ÂLİ İMRÂN SURESİ


Ayet Getir
3-ÂLİ İMRÂN 2. Ayet

اللّهُ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ

Allâhu lâ ilâhe illâ huvel hayyul kayyûm(kayyûmu).

Bayraktar Bayraklı

Allah, kendinden başka tanrı olmayan, sonsuza kadar diri, hayatın ve varlığın kaynağı ve dayanağı, her şeyi hükmüne, iradesine bağlı kılan yaratıcıdır!


Edip Yüksel

ALLAH: O’ndan başka tanrı yoktur; Diridir, Gözetendir.


Erhan Aktaş

Allah, kendisinden başka ilah olmayandır. O, Mutlak Diri’dir, Varlığı Yöneten’dir.


Muhammed Esed

ALLAH, Kendisinden başka ilah olmayan, sonsuza kadar diri, hayatın ve varlığın kaynağı ve dayanağı olan, her şeyi hükmüne, iradesine bağlı kılan yaratıcı!


Mustafa İslamoğlu

Allah, kendisinden başka tanrı olmayan, mutlak diri, hayatın ve varlığın kaynağı ve dayanağıdır.


Süleyman Ateş

Allâh ki, O'ndan başka tanrı yoktur, dâimâ diri ve (yaratıklarını) koruyup yöneticidir.


Süleymaniye Vakfı

O, Allah’tır! O’ndan başka ilah yoktur; daima diridir, sürekli işinin başındadır.


Yaşar Nuri Öztürk

Allah... İlâh yok O'ndan başka... Hayy'dır O, Kayyûm'dur.


Ayetin Tefsiri

MEAL

2.) ALLAH, kendisinden başka tanrı olmayan, mutlak diri, hayatın ve varlığın kaynağı ve dayanağıdır.2

(M.İ)

2.) Allah! O'ndan başka gerçek ilah/tanrı yoktur. O her daim diridir; O'nun varlığı hiçbir şeye bağlı değildir; O her şeyi görüp gözetendir.

(M.Ö)

2.) “Allah, Ondan başka tanrı olmayan, diri, her ân yarattıklarını gözetip durandır.”

(A.K)

2.) Îsâ’nın, Allah’ın oğlu ve ulûhiyetin ortağı olduğunu iddia eden Necran Hıristiyanları bilsinler ki kulluk edilmeye lâyık yegâne mâbut; bütün varlığı yaratan, canlıların rızıklarını veren, ömürlerini takdir eden, hiçbir değişime mâruz kalmayan Allah’tır. Ulûhiyyet atfettiğiniz Îsâ da dahil olmak üzere, bu özelliklere sahip başka varlık yoktur. Ölümlü varlıklar ilâh olabilir mi?

(H,E;M,C)

 

TEFSİR

 

Cümleye ulu yaratıcının özel ismiyle başlanarak O’nun azametine ve tevhid inancının önemine dikkat çekilmiş, Allah’tan başka tanrı bulunmadığı kesin bir biçimde ifade edildikten sonra yüce Allah’ın daima diri ve ölümsüz (hay), evreni var eden, yaratılmışları gören gözeten, denetleyen mutlak varlık (kayyûm) olduğu belirtilerek, müşriklerin ve özellikle sûrenin ana konusunu oluşturan hıristiyanların ne kadar temelsiz ve tutarsız inançlara sahip oldukları ima edilmiştir. Zira daima diri ve ölümsüz olan, evreni çekip çeviren mutlak varlığa kulluk etmek dururken hayat belirtisi bile olmayan putlara tapmanın, “çocuk” yani yaratılmış olduğu kabul edilen, yiyip içen, hayatta iken işkenceye mâruz kalan, düşmanlarından saklanma ihtiyacı duyan ve –hıristiyan inancına göre– öldürüldüğü kabul edilen Hz. Îsâ’yı Tanrı saymanın ne kadar anlamsız ve tutarsız olduğu açıktır. Bazı hadislerde “Allahü lâ ilâhe illâ hüve’l-hayyü’l-kayyûm” ifadesi, “ism-i a‘zam” (Cenâb-ı Allah’ın en büyük ismi) olarak nitelendirilmiştir (ayrıca bk. Bakara 2/255).

(DİYANET T.)

 

İşte sure, Peygamberin (salât selâm üzerine olsun) mesajını reddeden ehl-i kitaba hitaben başlıyor. Eğer mesele hüccet ve delil ile ikna olma meselesi olsaydı Peygamberliğin, peygamberlerin, Allah tarafından indirilen kitapların, Allah'tan gelen vahyin ne olduğunu daha iyi bilmeleri gereken ehl-i kitab, diğer insanlardan daha önce davranıp kendilerine sunulan gerçeği tasdik edip müslüman olmaları gerekirdi.

Sure, onların içlerini kemiren ya da kasıtlı olarak müslümanların kalplerine ekmeye çalıştıkları büyük şüphe tohumları hususunda meseleyi kesin çizgilerle ayıran, bu şüphelerin hangi kanallardan ve gizli yollardan kalplere akıtıldığını ortaya çıkaran, gerçek müminlerin Allah'ın ayetleri karşısındaki tutumları ile kalblerinde hastalık ve sapıklığa eğilim duyanların tavırlarını belirleyen, müminlerin Rabblerine karşı tutumlarını, O'na sığmışlarını, O'na niyazda bulunuşlarını ve O'nu yüce sıfatlarıyla tanımalarını tasvir eden bir bölümle başlıyor:

"O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır."

Bu apaçık ve berrak Tevhid inancı, müslümanın inancıyla diğer bütün inançlar arasındaki yol ayrımıdır. Bu açıdan bakıldığında ateistlerin ve müşriklerin inançları ile Hakk yoldan sapmış olan yahudi ve hıristiyanların inançları, aralarındaki tüm din ve mezhep ayrılığına rağmen aynı kategoriye girer. Bu da müslümanın hayatı ile yeryüzündeki diğer inanç sahiplerinin hayatı arasındaki ayrılış noktasıdır. İşte burada sözü edilen inanç, hayat düzenini her alanda kontrol altına almakta ve ona yön vermektedir.

"O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip, yöneten Allah'tır."

Uluhiyette O'nun ortağı yoktur. "Hayy"dır; Mutlak olarak hayatı kendisinden kaynaklanır. O'nun hayatı her çeşit kayıttan uzaktır, sıfatlarında O'nun bir benzeri yoktur. "Kayyum"dur; her canlı ve cansız O'nunla varlığını sürdürebilir, bütün hayata ve tüm varlıklara hakim olan da O'dur. Bu evrende O'nsuz ne bir varlıktan ne de hayattan söz edilebilir.

İşte bu, düşünce ve inançta yol ayrımıdır; hayat ve ahlâk sisteminde yol ayrımı. Uluhiyet hakkını yalnız Allah'a veren bir inançla, birçok cahili düşüncenin kargaşası sonucu ortaya çıkan çok ilahlılık inancı arasındaki yol ayrımı. O zaman Arap yarımadasında hüküm süren müşriklerin inançlarıyla Allah'a oğul isnad eden yahudi ve hıristiyan inancı arasında veya birden çok ilahı benimseyen hıristiyan inancı arasında hiçbir fark yoktur.

Kur'an-ı Kerim yahudilerin "Üzeyr, Allah'ın oğludur" dediklerini haber veriyor. Nitekim bugün yahudilerin "Kitab-ı Mukaddes" olarak kabul ettikleri kitap da buna benzer birtakım sapık düşüncelerle doludur. Tekvin bölümü, altıncı babda buna değinilmiştir."(Bu kitabın "el-ishahhüssadis" denen yerinde şunlar yazılıdır: "Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başlayıp çok miktarda kız evlatları olunca, Allah'ın oğulları bu kızların güzelliğine hayran kalıp beğendiklerini kendilerine zevce edindiler. Sonra Rabb dedi ki: Benim ruhum insanoğlunda devamlı kalamaz. Zira o beşerdir. Bu durum yüzyirmi yıl sürdü. O yıllarda yeryüzünde birtakım azgınlar vardı. Bilahare ise, yine Allah'ın oğulları insanların kızlarıyla evlendiler ve çocukları oldu. O günden beri bunlar birtakım isimlerle tesmiye olunan "zalimler"dir.)

Hıristiyanların sapık düşüncelerine gelince, Kur'an onların bu inançlarından; "Allah, üç ilahın üçüncüsüdür", "Allah Meryem oğlu Mesih'tir" sözlerinin yanında, Mesih'i ve annesi Meryem'i Allah'ın dışında iki ilah olarak benimsediklerini, keşişleri ve rahiplerini de kendilerine Rabb'ler olarak kabul ettiklerini haber vermektedir.

T.V. Arnold'un İslâm'a Çağrı adlı eserinde de bu düşüncelerin bir kısmına rastlanmaktadır: "Jüstinyen, İslâm'ın ortaya çıkışından yüz yıl önce Roma İmparatorluğu'nda halkın birliğini bir dereceye kadar sağlamayı başarmıştı. Fakat onun ölümünden sonra bu birlik hemen dağıldı. Bunun üzerine devletin başkenti ile diğer vilayetler arasında bir bağın kurulmasını sağlayacak ulusal ortak bir bilince şiddetle ihtiyaç duyuldu. Bu amaçla birtakım çalışmalar yapmasına rağmen Herakliyüs Şam'ı tekrar merkezî hükümete bağlamayı tam anlamıyla başaramadı. Birliği sağlamaya yönelik benimsenen tüm vasıtalar bölünmeleri yok edeceği yerde bu anlaşmazlıkları daha da arttırıyordu. Ortalıkta dinî duyguların dışında ulusçuluk bilincinin yerine geçebilecek başka bir şey de yoktu. Bu yüzden inancı; gönülleri huzura kavuşturacak, birbiriyle kıyasıya savaşan ve birbirine kin besleyen gruplar arasındaki düşmanlık ateşini söndürecek şekilde yorumlamaya yöneldi. Dine karşı çıkanlarla Ortodoks kilisenin arasını bulmaya ve daha sonra . da onlarla merkezi hükümetin birliğini sağlamaya çalıştı. Miladi 451 yılında Halkadonya'da (İznik) toplanan Konsül'de şu karar alınmıştı: "Mesih'in, birbirine karışmayan, değişmeyen, bölünmeyen ve ayrılmayan iki tabiata sahip olduğu kabul edilmelidir. Bu iki tabiatın birleşmesi nedeniyle onların ayrı ayrı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. İşin doğrusu, her iki tabiat kendi özelliklerini muhafaza ederek bir tek bedende birleşmiştir. İki parçanın tek bir cesette birleşmesi sonucunda Oğul Allah ve Ruh'ul Kuds meydana gelir." Yakubiler (Bunlar, Yakub el-Baraziiye tabi olanlardır ki hıristiyanlıkta tek Allah nazariyesini savunurlar. (el-Raid S. 1634)) bu toplantıda alınan kararları reddettiler. Onlar Mesih'te yalnız bir tabiatın varlığını kabul ediyorlar ve: "Mesih, tüm unsurları kendisinde toplamıştır; hem İlahî hem de beşerî tüm niteliklere sahiptir. Fakat bu nitelikleri taşıyan madde ikilik kabul etmez, aksine unsurların toplandığı bir bütünlük arz eder" diyorlardı. Herakliyüs'ün Mesih'i "Üçten biri" olarak kabul ettiği mezhebi halka benimsetmeye çalıştığı bu dönemde, Ortodokslarla, özellikle Mısır, Şam ve Bizans İmparatorluğu sınırları dışında yaşayan Yakubiler arasında yaklaşık iki asır sürecek bir mücadele başladı. Jüstinyen'in benimsediği mezheb ise, bir yandan iki tabiatın varlığını kabul ederken diğer yandan da bu iki tabiatın Mesih'in bedeninde, tek bir varlığa dönüştüğünü ileri sürüyordu. Onlara göre Allah'ın oğlu olan Mesih ilahî ve beşerî kuvvetleri kendinde toplamış bulunan tek bir varlıktı. Bu ise, beden halinde somutlaşan bu şahsın içinde tek bir irade olduğu anlamına geliyordu. Fakat Herakliyüs de, barışın temellerini atmaya çalışan pek çok ıslahatçının akıbetine uğramaktan kurtulamadı. Çünkü iki mezhep arasındaki mücadeleyi bir an olsun durduramadığı gibi, bu savaşı daha da şiddetlendirmiş ve bizzat kendisi de üçüncü bir taraf olup diğer iki grubun öfkesini üzerine çekmiş ve Allahsız olarak damgalanmıştı."

Aynı şekilde Hıristiyan bir araştırmacı olan Canon Taylor İslâm'ın ortaya çıktığı sırada doğu hristiyanlarının durumunu şöyle ifade ediyor: "O dönemde insanlar gerçekten müşrikti; Azizlerden, keşişlerden ve meleklerden bazılarına tapıyorlardı "(Hasan İbrahim ve iki arkadaşı tarafından yapılan tercüme sayfa: 52-53)"

Müşriklerin inançlarındaki sapıklıklara gelince; Kur'an, onların cinlere, meleklere, güneşe, aya ve putlara taptıklarını bildiriyor. Onların inançlarında en hafif sapıklık olarak değerlendirilebilecek sözleri şöyledir: "Biz, putlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz."

İşte birkaç örnekle değindiğimiz bu bozuk ve sapık düşüncelere İslâm şiddetle karşı çıkmış ve onların tutarsızlığını açık ve kesin bir biçimde ortaya koymuştur:

"...O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır."

İşte bu, hem düşünce ve hem de inançta yol ayrımı olduğu gibi yaşam biçimi ve ahlâkta da yol ayrımıdır.

Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan tek Allah'a inanan ve gerçek hayatın tek sahibi; Hayy olan, her varlığın, her canlının kendisiyle ayakta durup O nunla varlığını sürdürdüğü Kayyum olan bir Allah bilincine eren bir insan düşünün.

Bu varlığın bilincinde olan bir insanın yaşam biçimi ve hayat düzeni ile, tüm duygularını sözü edilen çarpık ve tutarsız düşüncelerle bulandırmış, vicdanında hayatına hükmeden ve onu yönlendiren uluhiyet hakkında hiçbir his kalmamış bir insanın yaşam biçimi ve hayat tarzı temelde ayrı olması gerekmektedir.

Apaçık ve tertemiz Tevhid inancının yanında Allah'tan başkasına kulluğa yer yoktur. Ne hukuk ve düzende, ne eğitim ve ahlâkta, ne de ekonomik ve sosyal alanda Allah'tan başkasından yardım dilemeye ve O'na şirk koşmaya yer yoktur İslâm'da. Kısaca ne bu dünya için ne de ahiret hayatı için Allah'tan başkasından yardım dileme yoktur bu dinde. Gerçeğinden saptırılmış, doğru ve açık olmayan temeller üzerine kurulmuş bulunan düşüncelerde ise, ne hukuk ve düzende, ne eğitim ve ahlâkta ve ne de sosyal ve ekonomik alanda... Bunların tamamında... Ama tamamında ne bağlanılacak taraf ve ne de durulabilecek bir yerden sözedilebilir. 8u düzenlerde ne helal ve haramın, ne de doğru ve yanlışın sınırı belirlenmiştir. Emirlerin kendisinden alındığı, yönelmenin kendisine doğru olduğu, itaat, kulluk ve teslimiyetin yalnız kendisine yapıldığı otorite açıklık kazanıp tek olarak kabul edildiğinde herşey netleşir ve ahenk kazanır. Bu nedenle bu yol ayrımında kesin bir tavırla karşılaşıyoruz:

"O, kendinden başka bir ilah bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır."

Onun için bu yalnız bir inanç ilkesi değil, İslâmî hayatın yapısını ortaya koyan, Onu diğer yaşam biçimlerinden ayıran temel ilke olmuştur. İslâmî hayat, bütün ilke ve kurallarıyla İslâm düşüncesinin bu net ve kesin olan Tevhid inancından kaynaklanır. Tevhid, pratik hayata tesiri olmadığı sürece gönüldeki inanç olarak da gerçekleşemez. Allah'tan gelen hukuk düzeni ve Tevhid inancı hayatın her alanında kendini gösterdiği an, Tevhid, anlam kazanır. Allah'ın zatı ve sıfatlarında tek olduğu ilan edilip diğer hayat düzenleriyle bu dinin ayrılış noktaları açıklandıktan sonra, bütün insanlık tarihi boyunca beşeri hayatın düzenlenmesi için gönderilen peygamberlerin, kitapların ve dinlerin de bu tek kaynaktan geldiği açıklanıyor:

(S.KUTUB)

 

O Allah kendisinden başka İlâh olmayan tek İlâhtır. Başka yardımcısı yok. Göklerde de yerde de tek İlâh Odur. Göklerde İlâh Allah’tır da yerde başka İlâhlar yoktur. Göklere egemen, İlâh Allah’tır da, yeryüzünde egemen başka İlâhlar yoktur. Semavata etkin, semavatta İlâh Allah’tır, insanların Ondan başka söz sahibi İlâhları da yoktur. Namaz konusunda söz sahibi İlâh Allah’tır da, ekonomik konuların düzenlenmesi konusunda da başka İlâhlar yoktur. Orucun, zekâtın İlâhı Allah’tır da eğitiminde başka İlâhları yoktur. Hac konusunda İlâh Allah’tır da evlenme-boşanma konusunda başka İlâhlar yoktur. Göklerde ve yerde, hayatın her bir alanında, varlıkların tümü üzerinde Allah tek İlâhtır, tek egemendir ve kendisinden başka İlâh olmayandır.

 

İşte İlâh olmanın şartları, işte İlâh olanın özellikleri: O Allah Hayy’dır, hayat sahibidir, diridir. Allah öyle diridir ki tüm dirilikler, tüm dirlikler, tüm dirilişler kendisindendir. Hayatın kaynağı olan, diriliğin kaynağı olan Allah, kendisine iman eden, dâvetine icabet eden, vahyine müracaat eden kullarını da diriltir. O’nun diriltip hayat vermediği hiçbir varlık hayat sahibi olamaz. Çünkü hayat ve ölüm

O’ndandır. O’nun diriltmediğini diriltecek olmadığı gibi, O’nun hayat verdiklerini de O’nun izni olmadan hiç kimse öldüremez.

 

Öyleyse eğer bizler de canlı, dipdiri bir hayata kavuşmak istiyorsak,

dinamik bir yapıya ulaşmak istiyorsak, tek İlâh olan, tek Hayy olan, hayat kendisinden olan Allah’ı İlâh kabul etmek ve boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucunu sadece O’nun eline vermek, sadece O’nu dinlemek ve sadece O’na kulluk etmek zorundayız. Yine O Allah Hayy olmanın yanında aynı zamanda Kayyûm’dur da. Hayy’dır, hayat sahibidir O Allah ama bu Hayy oluşu da kendisindendir. Hayatı konusunda, varlığı konusunda ve varlığını sürdürmesi konusunda hiç kimseye muhtaç değildir O Allah. Kendisi Kayyûm olduğu gibi dini de Kayyûm’dur.

 

Kayyûm olan Allah’ın yine Kayyûm olan dininin başka hiçbir dine, hiçbir sisteme, hiçbir hayat programına ihtiyacı yoktur. Öyleyse eğer bizler de sadece Allah’ın dinine inanır, sadece Allah’ın hayat programını yaşamaya karar verir ve başka hiçbir dine, başka hiçbir hayat programına ihtiyaç duymadan bir hayat yaşarsak, o zaman kesinlikle bilelim ki bizler de diriliği elde etmiş olacağız. Peki O’nun

İlâhlığını nasıl anlayacağız? Ya da İlâh olarak bildiğimiz bu Allah’ın bizimle diyaloğu ne? Nasıl bir ilişki içindedir O Allah bizimle? Yâni bizden ne ister Allah? Bakın bundan sonraki âyetinde de onu şöyle anlatır:(Bir sonraki ayet)

(A.KÜÇÜK)

“Allâh’û lê ilêhe illê hû;” Kendisinden başka ilah olmayan Allah. “El Hâyy'ûl Kayyûm;” Kimdir kendisinden başka ilah olmayan Allah? Hayatın ve varlığın dayanağıdır, kaynağıdır.

Bu bir kimliktir. İlâhî kimliği veren bir ayet bu. Rabbimiz bizi muhatap alırken, bize hitap ederken, bize tenezzül ederken kendisini tanıtarak başlıyor. Konuşanın, insanı muhatap alanın, insanla diyaloğa girenin kim olduğunu biz işte buradan, bu şekilde anlıyoruz. Ve biliyoruz ki “O” başka hiçbir ortağı olmayan, hiçbir naziri, şeriki, benzeri olmayan ve varlığın ve hayatın yegâne kaynağı ve dayanağı olan bir Allah’tır.

Bununla şu söylenmek isteniyor; “Ey bu metnin tüm çağlardaki muhatabı olan insanlık, unutmayın siz de bu varlık içinde yer alıyorsunuz ve sizin de dayanağınızdır Allah. Sizinde kaynağınız Allah’a aittir. O halde Allah’ı dinlerken, Allah’ın sözlerine muhatap olurken, Allah’ın vahyinin karşısında, sıradan bir söz karşısındaymış gibi davranmayın. Unutmayın sizi muhatap alan, size söz söyleyen, şu anda sizinle diyaloğa giren zat, sizin varlığınızın da kaynağıdır, dayanağıdır.”

2 Allah tasavvurumuzun inşasına dair benzer bir âyet için bkz. 94/Bakara: 255.

(M.İSLAMOĞLU)