'ALAK SÛRESİ (SÛREYİ TAKDİM)
Nüzul: 2 Mushaf: 96
"Euzû Billêhi mineş-şeytanir-râcîm"
“Bismillahir-Rahmanir-Rahîm”
Elhamdülillêhi Râbbil Âlemîn, Vessêlâtû vessêlâmû ‘âlê Resûlinê Muhammedin ve ‘âlê ‘êlihi, ve-eshâbihî ecmaîn. Rabbeneftah bil-ğâyr, vâğtim bil-ğâyr, Rabbi yessir ve-lê tûassir, Rabbi temmim bil-ğâyr.
Rabbim hayırla başlat, hayırla tamamlat. Rabbim bize kolay getir bize güç kılma. Amin.
Değerli Kur’an dostları bugün dersimize çağ açıp çağ kapatan Kur’an vahyinin gerçek manada çağ açıp çağ kapatan, insanlığın son çevrimindeki ebedi risaletin adı olan Kur’an vahyinin ilk inen ayetlerinin yer aldığı ‘Alâk suresini işleyeceğiz.
Vahiy; Allah insanla konuşmaya başladığında başladı. Vahiy bir gök sofrasıydı insanlığın ruhlarının önüne rabbimiz tarafından serildi acıkan ruhlar doysun diye, insan yolunu bulsun diye, kâinatın göz bebeğine çöp batmasın, kâinatın göz bebeği kör olmasın diye. İnsan yeryüzündeki hilafet sorumluluğunu bi hakkın ifa etsin, kalfalık görevini hakkıyla yapsın diye. Zira insan ilahi rehberlik olmaksızın yolunu şaşırırdı. Eğer insan Allah’ın rehberliğini almadığında akıllı vahşiye dönerdi. En tehlikeli vahşi akıllı vahşi idi. Onun için rabbimiz insana ruhu üflediğinde ruh ile beraber fıtratı ve aklı verdi ve melekleri bu fıtrat ve akıl önünde yere kapanmaya davet etti. Hizmetine, emrine amade olmaya davet etti.
Aslında meleklerin yere kapandığı şey insanın cesedi değildi, insanın ölümlü tarafı değildi. Yani beşer değildi “ve-nefâğtû fîhî min-rûhî fekâ'û lehû sêcidîn.” (Hicr/29) ne zaman ki ruhundan üfledim ona, işte o zaman o anda yere kapanın, secdeye kapanın emri, aslında secde edilenin beşer değil üflenen ruh, o ruh ile verilen akıl ve irade olduğunu ve secdenin de yeryüzü meleklerinin insanın emrine amade kılınması demeye geldiğini anlıyoruz.
İşte bu manada vahiy insanlıkla yaşıttır. İlk insan, ilk vahiy. Hatta eğer kâinatı “Kûn” emri ile başlayan varlığı, oluşu dikkate alacaksak vahiy ilk olandır. Önce söz vardı diyen Yohanna incili doğru söylüyor. Hakikaten önce söz vardı. Eğer Allah bir şeyi yaratmayı murat ediyorsa en yekule lehu kûn feyekûn. (Yasin/82) ona ol demesi yeterdi, o da oluş sürecine girer ve olmayı devam ettirirdi. Dolayısıyla vahiy aslında varlığın ilk halkasıydı. Ama biz burada vahiy ile bilincin inşasını, ilahi rehberliği anladığımız için insana olan vahyi dile getiriyoruz. Vahyin tarihinin insanlıkla yaşıt olduğunu söyledik. İnsanlığın son çevrimi vahyin de zirvesini teşkil etti. Vahyin zirvesi Kur’an vahyi idi, peygamberlerin zirvesi Abdullah İbn. Muhammed a.s’a, vahiylerin zirvesi Kur’an Hira mağarasında bir Ramazan gecesinde, bir Ramazan’ın pazartesi gününe denk gelen bir gecesinde inmeye başladı.
Abdullah oğlu Muhammed bir çöl kasabası olan ve etrafı lav kayalıklarıyla çevrili, ot bitmeyen, ırmağı olmayan, suyu olmayan, ormanı olmayan, ziraata elverişli olmayan, hayvancılığa elverişli olmayan bir vadide, Mekke vadisinde yetişti. Mekke 10.000 nüfuslu bir çöl kasabasıydı, yetimdi eşraf bir ailede dünyaya gelmişti Ben-i Haşim; Haşimoğulları ailesinden. Fakat ailenin gücü düşmüş, son yıllarda Mekke’deki iki hasım, iki rakip güçten biri olan Mahzumoğullarına geçmişti Mekke’nin reisliği.
İşte bu çerçevede aile bir düşüşü yaşıyordu ve ailenin kurban edilmekten son anda kurtulan oğlu Abdullah, köken olarak Yesrip’li bir aileye mensup Amine ile evlenmiş, bu evlilikten hamile kalmıştı amine. Abdullah bu sırada 18 veya 19 yaşlarındaydı, zaten aynı yıl içerisinde de ticaret için gittiği Şam’dan dönerken doğduğu topraklara gelemeden yolda vefat etti ve geriye hamile eşini ve henüz yüzünü dahi görmediği yavrusunu bıraktı. Dolayısıyla Allah resulü babasını hiç görmedi yetim olarak dünyaya geldi.
Dünyaya geldikten sonra Ben-i Sad Bin Bekr kabilesine mensup Halime adlı bir emzikli kadın, yani emzikli bebesi olan bir süt anne tarafından süt yavru alınarak Ben-i Sad bin Bekr kabilesine götürüldü. Orada birkaç sene kaldı adet olduğu vechiyle badiye de. Çünkü Mekke’nin havası kuru ve sıkıntılı bir hava idi, küçük bebekler üzerinde aksi tesir yapıyordu.
Annesine döndüğünde doyasıya anne diyemedi Abdullah İbn. Muhammed. Çünkü rabbimiz annesini de alacaktı. Adeta seni ben terbiye edeceğim mesajıydı bu. Yani seni annene bırakmam, seni babana dahi bırakmam. Ve dedesine yaslandı Abdul-Muttalib’e Abdul-Muttalib’in sevgilisiydi. Onun minderine ancak o oturabiliyordu Kâbe’nin önündeki Dâru’n Nedve’nin önüne serili minderine. Ve tam dede diyecekti ki dedesini de Allah elinden aldı.
25 yaşına geldiğinde Mekke’nin zengin ve ahlaklı dulu, daha önce kendisiyle birkaç kere ortak ticaret yaptığı Hatice Binti Huveylid ile evlendi. Bu evlilikten Allah resulünün çocukları oldu ve bunların en sonuncusu Fatıma, vahyin inişinden hemen 6 ay veya bir rivayette bir yıl önce doğmuştu. Ve işte tarihler MS. 610 yılını gösterdiğinde Mekke de insanlık tarihinin en büyük hadisesi gerçekleşti. Çağ açıp çağ kapatan bir olay bu, gerçek manada çağ açıp çağ kapatan. Karanlık çağları bitirip bitmeyen aydınlık çağları başlatan bir olay.
Allah resulüne yalnızlık sevdirilmişti. Allah resulünün daha önceden hiç şiirle uğraştığı görülmemişti, yazı yazmayı zaten bilmiyordu. Bölgede din adamı sınıfına girmiyordu din adamlığı iddiası hiç olmamıştı, şairlik iddiası hiç olmamıştı, kâhinlik iddiası hiç olmamıştı. Allah resulünden peygamberlik öncesinde olağan üstü bir olay sadır olmamıştı diyebiliriz rahatlıkla. Zira eğer Allah resulünden olağan üstü bir olay sadır olmuş olsaydı biz buna ne diyelim diye kara kara düşünen Mekke’nin inkârcıları Kâhin diyelim, şair diyelim, efendim mecnun diyelim, arraf diyelim deli diyelim vs. ihtimalleri ortaya atıldığında Kâhin diyelim diyene ya ne söyleyelim, biz ondan önce, biz vahiy almadan önce onun herhangi bir olayına şahit olmadık ki diye sorana Velid Bin Muğıre şöyle demişti. Kişiyi anne babasından, kavminden, kardeşlerinden, akrabalarından ailesinden kopartıyor, bundan daha derin sihir mi olur demişti. Yani demek ki hiçbir örnek bulamadılar, eğer bir tek örnek bulsalardı Allah resulünden peygamber olmazdan önceki hayatında yaşanmış olağan dışı bir örnek, Falan zamanda falan şeyi yapmamıştı, şu olağanüstü sihir zuhur etmişti, şöyle bir sihir gerçekleştirmemişti diye onu bahane ederlerdi.
Diyemediler, söyleyemediler, şairliğini de iddia edemediler çünkü hiç rastlamamışlardı. Din adamı da değildi, din adamıyla ilgili herhangi bir görev de ihraz etmemişti. Dolayısıyla tüccardı, ticaret yapıyordu ve el emin adını almıştı ticaretinde ki dürüstlüğünden dolayı hayatında ki dürüstlüğünden dolayı. Hem de Mekke de el emin denilen tek insandı bir başkasına bu lakap verilmemişti. Bir rivayete göre bu lakabı daha sonra ona en azılı düşmanı olacak olan Ebu Cehil vermişti. Yani düşmanları dahi onun eminliğinde müttefik idiler.
İşte geçmişi böyle olan ve geçmişinde ahlakın bir numara olduğunu Kur’an’ın tasdik ettiği biriydi Allah resulü. Ve-inneke le-âlê hulûkîn 'azîm (Kalem/4) hiç şüphe yok ki sen muhteşem bir ahlaka sahipsin diyordu. Yine Allah resulünün geçmişinde herhangi bir dine çağırdığı, inanca çağırdığı, etrafını davet ettiğine dair hiçbir olaya rastlamıyoruz. Hatta Kur’an onun geçmiş inançlarına dair bir ifadesinde mâ künte tedriy melKitâbu ve lel iymân. (Şûrâ/52) sen bundan önce kitap nedir, iman nedir bilmezdin buyuruyordu. Ve vecedeke dâ(aaa)llen feheda. (Duha/7) Seni yolunu şaşırmış bir halde bulup o doğru yolu göstermedi mi diyordu Kur’an.
Dolayısıyla yanlışı görüyordu. Çevresindeki olup biten yanlışlara elbetteki vicdanı dayanmıyordu, isyan ediyordu fakat o dünyanın en nazlım, en sakin, en nazik, en zarif, en latif, en sessiz insanıydı. Etrafıyla o güne kadar hiçbir hususta kavgaya giriştiği görülmemişti. Herhangi birisiyle takıştığı görülmemişti, herhangi bir nizaya daldığı görülmemişti. Mekke de herkes herkesle kavga eder, fakat Abdullah oğlu Muhammed kavgalara nihayet verirdi. Mekke de herkes birbiri ile nizalaşır, Fakat Abdullah oğlu Muhammed hakemlik yapardı. Hacer-ül Esved’in Kâbe’nin duvarına yerleştirilmesi hadisesinde olduğu gibi. Dolayısıyla o hep iyiliklerde yer aldı. Hiç kavgalarda yer almamıştı hîlfu’l-Fudûl’da yer almıştı çünkü faziletliler ittifakıydı. Kelimeye hangi anlamı yükleyeceğimize dair değişen bir mana bu. Onun için Abdullah oğlu Muhammed hayatıyla dürüstlüğüne sadece dostlarını değil düşmanlarını da hayran bırakmıştı.
İşte bu hayatın sahibi olan Abdullah oğlu Muhammed yalnızlık bana sevdirildi buyuruyor. Peygamber olduktan sonra peygamberlik geldiği dönemdeki ruh halini ifade ederken yalnızlık sevdirilmişti. Çünkü zulme batmıştı her yer kapkaraydı. Cahiliyetin koyu karanlığı insanların vicdanlarını da karartmıştı. Yoksul hakkını arayamıyordu, zalimler daha zalim, varsıllar daha varsıl, yoksullar daha yoksul oluyordu. Mazlumun hakkını arayacak bir mercii yoktu, gücü, gücü yeteneydi, kurt kanunu hakimdi. Dolayısıyla yani cahiliyenin çöl kanunu hakimdi. Cahiliyenin çöl kanunu güçlünün haklı olduğu bir kanundu. Cahiliyenin çöl kanunu sözün gücünün değil gücün sözünün üstün olduğu bir kanundu. Allah sözün gücünü üstün kılmak için vahyi indirdi ve Abdullah oğlu Muhammed’i peygamber olarak seçti, zaten peygamberleri Allah seçerdi.
Varlık kendi içerisinde bir hiyerarşiye sahipti camid varlıklar yani taş toprak gibi. Onun üstünde nebatat, bitkisel varlıklar. Onun üstünde canlı varlıklar hayvan, hayvanat. Onun üstünde insan. Ama varlık sadece görünen varlıkla sınırlı değildi ki bir de bundan ötesi vardı. Bu alemi mülke dair varlıklardı, bir de alemi misal, yada alemi Berzah dediğimiz ara aleme ait görünmeyen ve bir de onun üstünde alemi ervah vardı ruhlar alemi. Birde onun üstünde alemi melekût vardı. Bir de onun üstünde alemi lâhud ki alemlerin üstünde bir alemdi.
Allah’a ait bir alem. Görünen alemle görünmeyen alemler arasında bir geçiş noktası var mıydı, varsa neydi. Tıpkı cansız varlıklarla veya katı maddelerle bitkiler alemi arasında nasıl mercanların, resiflerin bir ara, bir geçiş noktası oluşturması söz konusuysa diğer görünen alemlerin hepsinin arasında geçiş noktaları tabir caizse dudak dudağa değen teğet noktaları varsa, peki insanda yükselirse bir üst alemin hangi dudağına değerdi. İşte bu sorunun cevabı nübüvvet idi, risalet idi. İnsan Allah tarafından seçilir ve yüceltilirse bir üst alemin dudağına değerdi onun kulağı ve o dudaktan o kulağa dökülenler vahiy olurdu.
Vahiy başı gökte ayakları yerde ilahi bir hitap idi. İnsanlığın önüne saçılmış, serilmiş bir gök sofrasıydı. Bu gök sofrası insanlığın saadeti için idi. Çünkü insanlık yeryüzünün ustası idi. Ustanın usta olması için önce çırak olması lazımdı ve vahiy de ustayı yetiştirecek ilahi bir inşa projesiydi. İşte vahiy orada başladı Kur’an vahyi.
Hz. Aişe ve Ebu Musa El- Eşari anlatıyorlar. Fil olayından 40 yıl sonra bir Ramazan gecesinde ilk vahiy indi. Beyhaki; rüyalar silsilesi hicretten 13 yıl önce Rebiulevvel ayında başladı diyor, 6 ay sürdü diyor bu silsile ve ondan sonra da vahiy gelmeye başladı diyor. Hicretten 13 yıl önce Miladi 610 yılının şubat ayına denk geliyor. Ondan 6 ay sonrası ise 610 yılının ağustos ayına denk geliyor yani o yılın Ramazan ayı. Dolayısıyla 610 yılının Ramazan ayının bir pazartesi gecesinde. Yani Ramazan ın son 10 günü içinde bulunan bir pazartesi gecesinde ilk vahiy indi.
Pazartesi gecesi olduğunu Resulullah’tan öğreniyoruz, çünkü ResulAllah pazartesileri neden oruç tuttuğu sorusuna; Çünkü o gün ben doğdum ve o gün Kur’an doğdu buyurmuştu. Dolayısıyla Allah resulü ilk vahyi aldı ve işte o ilk vahiy Ikra’ ile başlayan ilk 5, bir rivayette ilk 8 ayetti. Şimdi o ilk inen vahiyleri işleyebiliriz.
Sûre adını 2. âyetinden alır. 'Alak, insanın müstesna oluşuna dair bu bağ¬lamda "alâka, ilgi, sevgi" anlamına, embriyolojik süreçlerle ilgili bağ¬lamlarda ise "ana rahmine düşmüş ceninin ilk hali, hücre" anlamına gelir.
İlk kuşaklar tarafından ilk âyetinin tamamıyla anılmaktaydı. Sûrenin girişi, gerçek anlamda insanlığın dönüm noktası olan Kur'an vahyinin ilk inen âyetleridir. Hz. Aişe ve Ebu Musa rivayetlerinde, vahiy, Mekke'de, "arayış" anlamına gelen Hıra mağarasında düşünce çilesi çeken Abdullah oğlu Muhammed 'e (a) Fil olayından yaklaşık 40 yıl sonra bir Ramazan gecesinde indirilen bu sûrenin ilk beş âyetiyle başlamıştır. Beyhaki, vahiy başlamadan önceki rüyalar silsilesinin hicretten 13 yıl önce bir Rebiulevvel ayında başladığını ve altı ay sürdüğünü nakleder. Bu tarihin miladi karşılığı 610 yılının Şubat ayıdır. Altı ay sonrası aynı yılın Ağustos ayına denk gelmektedir. Bu hesaba göre vahiy 610 yılının Ağustos ayında başlamıştır. Vahyin doğumunun Hz. Peygamber'in doğumuyla aynı gün olan Pazartesi'ne denk geldiğini, Hz. Peygamber'in niçin o günü oruçlu geçirdiği sorusuna verdiği cevaptan öğreniyoruz.
Bu konudaki sahih rivayetlerin özeti şudur: 40 yaşına doğru Muhammed'e yalnızlık sevdirildi. Hira dağındaki aynı adlı mağarada kendini tefekkür ve ibadete veriyordu. Bir gece aniden vahiy meleği geldi ve "Oku!" dedi. "Benim okumam mümkün değil!" diye cevapladı, zira o zamana kadar okumuş-yazmış değildi (Ankebût: 48). Rasulullah şöyle nakleder: " Melek beni öyle bir sıktı ki tüm gücüm gitti." Aynı şey üç kez tekrarlandı (Buhârî, Bed'u'l-Vahy 1:1; Müslim, İman, 1:73). Sonuncusunun ardından bu sûrenin ilk beş âyeti nazil oldu (Vahye dair bir not için bkz. 82/Şûrâ: 51, not 62). 23 yıllık vahiy sürecinin ilk kelimesi "oku"dur. Bu bir "yap" emridir ve her emir bir inşadır. Amaç vahyin muhataplarını inşa etmesidir, ilk beş âyetin konusu insanın öğrenme yeteneğidir. Vahiy açılışı bilgiye, insanın öğrenme yeteneğine ve araçlarına dikkat çekerek yapmıştır. Bu, insanın en temel sorununun, doğru bilgiyi elde etmek, üretmek ve iletmekle ilgili talim ve terbiye, eğitim ve öğretim süreci olduğunu gösterir.
İlk indirilen pasaj ve sûrelerin konuları arasındaki bilinçli bağlantı hayli anlamlıdır. Gerçek bir " önsöz " olan Fâtiha'yı dışarıda tutarsak, bizim tesbitimize göre nüzulde ilk beş sıra ve konuları şöyledir:
1)'Alak sûresinin ilk 5 âyeti düşüncenin ve bilginin inşasıyla,
2) Müzzemmil sûresinin ilk 11 âyeti, duygunun ve ahlâkın inşasıyla,
3) Müddessir sûresinin ilk 7 âyeti, misyon ve vizyonun inşasıyla,
4) Duhâ sûresinin tamamı teşvik ve motivasyonla,
5) İnşirah sûresinin tamamı azim ve kararlılıkla ilgilidir.
İnen ilk âyet, Allah adına/adıyla okuma emridir. Bu emir, karşılığını İslâm'ın şiarı olan besmelede bulur. İlk beş âyetin ardından, gelen âyetler daha sonraki bir zamanda inmiştir. Bu zaman fiili engellemenin başladığı 3. yılın başına tekabül etse gerektir. Usul kuralı gereği bir sûre için " Bu sûre falan zamanda indi" demek, o sûrenin başının indiği zamanı gösterir. Bu kural 'Alak sûresi için de geçerlidir.
Bu pasajda Allah'ın vahiyle kendisine tenezzül buyurduğu insanın en temel zaafına atıf yapılır: "Evet, evet; insan kendi kendine yettiğini sandığında mutlaka azar" (6-7). İnsan azınca ibadete engel olur, hakikati yalanlar ve ona sırt döner (9-13). Bütün bunların temelinde görmeyen bir tanrı tasavvuru yatar: "Kendisi bilmez mi ki, Allah görür mutlaka!" (14) Sûre, muhatabını inşa edicilik vasfını haykırırcasına, tevhid kelimesinin çatısıyla uyumlu olan bir nehiy ve iki emirle son bulur: "Asla o (azgın) insana uyma,- imdi (Rabbine) secde et ve yaklaşmaya gayret et!"
(M.İSLAMOĞLU)
Mekke döneminde vahyedilmiştir. Nüzul sıralamasında 1. süre olduğu ve Kalem süresinden önce indiği belirtilir. Ancak ilk olarak baştan beş ayeti vahyedilmiş, geri kalan on dört ayeti ise daha sonraki zamanlarda Ebû Cehil hakkında inmiş¬tir. Toplam 19 ayettir. İsmini 2. Ayette geçen ve lafzi olarak "asılıp tutunan, yapışan" anlamına gelen "alak" kelimesinden almıştır. Ayrıca ilk ayette geçen "ikra'" lafzına atfen "İkra' süresi" diye de adlandırılmıştır.
(M.ÖZTÜRK)
Mushaftaki sıralamada doksan altıncı, iniş sırasına göre birinci sûredir. Kalem sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Baştan beş âyeti Hz. Peygamber’e gelen ilk vahiy olduğundan ilk inen sûre kabul edilir. Geri kalan on dört âyetinin ise sonraları Ebû Cehil hakkında indiği rivayet edilmiştir. Bazı Kur’an tarihçileri ilk inen sûrenin Müddessir, bazıları da Fâtiha olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buhârî ve Müslim’de Hz. Âişe’ye isnad edilen rivayete göre Hz. Peygamber, içinde yalnız kalmayı âdet edindiği Hira mağarasında iken Ramazan ayının 27. gecesi (Pazar Pazartesi) tan yerinin ağarmaya başlamasından az önce ufukta nurdan bir şekil görmüş; o zamana kadar hiç karşılaşmadığı bu nuranî varlığın (Cebrâil) kendisine seslendiğini duymuştur. Hz. Peygamber olayı şöyle anlatır: “Melek bana okumamı emretti. Kendisine okuma bilmediğimi söyledim. Beni kollarının arasına alıp kuvvetle sıktı; sonra ‘oku!’ dedi. Ben yine, ‘Okuma bilmem’ dedim. Beni tekrar kollarının arasına aldı, kuvvetle sıktı ve ‘oku!’ diye tekrar etti. Ben yine ‘Okuma bilmem’ dedim. Üçüncü defa kollarının arasına alıp daha kuvvetlice sıktıktan sonra bıraktı ve şöyle dedi: ‘Yaratan rabbinin adıyla oku; O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretmiştir” (bk. Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 3; Müslim, “Îmân”,
Adı/Ayet Sayısı
Sûre adını 2. âyette geçen ve “asılıp tutunan” anlamına gelen alak kelimesinden almıştır. Ayrıca “oku” anlamına gelen ilk kelimesinden dolayı “İkra’ ve “İkra’ bi’smi rabbike” adlarıyla da anılmaktadır.
(DİYANET T.)
Adı: İkinci ayetteki "alak" kelimesi sureye isim olmuştur.
Nüzul zamanı: Bu sure iki kısma ayrılır. Birinci kısım, "İkra"dan beşinci ayet olan "ma lem ya'lem"e kadardır. İkinci kısım, "Kellâ inne'l-insane le yetğa"dan surenin sonuna kadardır. Cumhur ulema, birinci kısmın Rasulullah'a gelen ilk vahiy olduğunda ittifak etmiştir. Bunun hakkında, İmam Ahmed, Buharî ve Müslim müteaddit senetlerle en sahih hadislerden sayılan bir rivayeti Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir. Bu rivayette Hz. Aişe, vahyin nasıl başladığını Rasulullah'ın kendisinden duymuştur. Ayrıca aynı rivayet İbn Abbas, Ebu Musa el Eş'ari ve sahabeden bir cemaatten de şu şekilde menkuldür: "Kur'an'ın ilk inen ayetleri bunlardır." İkinci kısım, Rasulullah Harem-i Şerif'te namaz kılmaya başladığı ve Ebu Cehil'in de onu namazdan menetmek için tehdit ettiği zaman nazil olmuştur.
Vahyin başlangıcı Muhaddislerin kendi senetleri ile İmam Zühri'den, onun Urve b. Zubeyr'den, onun da, teyzesi Hz. Aişe'den rivayet ettiği gibi vahyin başlangıcı şu şekilde nakledilmiştir: Vahiy ilk dönemlerde Rasulullah'ın sadık rüyalar (bazı rivayetlerde iyi) görmesi ile başladı.
Rasulullah bu rüyaları apaçık bir gerçek olarak görmekteydi. Rasulullah daha sonra yalnızlığı sevmeye başladı. Hıra mağarasında günlerce ibadet için kalırdı. (Hz. Aişe burada "tahanus" kelimesini
kullanmıştır. İmam Zuhri bunu "taabbûd" olarak açıklamıştır. Bu, Rasulullah'ın eda ettiği bir çeşit ibadetti. Çünkü Allah (c.c.) ona henüz nasıl ibadet edeceğini öğretmemişti) Rasulullah (s.a) evden yiyecek ve içeceğini alarak mağarada birkaç gün geçirirdi. Sonra yine eve döner ve Hz. Hatice'ye yiyecek ve içecek hazırlatarak ibadet için mağaraya
dönerdi. Birgün Rasulullah Hıra mağarasında iken birden bire vahiy nazil oldu. Melek gelerek ona "oku" dedi. Hz. Aişe Rasulullah'ın sözünü şöyle nakletmektedir: "Ben okumuş değilim, dedim. Bunun üzerine melek beni tutarak sıktı. O kadar şiddetliydi ki tahammül edemiyordum. Sonra bıraktı ve tekrar "oku" dedi. Ben tekrar "okumuş değilim" dedim. Beni tekrar o kadar şiddetli sıktı ki tahammül edemedim. Sonra bıraktı ve tekrar "oku" dedi. Ben tekrar "okumuş değilim" dedim. Beni üçüncü defa öyle kuvvetli sıktı ki, tahammülüm kalmadı. Sonra beni bıraktı ve "Ikra bismi Rabbike'llezi halak" (Yaratan Rabb'inin ismiyle oku) dedi. Bu ayetten "ma lem ya'lem" e kadar okudu. Hz. Aişe diyor ki: Sonra Rasulullah, titreyerek eve döndü ve Hz. Hatice'ye "beni örtün" dedi. Rasulullah'ı örttüler. Bu korku durumu geçtikten sonra Rasulullah şöyle buyurdu: "Ey Hatice! Bana ne oldu?" Daha sonra bütün olanları Hz. Hatice'ye anlattı. Ve "Canımdan korkuyorum." dedi. Hz. Hatice "Kesinlikle değil. Memnun ol. Allah'a yemin ederim ki, O seni rezil etmez. Sen akrabalarına iyi davranırsın. Doğru sözlüsün (Diğer bir rivayette emaneti yerine getirirsin), çaresiz olanların yükünü hafifletirsin, fakir ve yoksullara yardım edersin, misafirperversin, iyi işlerde yardımcısın..." dedi. Hz. Hatice daha sonra Resulullah'ı yanına alarak amcasının oğlu Varaka b. Nevfel'e gittiler. Varaka, cahiliye döneminde Hristiyan olmuştu. İbranice ve Arapça olarak İncil yazıyor, okuyordu. Çok yaşlı olduğundan gözleri görmüyordu. Hz. Hatice ona şöyle dedi: "Ağabeyciğim! Yeğenini biraz dinler misin?" Varaka Rasulullah'a sordu ve Rasulullah olanları anlattı. Varaka: "Bu aynı Namustur (Vahiy getiren melek). Allah, onu Hz. Musa'ya da göndermişti. Keşke senin nübüvvet zamanında genç olabilseydim. Keşke kavminin, seni yurdundan çıkaracağı zamana kadar yaşayabilseydim." Rasulullah sordu: "Onlar beni buradan kovacaklar mı?" Varaka: "Evet, senin getirdiğini getiren bir şahsa insanların düşman olmadığı bir zaman yoktur. Eğer senin döneminde yaşarsam bütün gücümle sana yardım ederim." dedi. Ancak çok geçmeden öldü.
Bu rivayetten açıkça anlaşılıyor ki vahiy gelmeden hemen önce bile Rasulullah'ın düşüncesinde Nebi olacağına dair bir şey yoktu. Nebiliğe talip olmak ve onu beklemek bir yana, onun ne olduğunu bile bilmiyordu. Vahyin nüzulü ve melekle karşılaşması bir kişinin hiç beklemediği halde büyük bir olayla karşılaşması ve onun etkisi altında kalması gibi bir şeydi. Bu nedenle, İslâmı daveti başladığında Mekkeliler Rasulullah'a her türlü itirazı yönelttikleri halde, hiç kimse "Biz böyle şeyi Muhammed (a.s) den bekliyorduk, çünkü o bunun planlarını yapıyordu." diyememiştir. Bu rivayetten şu da anlaşılmaktadır: Rasulullah nübüvvetten önce de çok temizdi. Onun
ahlakı çok yüceydi. Hz. Hatice 55 yaşında bir kadın ve Rasulullah ondan 15 yaş küçüktü. Uzun evlilik dönemleri içerisinde Rasulullah'ın hiç bir şeyi Hz. Hatice'den gizli kalamazdı. O, Rasulullah'ın ahlakının ne derece yüksek olduğuna bizzat tanıktı. Rasulullah Hıra'dan döndüğü zaman, onun başından geçenleri duyunca hiç tereddütsüz kabul ederek şöyle demişti: "Sana vahiy getiren gerçekten Allah'ın meleğiydi" Aynı şekilde Varaka b. Nevfel'de Mekke'nin yaşlı bir kişisi idi. Rasulullah'ı çocuktan beri tanırdı. 15 senelik yakın akrabalığı dolayısıyla Rasulullah'ın hayatına ve yaşantısına yakından vakıftı. Rasulullah'tan vahiy olayını işitince o da hiç tereddütsüz kabul etmiş ve şöyle demişti: "Bu aynı Namus'tur ki, Hz. Musa'ya da gönderilmişti." Bunun anlamı şudur: Varaka'ya göre de Rasulullah öyle bir insandı ki, ona nübüvvet verilmesi çok tabiiydi.
İkinci kısmın nüzul zamanı: Bu surenin ikinci kısmı, Rasulullah'ın namaz kılmaya başladığı ve Ebu Cehil'in de onu korkutmak, tehdit yoluyla engel olmak istediği zaman nazil olmuştur. Öyle anlaşılıyor ki, nübüvvetten sonra Rasulullah İslâmî tebliğe başlamadan önce Harem-i Şerif'te Allah'ın öğrettiği tarzda namaz kılmaya başlamıştı. Mekkeli müşrikler bundan Rasulullah'ın yeni bir din takip etmeye başladığını anlamışlardı. Mekke'deki diğer insanlar Rasulullah'ın yeni
tarzdaki ibadetini hayretle seyrederken, Ebu Cehil, cahiliyet taassubu ile bu şekilde ibadet etmemesi için Rasulullah'ı korkutmaya çalıştı. Bu olay hakkında pek çok hadis vardır. Ebu Cehil'in bu beyhude hareketinin hadisi İbn Abbas ve Ebu Hureyre'den mervidir.
Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilmiştir. "Ebu Cehil Kureyşlilere sormuş; Muhammed siz varken de ellerini yere koyup secde ediyor mu? Onlar "evet" dediler. Ebu Cehil, "Lat ve Uzza'ya yemin ederim, eğer onu bu şekilde ibadet ederken görürsem ensesine ayağımı basarak yüzünü yere sürteceğim." dedi. Bir gün, Rasulullah namaz kılmaktaydı. Ebu Cehil, ensesine basmak için ona doğru yöneldi. Ama birdenbire herkes onun geri çekildiğini gördü. Ebu Cehil'e soruldu: "Ne oluyor?" Ebu Cehil: "Benimle onun arasında bir ateş hendeği vardı. Bazı kanatlar da gördüm." Rasulullah şöyle buyurdu: "Eğer yanıma gelseydi melekler onu parçalayacaktı." (Ahmed, Müslim, Neseî, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, İbnü'l Münzir, İbn Merduye, Ebu Nuaym, İsfehanî, Beyhakî)
İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: "Ebu Cehil dedi ki: Eğer Muhammed'in Kâbe civarında ibadet ettiğini görürsem ensesini ayaklarımın altına alacağım." Bu haber Rasulullah'a ulaştığında şöyle buyurdu. "Eğer böyle yaparsa melekler onu yakalarlar". (Buharî, Tirmizî, Neseî, İbn Cerir, Abdürrezzak, Abd b. Humeyd, İbn Münzir, İbn Merduye). İbn Abbas'tan diğer bir rivayette şöyledir: "Rasulullah, Makam-ı İbrahim'de namaz kılmaktaydı. Ebu Cehil yanına gelerek şöyle dedi: "Ey Muhammed! Ben seni bundan menetmedim mi? ve Rasulullah'ı tehdit etmeye başladı. Rasulullah ona sert bir şekilde "Sen kim oluyorsun?" karşılığını verdi. Bunun üzerine Ebu Cehil. "Ey Muhammed! Sen kime güvenerek beni korkutuyorsun? dedi. Ve devam etti: Tanrıya yemin ederim ki, burada en fazla yardımcısı olanlardanım. (Ahmed, Tirmizî, Neseî, İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe, İbn
Münzir, Taberanî, İbn Merduye) Bu olay üzerine surenin "kella inne'l insane le yetğa" ile başlayan kısmı nazil olmuştur. Bu kısmın yeri doğal olarak Kur'an'ın bu suresindedir. Çünkü Rasulullah İslâmı ilk kez namaz ile açığa vurmuştu. Kafirlerle karşı karşıya gelmesinin başlangıcını bu oluşturmuştu.
(MEVDUDİ)