kişidir. Allah onun adına bir şeyden razıysa, mü'min de ondan razı olmuştur. Allah kendisi adına emir veya yasak olarak neleri seçmişse, Allah’ın seçimini kendisi için seçim kabul etmiş kişidir mü'min.

 

İman bunu gerektirir, teslimiyet bunu gerektirir. Aksi takdirde imandan söz edilemez. İnsanın bir şeyden hoşlanması ya da hoşlanmaması, o şeyin hayırlı veya hayırsızlığını belirlemez. Aksine bir şeyin hayırlı ya da hayırsız oluşu, onun sonucunu bilmeye bağlıdır. Bir şeyin sonucunun ne olacağını, nasıl sonuçlanacağını Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Başladığı bir işin sonucunun ne olacağını? Nasıl olacağını bilemeyen bir insanın hayırlıyı hayırsızı önceden tesbit etmesi mümkün değildir.

 

Öyleyse iyinin kötünün, hayrın şerrin, haramın helâlin, hakkın bâtılın tesbitinde kıstas vahiydir. Bunu bilen sadece Allah’tır. Bakın âyetin devamında buyurur ki Rabbimiz: "Allah bilir, siz bilmezsiniz!" Buyurur. Yâni sizler hakkınızda neyin hayırlı, neyin hayırsız olduğunu bilemezsiniz! Bunu bilen ancak Allah’tır. Perdelerin arkasını, hadiselerin arka planını bilen ancak Allah’tır. Çünkü hayatın sahibi, varlığın sahibi Allah’tır. Hayatın tüm kanunlarını koyan Allah’tır. Bunu bilen Allah, sizin adınıza verdiği tüm emirlerinde sizin hayrınıza, sizin menfaatinize emirler vermektedir. Tüm kötülüklerden, tüm zararlardan korunmanız için de yasaklar koymaktadır.

 

Emirleri de, yasakları da sizin hayrınıza, sizin menfaatinizedir. Zira insanlar pek çok şeyin kendileri hakkında zararlı olduğunu, uzun ve yorucu deneyimler sonucunda öğrenebilmişlerdir. Hattâ kimi deneyimler

milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. Pek çok şeyin deneyimi de hâlâ mümkün olamamıştır. Herşeyi bilen, bilgi kendisinden olan Allah’ın bilgisine teslim olmayan insanlar, bu konuda daha çok şeyler çekeceklerdir.

 

Âyet-i kerîmede konu edilen savaş da böyledir. Allah buyurur ki; hoşunuza gitmese de savaş size farz kılınmıştır. Yarattığı insanın fıtratını bilen Allah, yarattığı insana din gönderirken onun bu fıtratını asla göz ardı etmez. İnsan fıtraten savaştan hoşlanmaz. Savaş insan nefsine ağır gelir. Çünkü savaşta ölmek vardır, öldürmek vardır, yaralanmak vardır, maldan ve candan fedâkarlıklar vardır. Bu yüzden insan fıtraten güçlükleri sevmez. Ama yeryüzünde zulmün, işkencenin, adâletsizliklerin, kullara kulluğun bitirilip yerine adâletin ve Allah’a kulluğun gerçekleştirilebilmesi için savaş kaçınılmaz bir sonuçtur. Yâni yeryüzünde savaş, barış ortamının gerçekleştirilmesi için bazen kaçınılmaz bir vakıa olabilir. Zira yeryüzünde hakkın hâkimiyeti olmadan, fitne kaldırılmadan, barış ortamını görmek mümkün değildir.

 

İşte Allah’ın kullarını, Allah’a kulluktan koparıp, kendilerinin kulu ve kölesi haline getiren, Allah kanunlarını kaldırıp kendi kanunlarını yürürlüğe koyan, insanları Rablerine değil de kendilerine boyun eğmeye zorlayan ve böylece Allah’ın kullarını fitneye düşüren tüm tâğutlara kaşı savaşılmadan, barışın sağlanması mümkün değildir.

 

İşte yeryüzünde huzurun, barışın, Allah’a kulluğun gerçekleştirilmesi adına savaşmanız, bu uğurda mal harcamanız, sıkıntılara göğüs germeniz sizin için hayırlıdır. Siz bunun sonunu bilemediğiniz için hayırsız görseniz de sizin için hayırlıdır. Şehâdet hayırlıdır, cennet hayırlıdır, ganîmet hayırlıdır, zafer hayırlıdır. Hepsi sizin için hayırlıdır diyor Rabbimiz.

(A.Küçük)

 

“Kûtibe aleykûmûl kîtêlu ve-hûve kûrhûn lekûm” Savaş hoşunuza gitmese de, insan fıtratı olarak hoşlanmasanız da sizin üzerinize farz kılındı. Tabii yetimden bahsedilen bir yerin hemen ardından savaşın gelmesi çok anlamlı değil mi? Çünkü genelde Kur’an’da yetimden bahsedilen yerlerde, babasını savaşta kaybetmiş çocuklardan söz ediliyor.

 

Tabii yetim deyince savaşta kaybetmese o da girer. Ama öncelikle babasını Allah yolunda, cihatta kaybetmiş çocuklardan söz ediliyor. Değil mi ki ey yetim..! Sen babanı Allah’a hediye ettin, o zaman senin velin Allah oldu demek istiyor. Boynun bükük kalmasın ey yetim, Allah gibi bir velin var. Sen babanı Allah’a hediye edeceksin de Allah seni yola terk edecek öyle mi ey yetim..!

 

İnsanlar seninle iftihar edecekler ey yetim..! Şu var ya diyecekler, şu delikanlı var ya, şu çocuk var ya, babasını Allah’a hediye etti diyecekler ve sen, herkesten daha dik olacak senin başın. Senin sırtın herkesten daha pek olacak. Değil mi ki Allah’a bir baba verdin. Senin göğsün herkesten daha ileri olacak. Alnın herkesten daha açık olacak. İşte onun için yetimden söz eden bir ayetin ardından hemen savaş geliyor.

 

Tabii insan fıtratı savaşı sevmez. Sevmemelide. Savaşı böyle yürekten, can-ı yürekten istemek ne demek..! Ama sevmeseniz de bir vakıa var. Hayat bu, hayatın bir vakıası bu, gerçeği bu. Hayatın gerçeğini inkar ederek yaşayamazsınız. Hayat çatışmalarla dolu, bunu görmezden gelmek hayatta değil ütopyada yaşamaktır. Olmayan bir düş ülkede yaşamaktır.

Sanal bir ülkede, sanal bir hayatı yaşamaktır. Bu doğru değildir. Din sizi ütopyaya değil, hayata çağırır. Din sizi olmayan bir ülkede değil, olan bir toprakta yaşamaya çağırır. Din sizi bir muhal’e değil, mümkün bir hayata çağırır. Çünkü din mümkün olandır. Din hayata dönüşmesi mümkün olan bir hayat tarzıdır. Onun için din size gerçekleşmeyecek bir şeyi telkin etmez, teklif etmez.

 

Bu nedenle savaş bir vakıadır. Vakıadır ama hiçte hoş bir vakıa değildir. Ama insanın yaşadığı yerde savaşta olduğu için diyor ki ayet, Sizin hoşunuza gitmese de ola ki, sizin hoşunuza gitmediği halde onda bir hayır olabilir. Bilmediğiniz bir hayır gizli olabilir. “Ve-âsê en tûhîbbû şey'en” Bunun tersi de mümkündür. Bir şey sizin hoşunuza gider ama o sonuçta sizin için şer olabilir, kötü olabilir. “ve-hûve şerrûn lekûm vAllâhû yâ'lemû ve-entûm lê tâ'lemûn;” Allah bilir ama siz bilemezsiniz. Allah her şeyin akıbetini, illetini, nedenini ve sonucunu bilir.

 

Aslında bu ayetin ortasında yer alan bir şey sizin hoşunuza gitmez ama sizin için hayırlar içerebilir. Bir şey sizin çok hoşunuza gider ama o şey sizin için şerler içerebilir ibaresi hayatta en büyük düsturlardan olsa gerek. Sadece bu konu ile ilgili değil, her konu ile ilgili. Ömrünüze dönüp baksanıza bir, eğer sizin elinize kalsaydı hayatınız duman olurdu tabir caizse. Ama hele ki Allah yöneltiyor, yönlendiriyor hayatınızı. Yoksa eğer her arzunuz yerine gelseydi hayatınızı kendi ellerinizle tarumar ederdiniz.

 

Çünkü kendiniz için bazen iyi diye kötüyü isteyebiliyorsunuz. Çoğu zaman böyle oluyor. Bilemiyorsunuz. Hele bir de buna ahireti katarsanız, hele bir de ebedi istikbalinizi göz önüne alırsanız, çok insana bakın, bir çok insana bakın etrafınızdaki. Aslında kendileri için istedikleri şey ebedi akıbetleri için bir felakettir. Öyle değil mi..! Kendi felaketini istiyor insan.

 

İnsan tekini bırakın, toplumlara bakın, uygarlıklara bakın. Bugün batı uygarlığına bakın dünyanın efendiliğine soyunan. Aslında batı uygarlığının istediği dünyanın felaketinin ta kendisi değil mi..! Bakın elleri ile felakete götürmüyor mu göz göre göre. Ekolojik felaket, çevre felaketi, insanın felaketi, ahlaki felaket, çözülüş, toplumsal çözülüş, nedir bu? Onun için Allah’ın hesaba dahil edilmeden, Allah’ın gözetilmediği, Allah’lı olmayan bir plan, bir proje, yani besmelesiz bir planın varıp duracağı yer felaket noktasıdır.

 

Onun için toplumsal mühendislik, bireysel mühendislik, yürek hendesesi, zihin hendesesi, hangi alanı kastederseniz edin Allah’sız planlanmaya başladığında varıp duracağı yer felaket olacaktır. Ve bunu insan bilemiyor. Çünkü insan yaptığı şeylerin arkasını göremiyor. İnsanın görüş açısı çok dar. Eşyayı sadece bir yerinden görüyor. İnsan geleceğini okusaydı, yaptığı birçok şeyi yapmazdı. Yapmaktan kaçınırdı. Geleceğini okuyamıyor, eşyanın arkasını göremiyor, eşyanın görünmezine bakamıyor. Bırakınız eşyayı, kendi yüzüne aynada bakarken dahi maskesinin arkasındaki gerçek yüzünü göremeyen insan, kendi yüzünü kendisinden saklayan insan, kendi yüzünün dahi farkına varamayan insan, eşyanın ve olayların arkasını nasıl görsün. Nasıl becersin.

 

Görüyorsunuz Allah’a çok ihtiyacımız var. Allah’sız bir adım atamayız. Gözümüzün önünü göremeyiz. Bakarız ama göremeyiz. Evet, duyarız ama işitemeyiz. Anlayamayız. Algılayamayız ve tabii yaşayamayız. O zaman kör, sağır, dilsiz olmuş oluruz. Sûmmûn, bûkmûn, ûmyûn oluruz

ayette buyrulduğu gibi.

 

Zımnen: Doğruyu belirleyen sizin beğeniniz değildir,- aksine siz beğeninizi doğruya göre belirleyin. Kehf'teki Musa-bir kul kıssası, bu âyetteki hakikatin bir "kul" üzerinden tefsiridir.

(M.İslamoğlu)