BAKARA SURESİ


Ayet Getir
2-BAKARA 208. Ayet

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ ادْخُلُواْ فِي السِّلْمِ كَآفَّةً وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ

Yâ eyyuhâllezîne âmenûdhulû fîs silmi kâffeh(kâffeten), ve lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân(şeytâni), innehu lekum aduvvun mubîn(mubînun).

Bayraktar Bayraklı

Ey iman edenler! Hepiniz birden barışa giriniz! Sakın şeytanın peşinden gitmeyiniz. Çünkü o size apaçık bir düşmandır.


Edip Yüksel

Gerçeği onaylayanlar, tümüyle teslim olun. Sapkının adımlarını izlemeyin; çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.


Erhan Aktaş

Ey iman edenler! Hep birlikte Silm’e1 girin. Şeytanın izinden gitmeyin. Kuşkusuz o, sizin apaçık düşmanınızdır. 1- Allah’a teslim olun.


Muhammed Esed

Ey imana ermiş olanlar! Allah'a kendinizi tam olarak teslim edin ve şeytanın ardından gitmeyin, zira o sizin apaçık düşmanınızdır.


Mustafa İslamoğlu

Ey iman edenler! Hep birlikte teslimiyet yoluna girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin! Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.


Süleyman Ateş

Ey inananlar, hepiniz birlikte islâma (veya barışa) girin, şeytânın adımlarını izlemeyin, çünkü o size apaçık düşmandır.


Süleymaniye Vakfı

Ey iman edenler, tam bir teslimiyet içine girin! Şeytanın izinden gitmeyin! O sizin için açık düşmandır.


Yaşar Nuri Öztürk

Ey iman sahipleri! Hepiniz toptan barış içine girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.


Ayetin Tefsiri

MEAL

 

208.) Ey iman edenler! Hep birlikte teslimiyet yoluna girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin! Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.

(M.İ)

208.) Ey Müminler! Allah'a teslimiyet dinini [İslam'ı] tam anlamıyla benimseyin; kayıtsız şartsız müslüman olun. Sakın şeytanın izinden gitmeyin; çünkü o sizin için amansız bir düşmandır.

(M.Ö)

208.) "Ey iman edenler hepiniz (barışa) İslâm’a gi­rin ve şeytanın adımlarını takip etmeyin. Şüphesiz ki o şeytan size apaçık bir düşmandır."

(A.K)

 

TEFSİR

Metindeki silm kelimesi, “uzlaşma, barış, teslimiyet, itaat” demektir (Reşîd Rızâ, II, 256). Râgıb el-İsfahânî’nin tanımına göre silm, “bir insanın diğerinden zarar görmemesi, iki tarafın birbirine güvenmesi” anlamına gelir (el-Müfredât, “slm” md.). Silmin bu son anlamını en iyi ifade eden Türkçe karşılığı ise “barış” kelimesidir. Aynı kökten gelen İslâm kelimesinde hem “teslimiyet ve itaat” hem de “barışa katılma” anlamı olduğu için (bk. Râgıb el-İsfahânî, gös. yer.), tefsirlerde silm kelimesi “İslâm” diye de açıklanmıştır (İslâm kelimesinin anlamı konusunda bilgi için ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/19).

Her ne kadar âyetin “ey iman edenler” diye başlamasına bakarak silmin İslâm anlamına geldiği şeklindeki açıklamanın isabetli olmayacağı düşünülebilirse de, mümin ve müslüman oldukları halde dinin buyruklarına tam olarak uymayan, hatta yaşayışlarına bakıldığında gayri müslimlerden farklı oldukları bile anlaşılamayan insanların her dönemde bulunabildiği dikkate alınarak âyeti, “Ey iman edenler! Hepiniz İslâm’a tam olarak girin; onun gereklerini eksiksiz yerine getirin ve bu suretle doğru dürüst müslüman olun. Müslümanlığın gereklerinden biri olmak üzere dostluk ve barışa yönelin, Allah’a itaat edin; apaçık düşmanınız olan şeytanın kışkırtmalarına uyarak yukarıda anılanlar gibi dışı başka içi başka olmayın. Sözünüzle yaşayışınız uyumlu olsun; ikiyüzlülük yapmayın, birbirinize karşı düşmanca duygular besleyip fitne ve fesat çıkarmayın” şeklinde anlamak uygun görünmektedir. Taberî ve diğer müfessirlerin kaydettiği bir yoruma göre âyetin muhatabı yahudilerdir. Buna göre âyette “Ey Tevrat’a inananlar! Hep birlikte barış ve teslimiyet dini olan İslâm’a girin...” buyurulmuştur.

(Diyanet T.)

 

Yani, "Hiçbir tereddüte mahal bırakmaksızın her şeyinle İslâm'a gir. Düşüncelerin, teorilerin, kültürün, bilimin, davranışların, ilişkilerin, çabaların ve buna benzer her şeyin, hayatının her vechesi İslâm'a teslim olmalıdır. Hayatını bir bölümünde İslâm'a uyulan, diğer bölümünde de İslâm'a uyulmayan parçalara ayırmamalısın."

(Mevdudi)

 

Bu sesleniş, müminlere, müminlik adına, gönülden sevdikleri bu sıfatları anılarak, onları diğer insanlardan ayırarak bağımsız kimliklerine büründüren ve bu çağrının sahibi olan yüce Allah ile aralarında sıkı ilişki kuran sıfatlarıyla seslenilerek yönetilmiş bir çağrıdır. Bu çağrı ile müminlerden tüm varlıkları ile İslâm’a ve barışa girmeleri isteniyor.

Bu çağrı bize ilk plânda şunları düşündürmelidir: Müminler bütünüyle Allah’a teslim olmalı, varlıklarını tümü ile O’na adamalıdırlar. Bu teslimiyet, irili ufaklı her işlerini, her şeylerini içermelidir. Bu teslimiyet, yüce Allah’a boyun eğmeyen, O’nun hükmüne ve yazgısına razı olmayan en ufak bir düşünce, duygu, niyet, eylem, arzu ve endişe kırıntısını geride bırakmayan kesin bir teslimiyet olmalıdır. Bu teslimiyet itaate, güvene, tatmin olmuşluğa ve gönül rızasına dayalı bir teslimiyet olmalıdır. Bu teslim oluş, kendilerine adım adım kılavuzluk edecek bir ele ellerini verme biçiminde olmalı; bu elin kendilerini yararlıya, iyiye ve başarıya götürmek istediğinden emin olarak gerek dünyada ve gerekse Ahirette bu el sahibinin izleteceği yolun ve ulaştıracağı noktanın doğruluğundan en ufak bir kuşku duymamalıdırlar.

Bu çağrının o günün müslümanlarına yöneltilmiş olması, o dönemde bazı vicdanlarda açık ve gizli bütün eylemleri içeren tam bir itaat konusunda henüz bazı tereddütler bulunduğunu kanıtlar. Koca bir cemaat içinde güvenli, tatmin olmuş ve hoşnutluk düzeyine yücelmiş nice vicdanlar yanında bu tür birkaç vicdanın da bulunması normal bir şeydir. Bu çağrı, aynı zamanda her dönemdeki bütün müminlere sesleniyor. Onlardan ihlâslı olmalarını, kendilerini Allah’a adamalarını, vicdanlarının eğilimleri ile duygularının yönelişlerini yüce Allah’ın kendilerine ilişkin istekleri ile uyumlu hale getirmelerini, bu uyumu peygamberlerinin ve dinlerinin direktifleri karşısında da sağlamalarını, ayrıca sözkonusu uyumu kaçamaksız, tereddütsüz ve hiç kaypaklığa meydan vermeksizin gerçekleştirmelerini istiyor.

Müslüman bu çağrıya kesinlikle uyunca tümü ile barış ve dirlik olan bir alemin içine girer. Tümü ile güvenden, tümü ile tatmin olmuşluktan, tümü ile gönül hoşluğundan, tümü ile istikrardan oluşmuş; şaşkınlığa, endişeye, kuşkuya, yön belirsizliğine ve sapıtmaya yer vermeyen bir alem bu. Bu alemde vicdanla ve duygu dünyası ile barış vardır, akılla ve mantıkla barış vardır, insanlarla ve diğer canlılarla barış vardır, varlık bütünü ile ve teker teker her varlıkla barış vardır. Yüreklerin derinliklerine meltem serpen bir barış. Hayatı ve toplumu serin gölgesi altına alan bir barış. Yere de göğe de egemen olan bir barış.

Bu barış pınarının kalbe akıtacağı ilk feyiz; sağlıklı, halis ve yalın bir Allah düşüncesidir. Bu sağlıklı düşüncenin bağlandığı Allah, tek bir Allah’tır. Müslüman O’na bir anda yönelir ve artık kalbinin derinliklerine kök salar, Artık bu konuda ne farklı yollara sapar ve ne de değişik taraflara yönelir. Putperestlik inancında ve cahiliye kültüründe görüldüğü gibi orada burada değişik ilâhlar peşinde koşmaz. Onun Allah’ı tektir. O güvenle, tatmin olmuş olarak, katıksız ve belirgin bir yaklaşımla bu Allah’a yönelir.

O, güçlü, kudretli, üstün iradeli ve kahredici bir ilâhtır. Müslüman O’na yönelince şu varlık aleminde bulunan biricik gerçek güce yönelmiş, böylece bütün sahte güçler karşısında güvene, huzura ve tatmine kavuşmuş olur. Artık o, hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkmaz. Çünkü güçlü, kudretli, üstün iradeli ve kahredici Allah’a kulluk sunmaktadır. O artık hiçbir şeyi elden kaçıracağından korkmaz, mahrum etme ve bağışlama gücünü kesinlikle elinde tutan Rabbi dışında hiç kimseden birşey beklemez.

O, adil ve hikmet sahibi bir ilâhtır. O’nun gücü ve kudreti zulme karşı, şahsi ihtiraslara karşı ve aldatmalara, kandırmalara karşı güvence oluşturur. O, puta tapıcılığın ya da cahiliye kültürünün arzuların ve ihtirasların peşinden sürüklenen ilâhları gibi değildir. Böyle olduğu içindir ki, müslüman, ilâhına sığınmakla adalete, gözetime ve güvene kavuşacağı sarsılmaz bir dayanağa sığınmış olur.

O, merhametli, müşfik, nimet verici, karşılıksız bağışlayıcı, günahların affedicisi ve tevbelerin kabul edicisi bir Rabb’dır. Darda kaldığında kendisine dua edenin duasını kabul ederek sıkıntısını giderir. Buna göre müslüman, O’nun himayesi altında, güven, dirlik, barış ve bağış içindedir. Zayıf durumlarında merhamet görür, tevbe edince günahları bağışlanır.

İşte böylece müslüman, İslâm’ın kendisine öğretmiş olduğu Rabbinin bütün sıfatlarının etkisi ile içiçe yaşar. Bu sıfatların herbiri ona kalp dirliği, gönül huzuru; koruma, kayırma, şefkat, merhamet, üstünlük, güçlülük, barış ve huzur güvencesi sağlar.

Bunların yanısıra barış, müslümanın kalbine kulla Allah arasındaki, varlık bütünü ile yaradan arasındaki ve evren ile insan arasındaki ilişkinin sağlıklı düşüncesini aşılar. Buna göre yüce Allah şu evreni hakka dayalı olarak yaratmış, evrende bulunan herşeyi belirli bir takdire, bir hikmete bağlı olarak vazetmiştir. Şu insan denen varlık bilerek yaratıldı, o asla başıboş bırakılacak değildir, onun varoluşu için bütün elverişli evrensel şartlar hazırlanmış, yeryüzünde bulunan herşey onun emrine verilmiştir. O yüce Allah katında değerlidir, O’nun yeryüzündeki halifesi, temsilcisidir. Allah, bu halifelik görevinde ona yardımcıdır, çevresini kuşatan evren de onun dostu, samimi arkadaşıdır. Her ikisi ortak Rabbleri olan Allah’a yönelince ruhları birbiriyle uyuşur, bağdaşma halinde olur.

İnsan, göklerde ve yeryüzünde düzenlenen bu ilâhi şenliğe dostluğa ve kaynaşmaya çağrılmıştır.. İnsan bu koca varlık aleminde kendisi gibi bu şenliğin çağrılıları olan dostlarla kaynaşan ve birarada bu şenliği meydana getiren bu varlık alemindeki her canlı ve herşey ile anlaşmaya, kaynaşmaya çağrılmıştır.

Bu inanç sistemi, bağlısın küçücük bir bitkinin önünde durduruyor ve bu küçük bitkinin susuzluğunu giderince, onun büyümesine yardımcı olunca, gelişmesinin önüne dikilen engelleri giderince sevap kazanacağını kendisine telkin ediyor. Böyle bir inanç sistemi onurlu oluşunun ötesinde aynı zamanda güzel bir inanç sistemidir. Bağlısının ruhuna barış aşılayan, onun gerek varlık bütünü ile gerekse tek tek varlıklarla kucaklaşmasına zemin hazırlayan; çevresinde güven, dostluk, sevgi ve barış çemberi oluşturan bir inanç sistemidir.

Bu arada Ahiret inancı, müminin ruhuna ve iç alemine barış duygusu aşılama hususunda temelli bir rol oynar. Bu inanç endişeyi, öfkeyi ve umutsuzluğu yokeder. Çünkü son hesaplaşma yeri şu dünya değildir, davranış ve tutumların eksiksiz karşılıkları şu geçici dünyada verilecek değildir. Son hesaplaşma yeri orasıdır ve mutlak adalet o son hesaplaşmanın güvencesi altındadır. Buna göre eğer dünyada iyiliğin ve yüce Allah yolunda cihad etmenin amacı gerçekleşmemiş ya da ödülü verilmemiş ise pişmanlık sözkonusu değildir; Şu geçici dünyada insanların ölçülerine göre verilmiş ödüller eğer yetersiz kalırsa bundan kaygılanmak yersizdir. Çünkü bu ödüller, ilerde yüce Allah’ın ölçüleri uyarınca yeterli bir düzeyde sahiplerini bulacaktır. Eğer şu kısacık yolculuk sırasında paylar sahipleri arasında istenmeyen biçimde dağıtılmış ise adaletten umut kesmek yersizdir. Çünkü adalet, kesinlikle, birgün yerini bulacaktır. Yüce Allah kullarına zulmetmeyi asla istemez.

Ahiret inancı, değer yargılarının ve dokunulmaz hakların çekinmeden ve utanmadan çiğnendiği amansız ve delice çatışmaların önüne de engel olarak dikilir. Zira önümüzde Ahiret vardır. Orada herşey verilecek, istenen herşey ele geçecek ve kaçan her fırsat telâfi edilecektir. Bu düşünce, yarışma ve rekabet alanına barışı yansıtacak, yarışçıların hareketlerini bencil değerlendirmelerden arındıracak ve insanlara verilen tek fırsatın şu kısa ve sayılı günlerle sınırlı ömür olduğu şeklindeki ihtirasın çılgınlığını törpüleyecek niteliktedir.

Müminin, insan varlığının amacının yüce Allah’a kulluk etmek olduğunu, kendisinin Allah’a kulluk etmek için yaratıldığını bilmesi, hiç kuşkusuz onu bu parlak ufka yüceltici bir etkiye sahiptir. Bu bilgi onun bilincini ve vicdanını yüceltir, faaliyetinin ve davranışlarının düzeyini yükseltir, bu faaliyet ve davranışlarının yöntemini ve araçlarını arındırır. Çünkü o, faaliyeti ve davranışları ile yüce Allah’a kulluk etmek ister, kazancı ve harcaması ile Allah’a kulluk etmek ister, yeryüzündeki halifelik görevi ve toplumda ilâhî sistemi gerçekleştirme yoluyla ibadet etmek ister.

Buna göre ona yaraşan; insanlara haksızlık ve kötülük etmemektir, ona yakışan, insanları aldatmamak ve kandırmamaktır, ona yaraşan, azgın ve zorba olmamaktır, ona yakışan tutum kirli araçlar ve iğrenç metodlar kullanmamaktır. Bunların yanısıra aşamalı yolculuğu sırasında aceleciliğe kapılmaması, yolculuğun gerektirdiği tedbirleri ihmal etmemesi ve yapacağı işleri zora koşmaması, böylece Allah’a kulluk hedefine samimi niyetle ve gücünün sınırları içinde yoğun bir çalışma ile ulaşması da kendisinden beklenen bir tutumdur. Bu tutumunu her adımda Allah’a kulluk ederek, her duygusal yönelişinde varoluş amacını gerçekleştirerek, her faaliyetinde ve her alanda yüce Allah’a doğru yükselerek sürdürmelidir.

Mümin, yüce Allah’ın takdiri altında Allah’ın iradesini gerçekleştirmek için Allah’a ibadet etmeyi sürdürme bilincindedir. Bu bilinç, onun ruhuna huzur, güven ve kararlılık aşılar; bu yolda endişeye, kuşkuya, engeller ve sıkıntılar karşısında öfkeye kapılmadan ilerlemesini sağlar; Allah’ın yardımından ve desteğinden hiçbir zaman umut kesmemesini temin eder; hiçbir zaman amacının sapıklığı ya da emeğinin boşa gideceği, karşılıksız kalacağı kuşkusuna kapılmaz. Bundan dolayı Allah’ın ve kendisinin düşmanları ile savaşırken bile ruhunda barış duygusu egemendir. Çünkü o, Allah için, Allah yolunda Allah’ın söz üstünlüğünü gerçekleştirmek için savaşıyor; yoksa mevki uğruna, ganimet uğruna, ihtirasları uğruna ya da şu hayatın herhangi bir nimeti uğruna savaşmıyor.

Bunlar yanında mümin, bütün evrenle birlikte yüce Allah’ın tabiî kanunları uyarınca yaşadığının bilincindedir. Evrenin kanunu onun da kanunudur, evrenin gidiş yönü, onun da gidiş yönüdür. O halde evrenle arâsında çatışma ve uyumsuzluk sözkonusu değildir. Emeği boşa harcama ve enerjiyi dağıtma da sözkonusu değildir. Evrenin bütün güç odakları, onun gücü ile aynı doğrultuda birleşiyor, kendisine yol gösteren ışık, o güçlere de yol gösteriyor, Allah’a yöneldiğinde o güç odakları ile birlikte Allah’a yöneliyor.

İslâm’ın müslümana yüklediği bütün yükümlülükleri fıtrattan kaynaklanır ve fıtratı ıslah etme amacına yöneliktir. Bunlar insanın gücünü aşmazlar, insanın tabiatını karakter yapısını ve sentezini bilmezlikten gelmezler, insanın hiçbir güç odağını ihmal etmeksizin onları çalışmaya, yapıcılığa ve gelişmeye açarlar. İslâm, insanın psikolojik ve bedeni yapısının hiçbir ihtiyacını ihmal etmeksizin bu ihtiyaçların tümünü kolaylıkla, hoşgörü ile ve rahatlıkla tatmin eder. Bundan dolayı İslâm’ın yükümlülükleri karşısında endişeye ve kuşkuya düşülmez. İnsan bu yükümlülüklerden taşıyabileceklerini taşır ve güven, huzur, barış içinde Allah’a doğru yoluna devam eder. Bunların yanısıra ilâhi sistemin meydana getirdiği toplum, bu güzel, onurlu inanç sisteminden kaynaklanan; düzenin can, mal ve namus dokunulmazlığı sağlayan güvencelerin himayesi altındadır. Bunların tümü barışı yaygınlaştıran ve barış ruhunu yayan faktörlerdir.

İslâm, bu müşfik, tutkun, dayanışmalı, güvenlikli ve uyumlu toplum ilk dönemde, en gelişmiş ve en saf şekli ile gerçekleştirdi. Sonra yüzyıllar boyunca onun çeşitli biçimlerini gerçekleştirdi. Gerçi bu toplum biçimlerinin saflık oranları farklı oldu, ama gerek eski ve gerekse çağdaş cahiliye kültürünün meydana getirdiği bütün diğer toplumlardan ve bu cahiliye kültürünün düşünceleri ve yeryüzü kaynaklı düzeni ile kirlettiği bütün toplumlardan genellikle daha iyi ve yararlı olma niteliklerini devam ettirdiler.

Bu toplumun kaynaşmasını bir tek bağ, yani inanç bağı sağlar. Irklar, vatan sınırları, diller, deri renkleri ve insan cevheri ile ilişkisiz diğer gelip-geçici bağlar bu temel bağın oluşturduğu toplum içinde erir, asimile olur.

Bu toplum, yüce Allah’ın “Müminler kardeştir” Hucurat Suresi, 10) buyruğunu can kulağıyla dinleyen bir toplumdur ve bu toplum Peygamberimizin şu sözlerinde kendini bulur:

“Müminler, karşılıklı sevgi, merhamet ve dayanışma bakımından organlarından biri dertlenince diğer organları uykusuz kalarak ve ateşlenerek bu dertli organın ızdırabını paylaşan bir canlı organizmaya benzerler (.Müslim, İmam-ı Ahmet’)

Bu toplumun bazı edep kuralları şunlardır:

“Size bir selâm verildiği zaman siz ondan daha güzeliyle bu selâmı alın ya da aynısı ile karşılık verin.” (Nisa Suresi, 86)

“İnsanları küçümseyip onlara burun kıvırma, yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü Allah, kendini beğenen ve övünen kimseleri kesinlikle sevmez.” (Lokman Suresi, 18) “İyilik, fenalık gibi değildir. Sen fenalığı en güzel şekilde karşıla. O zaman seninle aranda düşmanlık bulunan kimsenin cana yakın bir dostunmuş gibi olduğunu görürsün.” (Fussilet Suresi, 34)

“Ey müminler, bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki de alaya aldıkları kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar. Belki de alaya aldıkları kendilerinden daha iyidir. Birbirinizi ayıplamayın, birbirinizi çirkin lâkaplarla çağırmayın. İman ettikten sonra çirkin adla çağrılmak ne fena bir şeydir! Kimler tevbe etmez ise işte onlar zalimlerin ta kendileridirler.” (Hucurat Suresi, 11)

“Birbiriniz hakkında dedikodu yapmayın. Herhangi biriniz ölmüş bir kardeşinin etini yemek ister mi? Bu tiksindiğiniz bir şeydir. Allah’tan korkun. Hiç şüphesiz O, tevbeleri kabul eder ve merhametlidir.” (Hucurat Suresi, 12)’

Bu toplumun bazı güvenceleri de şunlardır:

“Ey müminler, eğer yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse onun içyüzünü iyice araştırın. Yoksa bilmeden bir gruba kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurat Suresi, 6)

“Ey müminler, zandan (yakıştırmalardan) çok sakının. Çünkü bazı zanlar günahtır. Birbirinizin gizli taraflarını araştırmayın.” Hucurat Suresi, 12)’

“Ey müminler, kendi evlerinizden başka evlere izin alıp halkına selâm vermeden girmeyin.” ( Nur Suresi, 27)

“Her müslümanın kanı, ırzı ve malı başka bir müslümana haramdır, dokunulmazdır.” (Buhari, Müslim. İmam-ı Malik)

Sonra bu toplum fuhşun yaygın olmadığı, çapkınlığın özendirilmediği, fitnenin revaç görmediği, karşı cinsi ayartmanın gelenek haline gelmediği, `gözlerin ayıp yerlere dikilmediği, cinsel arzuların zina ile sonuçlandırılmadığı, `gerek eski ve gerekse çağdaş cahiliye toplumlarında olduğu gibi cinsel açlığın, et ve kan oburluğunun ortalıkta kol gezmediği temiz ve iffetli bir toplumdur. Bu toplum, ilâhi direktiflerin çoğunun egemen olduğu bir toplumdur. Yine bu toplum, yüce Allah’ın şu buyruklarına kulak veren bir toplumdur:

“Müminler arasında hayasızlığın yayılmasını isteyenleri dünyada da Ahirette de acı bir azap bekliyor. Allah bilir, oysa siz bilmezsiniz.” (Nur Suresi, 19)’

“Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allah’a ve Ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dini konusunda onlara acımayın. Onların ceza görmesine müminlerden bir grup da şahid olsun: ” ( Nur Suresi, 2)’

“İffetli kadınları zina etmekle suçladıktan sonra dört şahit gösteremeyenlere seksen değnek vurun ve şahitliklerini artık hiç kabul etmeyin. İşte onlar yoldan çıkmış kimselerdir.” (Nur Suresi, 4)

“Mümin erkeklere söyle; gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu tutum onların temiz kalmasına daha elverişlidir. Hiç şüphesiz, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

Mümin kadınlara da söyle; gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, kendiliğinden görünen kısmı dışında kalan güzelliklerini açmasınlar. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar.

Kocaları, babaları, kayınpederleri, oğulları, kocalarının oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınları, elleri altındaki köle ve cariyeleri, erkekliği kalmamış hizmetçileri, kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan küçük yaşdaki çocukları dışında kalanlara güzelliklerini açmasınlar. Gizledikleri güzelliklerin farkına varılsın diye ayaklarını yere sert basmasınlar.

Ey müminler, hepiniz tevbe ederek Allah’a yönelin ki, kurtuluşa eresiniz.” (Nur Suresi, 30-31)

Bu öyle bir toplum ki, orada en iffetli tarih döneminin en iffetli ortamında yaşayan en iffetli ailenin en iffetli kadınları olan Peygamberimizin eşlerine şöyle sesleniliyor:

“Ey peygamber hanımları, sizler sıradan kadınlar gibi değilsiniz. Eğer Allah’tan korkuyorsanız edalı konuşup kalbi bozuk kimsenin sizden yanlış şeyler ummasına meydan vermeyin. Her zaman ciddi ve ağırbaşlı sözler söyleyin.

Evlerinizde oturun, eski cahiliye dönemi kadınları gibi açılıp saçılarak kırıta kırıta yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Peygamberine itaat edin. Ey peygamber ailesi, hiç kuşkusuz, Allah sizi pisliklerden arındırarak tertemiz yapmak ister.” (Ahzab Suresi, 32-33)

Böyle bir toplumda karı kocasına güvendiği gibi koca da karısına güvenir, aile reisleri dokunulmaz hakları ve namusları konusunda endişesiz olurlar, toplumun bütün fertleri sinirleri ve kalpleri hususunda emniyette olur. Çünkü bakışlar fitnelerle karşılaşmaz ve gözler, kalpleri haramlara sürüklemez. Eğer böyle olursa, işin sonu ya karşılıklı ihanete varır, ya da cinsel arzuların baskı altına alınmasının sonucu olarak psikolojik hastalıklar ve sinir gerginlikleri baş gösterir. Oysa temiz ve iffetli İslâm toplumu bu tür tehlikeler açısından güvenli ve sakindir; oranın atmosferinde barış, temizlik ve güven sürekli kanat çırpar.

Son olarak müslüman toplum, çalışabilen herkese iş ve geçim kaynağı, çalışamayacak durumda olan düşkünlere onurlu bir geçim garantisi, namuslu ve iffetli yaşamak isteyen her erkeğe eş bulma güvencesi sağlamayı üstlenmiştir. Bu toplum, eğer biri bir mahallede açlıktan ölecek olursa bütün mahalle halkını cinayet sorumlusu sayar. Hatta bazı fıkıh bilginleri, böyle bir mahallenin tüm halkının diyet ödeme cezasına çarptırılması gerektiği görüşündedirler.

Bu toplumda insanların özgürlükleri, onurları, dokunulmaz hakları ve malları, herkesçe itaat edilen ilâhî direktiflerin güvencesinden başka, ayrıca, yasaların garantisi altındadır. Bu toplumda zanlara, kesin olmayan yakıştırmalara dayanılarak hiç kimse sorumlu tutulmaz, hiç kimsenin konut dokunulmazlığı çiğnenmez, hiç kimsenin aile mahremiyeti araştırılmaz, hiç kimsenin kanı boş yere akmaz. Çünkü kısas ilkesi vardır. Hiç kimsenin malı çalınmaz, yağmalanmaz. Çünkü bu konudaki şer’i cezalar hemen uygulamaya konulur.

Bu toplum dayanışma, doğru yolu gösterme ve işbirliği ilkesine dayanır. Bunun yanısıra burada eşitlik ve eksiksiz adalet ilkeleri egemendir. Öyle ki, bu toplumda yaşayan herkes, hakkının Allah’ın şeriatının güvencesi altında olduğunun, ne hakimin iradesine ne yakınlarının torpiline ve ne de güçlü akrabaların keyfine bağlı olmadığının bilincindedir.

Son olarak bu toplum, diğer beşeri kaynaklı toplumlar arasında insanın insana boyun eğmediği tek toplum biçimidir. Bu toplumda yöneticiler de yönetilenler de Allah’a ve O’nun şeriatine boyun eğerler, yönetenlere de yönetilenlere de yüce Allah’ın hükmü ve şeriatı uygulanır. Bunun sonucu olarak bu toplumun bütün fertleri güven, tatmin olmuşluk ve kesin inanç içinde alemlerin Rabbi ve kudret sahiplerinin en üstünü karşısına eşit olarak dikilirler.

İşte yukardaki ayette geçen “barış” kelimesinin işaret ettiği anlamların bir kısmı bunlardır. Bu ayet, müminleri, işte bu anlamdaki barışa, topyekün varlıkları ile girmeye çağırıyor. Böylece müminler, varlıkların tümünü yüce Allah’a teslim etmiş olacaklardır. Varlıkların hiçbir zerresi kendilerine kalmayacak, onun hiçbir payı elleri altında olmayacaktır. Onun tümü gönüllü, uyarlı bir özveri sonucunda yüce Allah’a ait olacaktır.

(S.Kutub)

 

Bir tarafta günahıyla böbürlenen, günahta izzet ve şeref ara­yan, ekini ve nesli bozan ve işi gücü yeryüzünde bozgunculuk yap­mak olan, ekinlere de insanlara da hayat hakkı tanımayan, onların dengesini ve düzenini darmadağın eden ve de kendisine Allah’tan kork denildiği zaman da günahıyla şereflenip cehen­neme giden bir insan tipinden bahsedildi. Öbür tarafta herşeyini ve tüm dünyasını Allah için yaşayan ve Allah’ın rızasını kazan­mak üzere herşeyini fe­dâya hazır olan bir müslüman tipten söz edildi. İşte yeryüzünde belir­gin bu iki tip özellikten sonra:

Ey iman edenler, silme, selâmete, İslâm’a bütünüyle girin. Ha­yatınızı tamamıyla Allah’a teslim edin. Hayatınızın tümünde Al­lah’ı söz sahibi bilin. Allah’ın kulu olduğu­nuzu unutmayın. Hayatınızın tü­münde müslüman olun. Hayatı parçalamayın. Yâni hayatınızın bazı bölümlerinde Allah’ın kulu, bazı bölümlerinde de başkalarının kulu olmayın. Bazen Allah’ı, bazen de başkalarını razı etmeye çalışmayın. Hayatınızın ibâdet bölümlerine Allah’ı karıştırıp öteki bölümlerinde başkalarına söz hakkı vererek şirke düşmeyin. Hayatı parçalamadan yana olma­yın. İslâm’ı bir bütün olarak kabul edin. İslâm’ı parçalamaya kalk­mayın.

Yani her biriniz İslâm’ın bir bölümüne tutunup, her biriniz İs­lâm’ın belli bir bölümünü bayraklaştırıp İslâm’ı da kendinizi de par­ça­lamayın. Namazı kılıyorsunuz, orucu tutuyorsunuz güzel; ama İs­lâm’ın tesettürünü de kabul etmek zorundasınız. Veya İslâm’ın eko­nomisini de kabul etmek zorundasınız. Mîras konusunu da ka­zanma harcama anlayışını da. Yâni hayatın tümünde Allah’ın kulu olmak zo­rundasınız.

Ya da inandık dediğimiz konunun amelini de gündeme ge­tir­mek zorundayız. Değilse sadece inandık demek yetmeyecektir. Yâni iman amel bütünlüğü içinde İslâm’a girin diyor Rabbimiz. İmanları­nızla, iddialarınızla hayatınızı ve amellerinizi barıştırın. İman amel ba­rışıklığı içinde İslâm’a girin. İddia ve ispat, iddia ve eylem bütünlüğüne girin diyor.

Bir başka ifadeyle imanlarınızla amelleriniz barışsın. Kalplerinizle kafalarınız barışsın, düşüncelerinizle hareketleriniz barışsın ve böylece kendi içi­nizde barışa girin diyor Rabbimiz. İnançlarınızla hayatlarınız başka başka olup içinizde ve dışınızda bir savaş yaşamayın. Hem Allah yo­lunda hem şeytan yolunda yü­rüyerek, hayatınızın bir bölümünde Allah’ın kulu, öteki bölümle­rinde de başkalarının kulu ve kölesi olarak bir çatışma içine düş­meyin diyor.

Dikkat ederseniz sözünün başında Rabbimiz; Ey iman eden­ler! dedi. Sonra da İslâm’a girin! Buyurdu. Eğer bu iman edenlerden kasıt mü'minlerse zaten mü'min olan bu insanlardan niçin yeniden mü'min olmaları, İslâm’a girmeleri isteniyor? Öyleyse anlıyoruz ki; ey iman gösterisinde bulunanlar, ey inandığını iddia edenler, inandıkla­rını zannedenler demek olacaktır mânâ.

Veya ey dilleriyle inandıkla­rını söyleyen; ama kalpleriyle inanmayan mü­nâfıklar veya ey sadece iman iddiasında bulunup da inançlarını amelle hayatlarında görüntü­lemeyenler amelinizle de bu imanları­nızı görüntüleyin demek olacak­tır. Bazıları da bu iman edenler ta­birini ehl-i kitap olarak yorumlamaya çalışmışlar. O zaman da ey ehl-i kitap sizler de İslâm’a girin! demek olacaktır mânâ. Yâni sizler de sulh edin! Ayrılığı, tefrikayı bırakıp İs­lâm’a girin!

Ve hepiniz selâmete girin. Kimileriniz İslâm’ı kabullenip, kimileriniz başka şeylerin peşinde koşarak derbeder bir hale gelme­yin. Hepiniz Allah’ın dinine girin ve yaşadığınız bir dünya haya­tında da topyekun birlikte hareket edin! İslâm’ın tümünü kabul ederek hayatı parçalamadan, kendinizi de parçala­madan tam müslüman olun diyor Rabbimiz. Âyet-i kerîme her türlü ayrılık, çatışma ve çekişmelerden uzak, toplumsal bir uyuşmayı, uzlaşmayı emretmektedir. Enfal sûresinde de bu silm kelimesi aynı mânâya kullanıl­mış­tır:

"Eğer onlar silme (barışa) yanaşırlarsa; sen de ona yanaş ve Allah’a dayan. Çünkü o, işiten ve bilen­dir."

(Enfal 61)

Müslümanlar bütünüyle İslâm’a davet edilirken, bir de aman ha şeytanın adımlarına uymayın diyor Rabbimiz. Çünkü o şeytan, si­zin için apaçık bir düşmandır. Eğer onun yoluna uyarsa­nız, o sizi şu veya bu şekilde selâmdan, selâmetten İslâm’dan uzaklaştırmak ister. Allah korusun siz de böylece uzaklaşır gider­siniz de kaybedenlerden olursunuz. Çünkü şeytan, insanların gi­deceği dosdoğru yol üzerinde, sıratı müstakim üzerinde oturur, in­sanların sağından, solundan, önünden, arkasından gelerek her hâlükârda insanları hatanın, isyanın içine çekmeye çalışırlar.

Bakın Neml sûresindeki bir âyet-i kerîmesinde Rabbimiz, şeyta­nın yaptırdıklarından birini şöyle anlatır:

"Onun ve kavminin Allah’ı bırakıp güneşe secde et­tiklerini gördüm. Şeytan kendilerine bu yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş, onun için onlar doğru yolu bulamıyorlar."

(Neml: 24)

Şeytanın kandırdığı Sebe ülkesi insanları, Allah berisinde gü­neşe secde ediyorlarmış. Güneşe namaz kılmak değildir tabii bunun mânâsı. Burada olduğu gibi Kur’an-ı Kerîmde secde ve rükû namaz dışında zikredildiği zaman, mutlak başlı başına bir ibâdet anlıyoruz. Yâni güneşi dinliyorlar, güneşe itaat ediyorlar, güneşin emrine boyun eğiyorlar. Peki acaba güneş onlardan ne istiyordu? Güneş ne diyor, ne emrediyordu onlara? Güneş onlar­dan nasıl bir kulluk istiyordu ki, onlar onu dinliyorlardı? Güneş onlardan bizzat bir şeyler istemese de istetiyorlardı, güneş kendile­rine konuşmasa da güneşi kendilerince konuşturuyorlar, güneşe bir kısım şeyler dedirtiyorlar ve o dediklerini de yapıyorlardı tabii. Put budur zaten.

Put, insanlara hiç bir şey demese de dedirtirler ona. Put, as­lında konuşmaz ama putun arkasına saklanan birileri, istedikle­rini o putlara söyleterek onun arkasında kendi egemenliklerini, kendi he­gemonyalarını gerçekleştirirler. Meselâ şimdi yönetmelik konuşur mu? "Olmaz arkadaş! Bu yönetmeliklere aykırıdır!" diyor müdür efendi. Veya olmaz arkadaş, bu âdetlere terstir diyor adam. Yâni bu yönet­melik dedikleri şey ne? Ya da bu âdet dedikleri ne? Kim koydu bunu? İnsanlardan değil mi o? Yâni şimdi bu yönetme­liklerin, bu âdetlerin arkasında birileri yok mu? Zaten işlerine gel­mediği zaman yemiyorlar mı onu? Oyun bozulunca değiştirmiyor­lar mı? Hani geçen senekiler nerede? Kalkmadı mı onlar? Öyle anlamıyor adam, yönet­meliğe aykırıdır, yönetmelik dinlenecek diyor tamam. Ya da ayıp olur efendim! diyor adam. El âlem ne der adama? Toplum ne der adama? Diyor, olur mu bu yaptığın şey? Peki ne o toplum dediğin şey? Kim o? İşte sen, ben, bizim oğlan. Yâni yok ortada böyle birisi. Ama yâni ne olur ne olmaz diyor adam, o olmayanın sözünü dinliyor. O olmayana kulluk ediyor. Ge­rektiği zaman o olmayan hatırına Allah’ın emirlerini çiğniyor değil mi? Puta tapanların tamamı işte bu cinsten insanlardır.

Kimileri diyor ki; olacak şey mi bu? Puta tapar mı adam? Bu adamların hiç mi akılları yok? Taştan medet umar mı adam? Güneşe tapınır mı adam? Bal gibi oluyor işte, sen getirmişsin hel­vayı put diye dikmişsin, yönetmeliği şekillendirmişsin, kanunları getirip koymuşsun, aman demişsin, aman! Bunlara karşı gelinmez. Aman demişsin, bun­lar dinlenmeli. Ne farkı var bunun ötekisiyle? O da olmayan şeyi dinli­yor, sen de? Niye garibine gidiyor da onla­rın güneşi dinlemeleri? Ben insan yapımı yönetmelikleri, insan mahsulü kanunları helva putuna benzetiyorum. Hani eskiden İs­lâm öncesi Araplarda yaygındır bu. Helvadan put yapıyorlar, bir süre tapınıyorlar, sonra da acıkınca kendi elleriyle yapıp tapındık­ları bu helvayı, putu yiyiveriyorlarmış. Tabi on­ların reisi mi yerdi? Başkanları mı yerdi? O ayrı konu. Kim acıkırsa o helvayı yiyebili­yor yâni. Bizimkiler de işlerine gelmediği zaman yap­tıkları ve bir süre tapındıkları yönetmelikleri, kanunları yiyiveriyorlar. İşlerine gelmeyen kanun maddelerini ve yönetmelikleri yiyerek değiş­tirive­riyorlar.

Peki bunu niye yapıyorlarmış bu insanlar? Allah diyor ki:

"Şeytan onlara bunu süslü göstermiştir."

Onlara bunu şeytan yaptırıyor. Yâni hepten boş değildi bu iş. Bir mantığı vardı şüphesiz bunun. Mesela bu mantıklardan birisi şuydu bakın: Şeytanın bu putun arkasında konuştuğu olu­yordu ba­zen. Çünkü Menat putu için özellikle bu rivâyet vardır. Mekke’nin fet­hinde o putu kırmak için gönderilen sahâbe, gidip o putu kırarken putun ar­kasından kapkara bir şeyler gördüğünü an­latıyor. Bir sesler filan du­yuyor. İtiraz eden, karşı gelen, yapma etme diyen bir sesler duyuyor.

Yâni putun konuşması söz konusu. Gel diyor, gelme diyor, yap diyor, yapma diyor, sen büyüksün diyor, bunu yaparsın diyor, haklısın diyor, haksızsın diyor. Ben buna hiç de şaşmadım. Yâni bakıyoruz bugün de putların konuştuklarına şahit oluyoruz. Meselâ adamın evinde sevgilisi, göz bebeği bilmem ne eşyası vardır ya ondan ada­mın kalbine sesler geliyor.

Veya kapısının önünde bilmem kaç model bir şeyi var ya veya işte yastığının al­tında meylettiği bir şeyleri var ya onlardan ona sesler geliyor. Koru beni! Koru bunu! Saldır buna! Bana çizgi dokundurma! Bana laf getirme! Yıka beni! Sil beni! gibi laflar eder ya sanki böyle sesler de geliyormuş putlardan. Yâni bu işin bir mantığı böyleymiş. Değilse hepten böyle mantıksız ola­rak adamın bu işleri yapması için deli olması lazım. Meselâ gidecek ve taşa diyecek ki, putum ben yolculuğa çıkacağım bu konuda ne dersin? Bu hepten mantıksızlıktır. Ama mantıklı da olsa, mantıksız da olsa şeytan yaptı­rıyor insanlara bunları.

Allah diyor ki, şeytan onlara amellerini süslü gösterdiği için bunlar bunu yapıyorlar. Şeytan onlara bunları yaptırdığı için de onlar yollarını bulamadılar, yollarını şaşırdılar diyor. İşte şeytanın tüm he­defi budur. Derdi neymiş şeytanın? Böylece insanlar yolla­rını şaşırıp bulamasınlar, secde edecekleri makamı bulama­sınlar, Allah’a secde etmesinler diye yapıyormuş bunu.

Bakın bunu bir daha söyleyeyim, çünkü burası çok önemli­dir. Şeytanın bu eylemlerinin tümünden şunu anlıyoruz, şunu an­latıyor Rabbimiz: Şeytan insanların hayatına öyle bir program çizi­yor ki, onun Allah’a gitme ihtimali baştan bitiyor. Bu yanlışların ara­sında doğ­ruyu bulma imkânı baştan bitiyor. Şeytanın çizdiği prog­ramda Allah’a yer kalmıyor. Meselâ tıp fakültelerinde talebelere uygulanan program bugün öyle gözüküyor. Talebenin bütün ha­yatını, bütün gününü kap­sayıveriyor bu program ve burada oku­yan talebelerin Allah’a, Allah adına okumaya, ya da dinlemeye zamanları kalmıyor.

Ama meselâ Hukuk Fakültesi öyle değil. On­dan dolayıdır ki hukuk öğrencileri, kimi olaylara girebilecek zaman bulabiliyorlar. Ötekilerde hiç olay duyul­muyor, çünkü zamanları yok buna. Öyle bir program ki, bunsuz olmaz deniyor ve gece gündüz onun tüm hayatı bitiriliyor.

Veya sistemlerdede bu böyledir. Meselâ komünizm, kapita­lizme göre İslâm’la yarışabilecek bir havada görüyordu ken­disini. Yâni bütün hayat programı hakkında söz sahibi kabul edi­yordu kendisini. Gençlik hakkında konuşuyor, cinsellik hakkında konuşuyor, aile hak­kında, ekonomi hakkında kendisine göre ko­nuşuyordu. Ama kapita­lizm öyle değildir. O kimi dünya işlerini düzenlerken meselâ din işine dokunmaz. Bu konuda serbesttir in­sanlar. Dilersen müslüman ol, di­lersen Budist ol fark etmez der.

İşte şeytan da önce:

Yâni karşısındakinin yolunu ne yapar, yapar İs­lâm’dan saptı­rır. Bunu beceremezse eğer, muhatabı herşeye rağmen yine de İs­lâm’a girerse, bu sefer de, o kişinin girdiği yolu, girdiği İslâm’ı eğri büğrü yapmaya çalışır. Yâni adamın İslâm’ını bozar. Din yaşıyorum diye bidatleri karşısına çıkarır onun, ya da din diye insanların sun­duğu, aslını bir türlü öğrenemediği bir yığın felsefenin içine çeker onu. Allah’ın kitabına, peygamberin sünnetine değil de insanların kitapla­rına, insanların sözlerine sevk eder onu.

Biraz daha açık söyleyelim; Allah’a değil de güneşlere, güneş gibi büyüklere secde etmelerini sağlar. Allah dururken büyüklerin önünde secde ettirir. Güneş aslında büyük yıldızdır değil mi? Böyle güneş gibi piya­sada yıldızı parlayan niceleri vardır ki, niceleri onlara secde etmektedirler, onlara secde etmek için çırpınmaktadırlar Allah koru­sun. Allah buyuruyor ki:

"Ey müslümanlar (dikkat edin!) Hepiniz toptan silme girin! İslâm’a girin ve de sakın şeytanın adımla­rına uymayın. Çünkü o size apaçık bir düşmandır."

Sadece şeytana değil, şeytan adına hareket eden yeryüzü şey­tanlarına da dikkat çekiyor Rabbimiz. Belki de şeytanların, ya da yeryüzü şeytanlarının bugün en büyük başarılarından birisi de bir mü'mini diğer bir mü'min kardeşiyle iman adına savaştırması­dır. Yer­yüzü şeytanları bugün mü'minleri mü'minlerle savaştır­maktadırlar. Hem de din adına. Devletler planında böyledir, fertler planında da böyledir. Şeytanlar müslümanları bölmüşler, gruplara, hiziplere ayır­mışlar, tıpkı Firavun taktiğiyle ve birbirleriyle savaştır­maktadırlar.

Allah buyurur ki: Sakın ha sakın şeytanın size tarif ettiği hiç bir yola tabi olmayın. Şeytanın yoluna tabi olmamanın yolu da Allahu Teâlâ’nın bu kitabında bildirdiği küfür ve şirk yollarını bilmeye bağlıdır. Allah’ın yoluna tabi olmanın yolu da yine Allahu Teâlâ’nın bu kita­bında bildirmiş olduğu sıratı müstakimi tanımakla mümkün­dür. Dikkat ederseniz Bakara sûresinde bu ikisi yan yana anlatılmaktadır. Bir ta­rafta iman diğer tarafta küfür, bir tarafta İslâm di­ğer tarafta şirk, bir ta­rafta Allah yolu diğer tarafta şeytan yolları ol­duğu gibi ikili bir anlatımla anlatılmaktadır. Şeytanı tanımak bu kitapla mümkündür, İslâm’ı tanı­mak da bu kitapla mümkündür. Kitabı tanırız, böylece şeytanı tanı­rız. Şeytanı ta­nırız, şeytan yolundan uzaklaşırız, İslâm’ı tanırız, İs­lâm yoluna gireriz. Allah’ı tanırız, Allah yoluna gireriz ve tüm şey­tanlardan Allah’a sığını­rız. Besmele de zaten bu ayetin açıklamasıdır. Şeytandan haram­lardan Allah’a sığı­nacağız ve İslâm’a gireceğiz.

(A.Küçük)

“Yê eyyûhellezîne êmenûd-ğûlû fis-silmi kêffe” Ey iman ettiğini iddia edenler, iddianızı ispat etmek istiyorsanız, silmle, topluca, topluca silm’e girin.

 

Silm ne demektir. Niçin tercüme etmedim? Tercüme edemedim de ondan. Çünkü silm tek kelime ile tercüme edilmez. Silm 3 manaya birden gelir. Hem teslimiyet manasına, hem barış manasına, hem saadet manasına, hem de selamet, kurtuluş manasına gelir. Silm’e girmekten maksat hepsidir. Bu manaların hepsini yan yana dizin; Allah’a teslim olun, barışa, kendinizle barışmak istiyorsanız Allah’a teslim olun. Allah’la barışın ki kendinizle barışasınız.

 

Kendinizle barışın ki, Allah’la tanışasınız. Allah’la tanışırsanız barışa ve huzura erersiniz. Huzura ererseniz kurtulmuş olursunuz. Hepsi yan yana dizilince Silm’i veriyor zaten. Silm, teslim olunki saadete eresiniz, saadete erin ki selamete çıkasınız. Kurtulasınız manasını veriyor. Hep beraber Allah’ın barış, saadet, selamet ve huzuruna erişin. Allah’a hep beraber, kayıtsız şartsız teslim olun, manası vardır burada.

 

“ve-lê tettebi'û hutûvêtiş-şeytân” şeytanın adımlarını izlemeyin. Yani tersi şeytanın adımlarını izlemektir manası. Eğer Allah’ın kapısına hep beraber adanmazsanız, yukarıdaki ayetle yan yana düşünelim. Hani yukarıdaki ayet bir teklif getirmişti adeta.

 

“Ve minen-nêsi men-yeşrî nefsehüb-tiğâe merdâtillêh” Allah’ın rızasını kazanmak için kimileri de var ki varlığını Allah’a adar diyordu ya. Varlığını Allah’a adayan silm’e teslim olmuştur işte. Barışa huzura ve mutluluğa kendisini teslim etmiştir. Böyle yapmayan ne yapmıştır? Şeytanın adımını izleyen şeytan askeri olmuştur. O barışın değil savaşın askeri. O saadetin değil, felaketin askeri. O huzurun değil, huzursuzluğun adamı. Dolayısıyla o hiçbir zaman kurtuluşa eremeyecek, selamet onu bulmayacak, o selameti. O felaketin adamı çünkü.

 

“innehû lekûm 'âdûvvûn mûbîn;” Çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır. Şeytan apaçık düşman. Düşmanını izleyen kimse de akıl olur mu? Düşmanının adımlarını takip eden kimseye ne denir..! Sorarım size. Siz birinin, düşmanını adım adım onun emirlerini yerine getirirken görseniz ne dersiniz o şahıs için. O şahıs için siz ne derseniz, Allah’ta düşmanını izleyen, yani şeytanın adımını takip eden birine onu diyecektir.

(M.İslamoğlu)