ALAK SURESİ


Ayet Getir
96-ALAK 1. Ayet

اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ

Ikra’ bismi rabbikellezî halak(halaka).

Bayraktar Bayraklı

Yaratan Rabbinin adı ile oku!


Edip Yüksel

Yaratan Efendinin ismiyle oku.


Erhan Aktaş

Yaratan Rabb’inin adıyla duyur.1 1- Vahyin ilk ayeti olduğu kabul gören bu ayetteki “ıkra” sözcüğüne “oku” anlamı vermek önemli bir yanılgıdır. Henüz ortada okunacak bir metin olmadığına göre, okumaktan söz etmek mantık dışıdır. Bu sözcükle ifade edilen şey; sana vahyettiğimiz mesajı, aklında tut, derleyip toparla ve ondan sonra da insanlara duyurmaya, ilan etmeye, ulaştırmaya başladır. Ikra, sözcük anlamı olarak esasen “bir şeyleri biriktirip onu dağıtmak, başka yerlere nakletmek” demektir. Bu ayeti, İslam’ın bilgiye verdiği değeri örneklemek için konu edinmek; “İslam’ın ilk emri oku”dur türü bir tanımlama yapmak doğru değildir. Zira ayet, okumanın öneminden değil, vahyin insanlara duyurulmasından söz etmektedir. Nasıl ki “ezan okumak”, “türkü okumak” dendiği zaman, okunan bir metinden değil de duyurmaktan, söylemekten söz edilmiş olunuyorsa, ayetteki “ıkra” sözcüğü de duyurma anlamında bir okumayı ifade etmektedir.


Muhammed Esed

Oku yaratan Rabbin adına,


Mustafa İslamoğlu

Oku yaratan Rabbin adına;


Süleyman Ateş

Yaratan Rabbinin adıyle oku.


Süleymaniye Vakfı

Rabbinin adıyla oku; yaratan odur.


Yaşar Nuri Öztürk

Yaratan Rabbinin adıyla oku/çağır!


Ayetin Tefsiri

MEAL
1.) OKU1 yaratan Rabbin adına;2
(M.İ)
1.)  [Ey Peygamber!] Seni yaratan rabbinin adına bu ayetleri duyur, anlat!
(M.Ö)
1.) Ey Muhammed! Sen Allah tarafından seçilmiş bir peygambersin; bundan böyle, bütün varlıkların yegâne yaratıcısı ve sahibi olan Rabbinin sana ileteceği ilâhî mesajları O’nun emriyle insanlara tebliğ et!
(H,E;M,C)

TEFSİR

Kur'an'ın ilk suresi bu suredir. Ve bu sure Allah'ın adı ile başlamaktadır. Resulullah'ı yönlendirdiği ilk esnada, yücelerin yücesi ile bağlantı kurduğu ilk anda, seçilmiş olduğu davet yolunda atmış olduğu ilk adımda onu Allah'ın adı ile okumaya yönlendirmektedir: "Oku yaratan Rabbinin adı ile." Ve sure Allah'ın adı ile başladığı gibi, Rabbin sıfatlarından olan yaratmanın ve hayata başlamanın kendisi ile sağlandığı yaratma sıfatı ile başlamakta ve Allah'ı "yaratan" diye nitelemektedir.
(S.KUTUB)
1. Girişte de açıklandığı gibi, Melek "oku" dediğinde Rasulullah "Ben okuma bilmem" şeklinde cevap vermişti. Bundan anlaşılıyor ki, Melek vahyi yazılı olarak getirmiş ve Rasulullah'ın bunu okumasını söylemişti. Çünkü eğer meleğin maksadı kendi söylediğini
Rasulullah'ın sadece tekrar etmesini istemek olsaydı, Rasulullah "Ben okuma bilmem" demezdi.
2. Yani Rabb'inin ismiyle oku. Diğer ifadeyle "Bismillah" diyerek oku. Bundan anlaşılıyor ki, Rasulullah vahiyden önce de yalnız Allah'ı Rabb olarak tanıyor ve biliyordu. Onun için "Rabb'in kimdir? denmeye gerek görülmemiştir. Yani burada sadece Rabb'inin ismiyle oku denmiştir.
(MEVDUDİ)
Kur’an-ı Kerim’in doksan altıncı sûresi. On dokuz âyetten doksan iki
kelime ve iki yüz seksen harften ibarettir. Fasılaları, kaf, mim, ye, te ve be'dir. Bu sûrenin ilk ayetleri; Kur'an-ı Kerîm'in ilk nazil olan ayetleridir. Sure, İkra kelimesiyle başladığı için ona İkra suresi de denilir. Kalem kelimesi geçtiği ve kalemle öğretmenin öneminden bahsettiği için bazı selef âlimlerince Kalem sûresi diye de adlandırılmıştır. Hz. Âişe (r.a) validemizden nakledilen bir rivayette, bu surenin ilk ayetlerinin indirilişi hakkında, şu bilgiler verilmektedir:
"Rasulullah (a.s) a gelen ilk vahiy, uykusundaki sadık rüya hâlindeydi. Ne zaman bir rüya görse mutlaka gün aydınlığı gibi çıkardı. Sonra ona yalnız başına kalmak hoş gösterildi.
O, Hıra Dağı'ndaki mağaraya çekilerek belirli gecelerde orada ibadet
etmekteydi. Bu sırada ailesine yaklaşmamaktaydı. Beraberinde yiyeceğini de götürüyordu. Yiyeceği tükenince tekrar Hz. Hatice'nin yanına gelip azığını almakta ve geri gitmekteydi. Nihayet 27 Ramazan pazartesi gecesi Hak ona Hıra mağarasında geldi. Yaklaşan melek 'Oku' dedi. O ise 'Ben okuyamam' diye cevap verdi. Rasulullah buyurdu ki 'Melek beni sıktı, son derece yordu ve bıraktı. Sonra 'Oku' dedi. Ben ise 'Okuyamam' dedim. İkinci defa beni aldı ve sıktı. Son derece yordu. Sonra bıraktı ve 'Oku' dedi. Ben 'Okuyamam' deyince üçüncü defa aldı ve sıktı Kur'an'ın ilk ayetlerini okudu." "Oku, yaratan Rabb'inin adıyla. O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku, Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. Ki o kalemle öğretendir. İnsana bilmediğini öğretmiştir." (elAlâk: 96/1 -5)

Böylece Rasulullah ilikleri titreyerek döndü ve Hz. Hatice'nin yanına
geldi. Eve varır varmaz 'Beni örtünüz' dedi. Üzerini örttüler. Korku ve dehşeti gidinceye kadar yattı. Rasulullah, 'Ey Hatice, bana ne oldu?' diyerek başından geçenleri anlattı. Ve, 'Kendimden korktum' dedi. Hz. Hatice ise ona; "Aslâ! Seni müjdelerim. Andolsun ki seni Allah ebediyen mahcûp etmez. Çünkü sen, akrabalarını ziyaret edersin, doğru söylersin, zahmetlere katlanır, misafirlere ikram edersin, haklı olanlara destek olursun" dedi. Surenin ilk bölümü bu olay sırasında, geri kalan kısmı da daha sonra nazil olmuştur. Zîra daha sonra, ibadet ve tebliğin alenen yapılmasının emredildiğini
bildiren ayetler inmiştir. Bu ayetler de, surenin ikinci kısmında yer alır.
Nitekim bu durum suredeki "O alıkoyanı gördün mü sen, bir kulu namaz kılarken" ayetinden anlaşılmaktadır. Bu son ayetlerin Ebu Cehil hakkında nazil olduğu bilinmektedir. İkra Suresi'nde beyan buyrulanları şöylece sıralayabiliriz: Her işe Allah'ın adıyla başlanması gerekir. İnsanlara kalemi ve bilmediğini Allah öğretmiştir. Okumak ve ilim sahibi olmak farzdır. Okumayınca insan azar. Kendisini Allah'a muhtaç hissetmeyen kişi ona asi olur. Son dönüş yine Allah'a olacaktır. Hak yolda olanları engelleyenler ve bu durumdan vazgeçmeyenler ebedî alemde cezalandırılacaklardır. Gâfillere uyulmaması gerekir. Allah'a secde edip ona yakın olmak kul için bir vazifedir.
Sure vahiy düzenini ve vahiy medeniyetini insanoğluna ilk tanıtan sure olarak İslâm ve Kur'an'ın insanı ve dolayısıyla bütün toplumu olgunlaştırdığını bu ilk mesajla bildirmektedir. Okumanın ve ilmin ilk temeli Allah'ı tanımaktır. Bu, İslâm'ın ilk temeli olduğu gibi ilmin de esasıdır. Kur'anî mesajın "Oku" emriyle başlaması, vahyin ve İslâm'ın okumaya ve ilme verdiği önemi en güzel bir şekilde yansıtmaktadır. Ayrıca ilmin ve dünya nimetlerinin insanı hak yoldan ve Allah'a tam anlamıyla bir kul olmaktan alıkoyması muhtemel olduğu için, bunun ancak Allah'a ibadet ile tamamlanacağı ve ilim ile ibadetin birbirlerinden ayrılmaz unsurlar olduğu da surenin ilk ve son ayetleri arasındaki insicamdan anlaşılmaktadır.

Ulemânın tahkikiyle buraya kadar olan ilk beş âyetlik kısım birinci
bölümdür. Buhârî ve Müslim, Hz. Ayşe’den bu birinci bölümün Rasulullah’a ilk gelen âyetler olduğunu rivâyet eder. Bundan sonraki ikinci kısım, yani altıncı âyetten itibaren sonuna kadar ki bölüm de Rasulullah Efendimizin Harem-i Şerif’te namaz kılmaya başladığı ve
Ebu Cehil’in onu tehditle menetmeye çalıştığı zaman nâzil olmuştur.
Allah’ın Resûlü içinde bulduğu toplumdan ve bu toplumun yaşayışından memnun olmadığı için 40 yaşına yaklaştığı yıllarda toplumdan uzaklaşmayı, inzivayı denedi. Tabii bu esnada ne risâletle, ne nebilikle ilgisi olan bir kimse değildi. Peygamberliği de, risâleti de, nübüvveti de bilmiyor, bu yüzden de kendisini sıkıntıya sokuyordu. Çaresizlik ve belki de önceki Peygamberlerin deneyimi onu inzivaya sevk etti. Hz. Hatice ve toplum, Ramazan ve Hac aylarını bilmektedir.
Rasulullah’ın toplumdan ayrıldığı günler bilhassa Ramazan günleridir. İşte yine böyle bir Ramazan günü Allah’ın Resûlü Nûr dağındaki Hıra mağarasına çıkmış ve orada bilebildiğince Rabbe yönelmişti. Bilebildiğince tefekkür ediyor, beyin fakültelerini çatlatırcasına düşünüyor, yalvarıyor ve toplumun bozuk düzen gidişine çözüm arıyordu. Vahyin ilk başlangıcı ile ilgili rivâyetten bunu öğreniyoruz.

Nihâyet Hıra’dayken tanımadığı bir varlık gelir ve Allah’ın Resûlü’ne
hitaben: İkra’! der. Bunun üzerine çok korkan ve neye uğradığını bilemeyen Allah’ın Resûlü: “Ma ene bikâriin” der. “Ben okuma bilmem” der. Zira o dönemin insanının da anladığı mânâda Rasulullah Efendimiz bir okul, medrese görmemişti. Okumayı da bilmiyordu. Yani okur-yazar değildi. Ana-babası ona bunu öğretmemişti, eğitmemişti. Zaten doğmadan babasını kaybetmişti. İçinde bulunduğu toplumunun da bu konuda yetiştirme gücü yoktu. Tanımadığı, bilmediği o garip kişi onu üç defa sıkar ve “Oku!” der. Her defasında da Allah’ın Resûlü: “Ben okumasını bilmem” der. Kimileri Rasulullah
Efendimizin bu ifâdesine dayanarak o zâtın kendisine yazılı bir metin
sunduğunu ve yüzünden o metni okumasını istediğini söylemeye çalışmış olsalar da, bu, yüzünden okunmak üzere Rasulullah Efendimize arz edilen bir metin değildi. Bu bir metin değil vahyin bir parçasıydı. Allah sözü insan sözüne benzemez. Allah vahyini dilediği gibi indirendir. Meselâ karşınızda oturan Hasan adlı bir kimseye: “Hasan namaz kıl” deseniz, Hasan sizin sözünüzün devamını beklemeden o anda kendisine namaz emrini verdiğinizi zannederek namaz kılmaya doğrulsa, sonra onu tutup iyice bir sıktıktan sonra yerine oturtsanız, arkasından yine: “Hasan namaz kıl” deseniz,
Hasan da yine sözünüzün devamını beklemeden namaza doğrulsa, yine tutup, sıkıp oturtsanız… Aslında Hasan acele etmeyip biraz beklese, sözünüzün devamını beklese, ona şöyle diyeceğinizi görür: “Hasan namaz kıl, çünkü namaz insanı bütün kötülüklerden alı kor.” Aslında Hasan’a namazın önemi anlatılacakken, Hasan o anda kendisine namaz kılma emri veriyormuşsunuz gibi sözünüzün devamını beklemeden namaz kılmaya kalkıyor, siz de onu sıkıp
yerine oturtuyorsunuz.
İşte aynen bunun gibi ilk zamanlar Allah’ın Resûlü vahyin ne olduğunu bilmiyordu. Allah sözüne alışık olmadığı için vahyin atmosferine giremiyordu. Çünkü Allah’ın Resûlü, vahiy nedir, Allah sözü nedir, peygamberlik, risâlet, melek nedir? Allah sözünü nasıl gönderir? Bunların hiçbirisini bilmiyordu. Halbuki bu vahyin bir parçasıydı ve Rasulullah Efendimiz biraz sabredip sözün devamını bekleseydi Allah ona Rabbinin adına, Rabbinin namına, Rabbinden
gelenleri Rabbin rızasına götürücü olarak oku, buyuracaktı. Bu durum, yani Rasulullah Efendimizin vahye alışması bir süre devam etti. Bunu Kur’an’ın başka yerlerinde de görüyoruz. Meselâ Kıyâmet sûresinde
görüyoruz ki vahyin inzâli esnasında Allah’ın Resûlü kendisine gelen âyetleri unutmamak için, bir an evvel bellemek, ezberlemek ve onu insanlara ulaştırmak için nötr halini bozup dilini hareket ettirmeye çalışıyordu da Rabbimiz onu şöyle uyarıyordu: “Ey Muhammed! Cebrâil sana Kur’an okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle. Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. Biz onu Cebrâil’e
okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle. Sonra onu açıklamak Bize
düşer.” (Kıyâmet 16 19)
“Ey Peygamberim! Kur’an’ı acele olarak, süratlice belleyip kavramak,
unutmamak için dilini depretip, hareket ettirip durma! Şüphesiz ki onu kalbinde toplamak ve onu sana okutmak bize aittir!” Vahiy normal geliyorken Rabbimiz vahyin konusunu, normal akışını keserek peygamberinin istenmeyen bir durumunu düzeltiveriyordu. “Peygamberim! Dilini depredip durma! Dilini oynatıp durma! Yani aceleye getirip durma işi! Sen acele etmeye çalışıyorsun da ondan! Ne oluyor? Ne endişen var senin? Niye acele ediyorsun? Değil mi ki biz onu toplamışız, biz o Kur’an’ı bir araya getirmişiz, biz onu cem’ etmişiz. Yani o harfleri, o kelimeleri, o âyetleri bir araya biz getirmişiz, onu biz okuyoruz. Onun Kur’an’ını da, okunuşunu da, okunaklığını da biz ortaya koymuşuz. Sonra sana gereken, sana
düşen de biz onu okuyunca onun okunuşuna uymandır! Ya da peşinde ol! Onun okunuşuna tabi ol! Nötr bir vaziyette bekle! Sonra da biz hemen arkasından onu sana beyan edeceğiz. Yani sen onu anlar hale geleceksin. O senin hafızana, beynine, kalbine nakşedilecek.” İşte anlatılan bu.
İşte burada da görüyoruz ki vahye henüz alışamamış olan Peygamberini uyarıyordu Rabbimiz. Bir kere Allah’ın Resûlü onu kafasında muhafaza etmek sorumluluğunda hissediyordu kendini. Bundan önce Â’lâ sûresindeki âyet geldi. “Ey Muhammed! Sana Kur’an’ı Biz okutacağız ve asla unutmayacaksın. Allah’ın dilediği bundan müstesnadır. Doğrusu açığı da, gizliyi de bilen O’dur.” (A’lâ 6,7) “Biz sana okuyacağız ve sen asla unutmayacaksın! Bu aslında Kur’an’ın vahyedilmesi ve muhafazasının Rasulullah’a bir görev olmadığını, kendisinin böyle bir sorumluluğunun olmadığını, bu işi Allah’ın bizzat kendi uhdesine aldığını haber veriyordu. Ama Allah’ın Resûlü önceleri bunu bilmiyordu. Yani Allah’ın Resûlü Kur’an Kerîm gelirken, bu Kur'an ne kadar sürede gelecek? Kaç yıl gelecek? Ne kadar gelecek? Kaç âyet, kaç sûre gelecek? Ne kadarı Kur'an bölümü olacak? Ne kadarı okunan bölüm, namaza tahsis edilen bölüm olacak?
Unutulacak mı, unutulmayacak mı? Bu konuda Kur’an’ın, vahyin muhafazası konusunda bir sa’yi, bir gayreti, bir tedbiri olacak mıydı, olmayacak mıydı, bunu bilmiyordu. Ama sonradan Rabbimiz tarafından anlatıldı ve Allah’ın Resûlü de anladı. Meselâ Fetret döneminde bilemediği için vahyin kesilmesine üzülen Allah’ın Resûlü sonradan öğrendiği için artık İfk hadisesinde vahyin gecikmesine üzülmüyordu.

İşte burada da Rasulullah Efendimiz vahyin ne demek olduğunu bilmediği için meleğin “oku” ile başlayan vahyinin devamını beklemeden “ben okumasını bilmem” demiş, melek onu üç kere sıkıştırmış ve neye uğradığını bilemeyen Allah’ın Resûlü çok korkmuştu. Gerçekten dehşetli bir hadise… Peygamber hemen eve döner, biraz sakinleşince durumu Hz. Hatice’ye anlatır. Korkusunu izhâr edince dirâyetli ve ferasetli kadın Hz. Hatice, kadın cinsinin en şereflisi der ki: “Allah’a yemin ederim ki O seni rezil etmez. Çünkü sen herkese iyilikte bulunan ve hiçbir kötülük düşünmeyensin.” Hattâ der ki Hatice anamız: “O geldiğinde ben başımı açarım, eğer o bir melekse uzaklaşır. Çünkü başın açıldığı bir ortamda melek durmaz. Böylece onun bir şeytan mı yoksa bir melek mi olduğunu anlarız.”
Bundan da anlaşılıyor ki o dönemde de baş örtme âdeti vardı toplumda. Sonra Hatice annemiz: “Bu işin ne olduğunu anlamak için Varaka’ya gidip soralım, çünkü Varaka İncil’i, Tevrat’ı bilen bir adamdır” der ve Rasulullah Efendimizle birlikte Hatice annemizin akrabası olan Varaka’ya gidip durumu anlatırlar. Rasulullah Efendimizin başından geçenleri dinleyen Varaka: “Vallahi bu sana
gelen melek daha önce Mûsâ’ya ve Îsâ’ya gelen Namus-u Ekberdir, keşke sana yetişip ben de Müslüman olsaydım” der.

İşte Rasulullah efendimize vahyin ilk gelişi böyledir. Vahiy; bu konu Alak sûresiyle üzerinde durmak zorunda olduğumuz bir konu. Mahiyetini Allah bilir. Nasıl oldu? Nasıl oluyordu? Nasıl geliyordu? Vahiy, Allah’ın kendi bilgisini yerde seçtiği peygamberlerine aktarmasıdır. Azîz, Hakîm, Cebbâr, Kahhâr olan bir Allah.. Zâtı hakkında ancak kendisinin bildirdiği kadar bilgimizin olduğu bir
Allah… Zaman O’nun dışında, mekân O’nun dışında. Zamandan mekândan münezzeh bir Allah… Böyle bir Allah, yerde her hangi birine rahmeten, lütfen bilgisini aktarıyor. Gerçekten bu çok muazzam bir şeydir. Zümer sûresinde de öyle deniyordu: “Onlar Allah’ı gereği gibi değerlendiremediler. Bütün yeryüzü, Kıyâmet günü O’nun avucundadır; gökler O’nun kudretiyle dürülmüş olacaktır. O, putperestlerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir.” (Zümer 67)

İnsanlar Allah’ı gereği gibi bilemediler, takdir edemediler. Güç ve
kudretine sınır olmayan bir Rabb, çok küçük bir dünyanın çok küçük bir insanına rahmeti ve merhameti gereği kendi bilgisini aktarıyor. İnsanı muhatap kabul ediyor ve onu kendi bilgisiyle şereflendiriyor. Bu ne büyük bir lütuftur! İşte vahiy budur. Bildiğimiz kadarıyla Rabbimizin yerdeki kullarının hayatına karışmasında odak nokta seçtiği, Rabbimizin yeryüzünde konuşan ağzı olan Rasulullah Efendimize vahiy değişik usullerle gelmiştir. Bazen vasıtasız, direkt kuluna söylemiş Rabbimiz. Bazen melekle vahyetmiş, bazen rüyada vahyetmiş, bazen insan sûretinde gönderdiği meleğiyle vahyini ulaştırmış, bazen çıngırak sesine benzer bir sesle seslenmiştir... Sûrenin ilk âyeti: “Oku” İşte Rabbimizin son elçisine ilk vahyi budur. Acaba neden Rabbimiz ilk vahyini “İkra’” ile başlattı? Neden ilk vahyinin başında “İkra!” “Oku!” diye emretti? Belki de böyle bir soru zaittir. Zira bu konuda Kur’an-ı Kerîm’in başka bir yerinde bir açıklama göremiyoruz. Rasulullah’tan da bu konuda herhangi bir açıklama varit olmamıştır. Ama aynı örnekliği, aynı çizgiyi takip etmek zorunda olan bizler elbette bunu ciddi ciddi düşünmek zorundayız. Bu soruyu kendimize sormak zorundayız. Niye buradan başladı vahiy? Bu bize neyi anlatır? Bunun üzerinde düşünmek ve sebebini anlamaya çalışmak zorundayız. Şimdi Rasulullah Efendimizin o dönemki toplumunu düşünelim. Öyle bir toplum ki alabildiğine vahşi, alabildiğine cahil, âdeta cehaletin zirvesinde bir
toplum... İnsanlar kulluk ve rubûbiyette ortaklık içindeler… O kadar Rabb var ki toplumda, kim kul, kim Rabb belli değil. Tanrılar ve kullar sarmaş dolaş yaşamaktadır. Hiç kimse kulluğundan veya yaratılışından haberdar değil. Nasıl var oldular? Kendilerini kim var etti? Kim yarattı? Nasıl meydana geldiler? Bu dünya, bu kâinat, bu varlar, bu varlıklar nasıl meydana geldi, kimse bilmiyor, kimse düşünmüyor. Herkes kendilerinin bilgi sahibi olduklarını zannediyor.

Bütün bunları kendilerinden biliyorlar. İşte böyle bir topluma, hem de uzun bir süre kendilerine vahiy gelmeyen bir bölgeye ilk gelen vahiy ”Oku!” diye başlıyor. Elbette bu, vahyin bir parçasıydı. Rabbimiz Kitabının başında, ilk vahyinde Peygamberine ve onun şahsında bizlere “Oku!” diyordu. Eğer Allah’ın emri bu kadarla kalsaydı iş kolaydı. Yani Rabbimiz peygamberine oku deseydi, emrini, vahyini sadece bu kadarla bıraksaydı ve Allah’ın Resûlü de Rabbinden aldığı bu vahyi, bu emri ulaştırması gereken toplumuna tebliğ etse ve “Oku!” deseydi, “Okuyun!” deseydi o zaman toplumuyla kendisi arasında hiç bir problem çıkmayacaktı. Yani Rasulullah’la toplumunun arası asla açılmayacaktı. Peygamberle toplumu arasında herhangi bir sürtüşme olmayacaktı. Neden? Çünkü zaten toplumda herkes okuyordu. Bugün de öyle. Bugün de herkes okuyor. Gerçi bugüne kadar biz zannediyorduk ki bu insanlar okumuyorlar. Okumuyorsunuz diye kızıyorduk bu insanlara. Ama anlıyoruz ki herkes okuyor. Rasulullah’ın toplumunda okuyan, yazan yoktu. Belki toplumun yüzde biri okuma-yazma biliyordu, diğerleri cahildi. Eğer Allah sadece “oku!” deseydi Rasulullah da toplumundan bunu isteseydi, kesinlikle toplumla peygamber arasında bir sürtüşme olmayacaktı. Çünkü o gün de, bugün de toplum okuyor. Ayda en aşağı 56 saat televizyonu okuyor, seyrediyor bu insanlar. En azından 35 saat radyoyu okuyorlar, dinliyorlar. Gazeteleri okuyorlar, eşyayı okuyorlar, piyasayı, reklamları, vitrinleri, ekranları okuyorlar. Yani uyku hariç sürekli okuyor bu toplum. Aynen bugün olduğu gibi o gün de okuyordu toplum. Sihirbazları okuyorlardı, kahinleri okuyorlardı, eşyayı, piyasayı okuyorlardı. İnsanlar ne yapmaları gerektiğini, nasıl hareket etmeleri gerektiğini, hayatlarını nasıl düzenlemeleri gerektiğini bu okuduklarında buluyorlardı. Ne yapacağız? Ne edeceğiz? Nasıl yaşayacağız? Nasıl bir eğitim sistemimiz olacak? Nasıl bir hukuktan yana olacağız? Nasıl giyineceğiz? Nerelerden kazanıp nerelerde harcayacağız? Nasıl bir siyasal yapılanmamız olacak? Nasıl bir hukuk sistemimiz olacak? Kadın-erkek ilişkilerimiz nasıl olacak? Mirasımızı nasıl paylaşacağız? Sabah kaçta kalkacağız? Soframızda neler bulunacak? Nasıl bir hayat süreceğiz? sorusunun cevabını buluyorlardı bu okuduklarından.

Hayatı, geceyi, gündüzü nasıl değerlendireceklerini, bu konuda gerekli
olan bilgiyi alıyorlardı bu okuduklarından. Bugün de insanlar okuduklarından bu bilgileri alıyorlar. Romanlardan, televizyonlardan, radyolardan, siyasi liderlerden, piyasadan ne alacağını, ne yapacağını, nasıl bir hayat yaşayacağını, evini nasıl tefriş edeceğini, hangi yağı, hangi sabunu kullanacağını, mutfağını nasıl tanzim edeceğini, evini nasıl düzenleyeceğini, çocuklarını nerelerde ve nasıl eğiteceğini, misafirlerine neler ikram edeceğini, nasıl kazanıp nasıl harcayacağını bugün de insanlar bir yerlerden alıyor, okuyor. Evet, eğer Allah’ın Resûlü o gün toplumuna veya bugün bizler toplumumuza sadece okuyun deseydik, diyeceklerdi ki, “yahu biz zaten okuyoruz! Biz sürekli okuyoruz! Hayrola, bu da nereden çıktı?” Okuyorlardı çünkü. Okumayı teşvik ediyorlardı, okuma seferberliği düzenliyorlardı, ukazlar, panayırlar, yarışmalar düzenliyorlardı. Hep okuyorlardı ama hayatları hiç değişmeden aynen devam ediyordu.

Ama Rabbimiz âyetini bununla bırakmadı. Okuma emri bununla kalmadı da, devamında Rabbimiz buyurdu ki: “Rabbin adıyla, Rabbin adına” Oku! Ama Rabbin adıyla, Rabbin adına, Rabbin namına, Rabbin adıyla oku! Bakın iş biraz değişti değil mi? Rabb adına okunacak, Rabb namına okunacak. Yani her okuma, okuma sayılmayacaktı böylece, sadece Rabbin adıyla, Rabb adına, Rabb namına okunanlar okunma sayılacaktı. Rabb adına, Rabb namına olmayanlar Rabbin istediği bir okunma sayılmayacaktı. Eğer âyet
bu kadarla bitseydi, bu kadarla kalsaydı yine pek problem çıkmayacaktı. Yani Allah’ın Resûlü: “Ey insanlar Rabbiniz adına okuyun, Rabbiniz namına ve Rabbinizin ismiyle okuyun!” deseydi iş yine kolay olacaktı. Neden? Çünkü herkesin farklı Rableri vardı toplumda ve herkes Rabb olarak kimi kabul etmişse onun adına okur, onun adına iş yapar, kimi Rabb olarak kabul etmişse onun bilgisiyle bilgilenir, onun istediği gibi yaşar ve olur biterdi. Derlerdi ki, “tamam
ey Peygamber, bizim Rabb olarak Lat’ımız var, Menat’ımız var, Uzza’mız var, filan siyasi liderimiz, falan ekonomik uzmanımız, feşmekân efendimiz, şeyhimiz var, biz onu okur, ondan geleni okur, onun eserini okur, onun adına okur, onun namına okur, onun adına iş yaparız” diyeceklerdi ve Peygamberle toplum arasında yine herhangi bir kavga, herhangi bir sürtüşme olmayacaktı. Ama âyetini, emrini bu kadarıyla bırakmayarak buyurdu ki Allah: Hayır hayır! Her Rabb adına değil, her Rabb namına değil, her Rabb için değil, her türlü Rabbtan geleni değil, her türlü Rabbin hatırına, her türlü Rabbin rızasına götürücü olanı değil. Ya ne? “Yaratan Rabb adına oku!”
Yaratan Rabb adına, yaratan Rabb namına, yaratıcı Rabbtan geleni oku.

Yaratan Rabbdan geleni, yaratan Rabb adına oku. Yani yaratan Rabbin rızasına götürecek olanı, yaratan Rabb hatırına oku! İşte şimdi mesele açıklığa kavuşmuş oluyordu. Yaratıcı Rabb ifâdesi kullanılınca iş anlaşılmış oldu. Böylece Rabbimiz öteki sahte Rablerden kendisini ayırıverdi. Demek ki okuma buymuş. Demek ki yaratıcı Rab adına, yaratıcı Rabb namına, yaratıcı Rabbdan geleni okuyacakmışız. Yani yaratıcı Rabbin rızasına götürücü olanı okuyacakmışız. Okunacak şey yaratıcı Rabbdan gelen olacak öncelikle, bir de yaratıcı Rabbin rızasına götürücü olarak okunacak. İşte gerçek okuma budur. Öyleyse yaratıcı Rabbin dışında, O’nun berisinde sahte Rablerden bilgilenmek bâtıldır. Zaten onlarınkine bilgi denmez, zandır onların tamamı. Okunacak olan şey, yaratıcı Rabbdan gelecek ve okuyanı yaratıcı Rabbin rızasına götürecek. Bu çok önemlidir. Yaratıcı Rabden değil de başka Rablerden gelen zanları okumak, onların kitaplarına yönelmek yaratıcı Rabbin istediği bir okuma olmadığı gibi, yaratıcı Rabden geldiği halde O’nun rızasına götürücü olmayan, yani yaratıcı Rab adına olmayan bir okuma da okuma değildir.

Allah’tan gelmeyen, vahye dayanmayan, hayata intibak imkânı olmayan, hayatta bir işe yaramayan, hayatta uygulanma imkânı, uygulanma alanı olmayan, yani okuyandan amel istemeyen, okuyucusunu amele sevk etmeyen bir okuma, okuma değildir. Allah’ın rızasına götürücü olarak yarın mizana konulacak cinsten olmayan bilgileri okumak Allah’ın istediği bir okumak değildir. Meselâ termodinamiği öğreniyoruz veya cebir denklemleri, kimya
formülleri, kurbağanın bağırsağı, Fujiyama yanardağı, Everest tepesinin yüksekliği, A.B.D’nin göllerini, filan ülkenin nehirlerini, bu nehirlerin debilerini, rejimlerini, falan ülkelerin rejimlerini, falan ülkenin iklimini, falan bölgenin yollarını öğreniyoruz. Bunlar bizden hiçbir amel istemeyen, bizi amele sevk etmeyen, yarın mizanımıza konulmayacak boş bilgilerdir. Üstelik de beyinler bunlarla dolduruldukça oralarda Kitap ve Sünnete yer bırakmayacak boş şeylerdir.

Evet Allah’tan gelmeyen ve sadece zanna dayanan bu tür bilgilere
yönelmek nasıl boşsa, Allah’tan gelen bilgileri Allah adına, Allah namına, Allah’a götürücü bir niyetle değil de başka maksatlarla okumak da boştur. Meselâ adam âyet okuyor doktora adına, hadis okuyor diploma adına, Kur’an öğreniyor sosyal bir statü adına, tefsir okuyor bilir desinler adına, feraiz öğreniyor paylaşım konusunda bana müracaat etsinler adına. Onunla yeryüzünde Allah’ın feraiz yasalarını hakim kılmak adına değil, okuduklarını amele dönüştürmek adına değilse bu da Allah’ın istediği bir okumak değildir. Allah’tan gelmeyen şeyleri okumak ta okumak değildir, Allah’tan gelenleri
Allah adına, Allah’a kulluk kastıyla, daha iyi bir Müslümanlık kastıyla değil de başka maksatlarla okumak ta okumak değildir. Bunun ikisi de boştur.

Soruyorum okumaya giden çocuğa: “Evlâdım niçin okuyorsun? Bu okula niye gidiyorsun?” Çocuk diyor ki, “adam olmak için okuyorum.” O zaman diyorum ki ona: “Peki yavrum baban o okulda okumuş mu?” “Hayır” diyor. “O zaman baban o okulda okumamış diye adam olmamış mı? Yani şimdi baban adam değil mi?” deyince yavrucak başını eğiyor. Demek ki o okulda okuyan adam olmuyor. Adam olmak için değil, Müslüman olmak için okunur.

Okumadaki temel hedef iyi bir Müslümanlık olmalıdır. Bu niyetle okuyan kişinin bu ameli salih bir ameldir ve Allah tarafından değerlendirilmeye tabi tutulacak bir ameldir. Ötekilerin tümü boştur.
Soruyorum delikanlıya: “Neden tıpta okuyorsun? Neden bir başka okul değil de tıp? Bu okulu tercih edişinde temel niyetin nedir? İyi bir Müslümanlık mı? Allah’ın dinine hizmet mi? Allah’ın dinini daha güzel öğrenip daha güzel Müslümanlık sergileyebilmek mi? Yani yaratıcı Rab adına, yaratıcı Rab namına mı? Yaratıcı Rabbin rızasını kazanmak için mi? Yoksa para için, sosyal bir statü elde etmek için veya sağlık için mi?” Delikanlı diyor ki: “İşte hem Allah için,
hem de sağlığa, insanlığa hizmet için.” O zaman diyorum ki ona, “kardeşim gerçekten niyetin Allah içinse, Allah adına sağlığa hizmet içinse o zaman çöpçü olman daha evlâ değil mi? Eğer derdin Allah adına sağlığa hizmetse belki çöpçü olman doktor olmandan daha evlâdır. Çünkü birisi hastaları iyileştirmeye çalışırken ötekisi iyileri hastalıktan korumak için çırpınır. Sence hangisi daha önceliklidir?” diyorum, o da başını aşağıya eğiyor. Öyleyse okumadaki temel hedef sadece Allah için olmalıdır, kesinlikle başka şeyler araya karıştırılmamalıdır.

Okunan bölümün mânâsını anlamadan mücerret okumak da Allah’ın
istediği bir okumak değildir. Allah’ın istediği okuma, kişinin gözü ile ilgi kurduğu gerçeği emir veya nehiy olarak aksettirmesidir. Yani gördün ki bir kız açık saçıksa, ona bakmaman gerektiği emrini kendine alacaksın veya ona yardım etmen gerçeğini anlayacaksın. Yani o gördüğün kişiyle bir ilgi kuracaksın. O gördüğün şeyle, gözünle okuduğun kişiyle bir ilgi kuracaksın. İşte okumak budur. Okumak okunan şeyle ilgi kurmaktır. Vitrinler okunur, tabelâlar okunur, eşyalar okunur, yiyecekler içecekler okunur, insanlar okunur bu anlamda. Ve okunan şeyle de gereği gibi ilgi kurulur. Ama öyle olmamış. İnsanlar Kur’an okumayı böyle anlamamışlar. Nasıl
olmuş? Kur’an okumak denilmiş, tamam birisi mücerret tilâvet etmiş, okunan şeyle ilgi kurulmamış, ne olduğu, ne dendiği, ne istendiği anlaşılmaya ve gereği yerine getirilmeye çalışılmamış. Peygamberin kesin nehyine rağmen bu okuma gırtlaktan aşağıya inmemiş, ama buradan yukarısında mest olunmuş, kendinden geçilmiş, güzel de okumuşlar kendilerince, ama bu Kur'an okuma olmamış.

Halbuki Kur’an okumak, okuduğun âyet senden namaz istediğinde veya senden şöyle bir hayat programına geçmeni öğütlediğinde hemen onunla ilgi kurmandır, değilse onun adına okuma denmeyecektir. Bakın gerçek okumayı anlatırken bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur: “Bir topluluk Allah’ın evlerinden birinde toplanır ve Allah’ın kitabını okurlarsa ve de o okuduklarını kendi aralarında ders haline getirirlerse...” Demek ki okunacak olan Kur’andır, Sünnettir, vahiydir. Ama unutmayalım ki bizden istenen sadece mücerret okuma değildir. Okunanlar ders haline getirilecek, anlama ve yaşama kavgası içine girilecektir. Biz sadece Kur’an’ı okuyoruz ama onu kendi aramızda ders haline getirmiyoruz. Okuyoruz ama okuduğumuz âyetlerin ne anlama geldiğini, bizden nasıl bir hayat istediğini anlamaya yanaşmadan okuyoruz. Okuyoruz ama okuduğumuz âyetlerle hayatımızı düzenleme kavgası vermiyoruz. Buna da okuma denmez zaten.

Demek ki anlamadan okumayacağız kitabı. İslâm’ın kastettiği okumakta unutmayalım ki dil, akıl ve kalp müşterektir. Bu üçünün birlikte gerçekleştirmedikleri bir okumaya gerçek mânâda bir okuma denemez. Hakiki bir okumada dil okur, akıl tercüme eder, kalp de ibret alıp tavır belirler. Demek ki dilin görevi telaffuzdur. Dilin görevi tertil ile harflere hakkını vererek telaffuz etmektir. Aklın görevi de dilin okuduğu âyetlerin mânâlarını ve tefsirini yapmak, tercüme etmektir. Kalbin görevi ise okunan bu âyetlerin etkisi altında kalarak tavır belirlemek ve kendisine çeki düzen vermektir. Yani akıl okunan
âyetlerin anlamını kavramaya çalışmıyor, kalp de okunan âyetlerin ortaya koyduğu mânâlar istikâmetinde bir tavır alıp etkilenmiyorsa sadece dilin hareket etmesinin hiçbir mânâsı yoktur, bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım. Çünkü Kur’an’ın okunmasından maksat tedebbürdür. Yani düşünerek onun ne dediğini anlamaya çalışmak ve hayatı onunla düzenlemektir. Hz. Ali efendimiz buyurur ki: “Anlamayarak yapılan ibadette ve düşünülmeden gerçekleştirilen
kıraatte hayır yoktur.”

Zaten Allah’ın Resûlü bir hadislerinde kişinin okuduğu şeyle kalbinin
irtibatının kesildiği ve okuduğu âyetlerden başka şeyler düşünmeye ve dikkati başka taraflara dağılmaya başladığı andan itibaren onun okumaya devamını menetmektedir. Çünkü bu bir roman, bir hikâye, alelâde bir insan sözü değil ki böyle bir durumda insan onunla ilişkisini sürdürebilsin. Selef âlimlerimizin hepsi böyle düşünür böyle inanırdı. Bakın Süleyman Ed-Dârâni: “Anlamadığım ve kalp huzuruyla okumadığım âyetlerden sevap alacağımı ummuyorum. Ben bir âyeti okurum, sonra dört-beş gece onunla meşgul olurum ve onu iyice anlamadan başka bir âyete geçmem.” der. Yine selef âlimlerimiz meselâ bir Bakara sûresini anlayabilmek için yıllarca üzerinde düşünmüşlerdir. Meselâ bir hatmi otuz senede bitirenler vardır.

Mâlik Bin Dinar der ki: “Ey Kur’an okuyucuları! Ey ehli Kur’an olanlar! Okuduğunuz Kur’an sizin kalplerinize ne ekti ona bir bakın. Nasıl ki yağmur arzın baharı ise, okuduğunuz Kuran da mü’minin kalbinin baharıdır.” Katâde de der ki: “Kur’an ile oturup kalkan ya kâr eder, ya da zarar eder.” Demek ki Allah adına, Allah namına okuyacağız. Allah’tan gelenleri Allah’ın rızasına, yani kulluğa götürücü olarak okuyacağız. Bir başka ifâdeyle başında besmele çekebileceğimiz şeyleri okuyacağız. Allah’tan geleni okuyacağız, okuyacağımız şeyin başında besmele çekeceğiz. Yani Allah adına,
Allah’a Allah’ın istediği kulluğu icra adına okuyacağız. Öyleyse Okuma = Okuma + Başkasına anlatma + Uygulama, yani okunanı yaşama, okunanla hayatı düzenleme + Samimiyettir diyebiliriz.

Nitekim Allah’ın Resûlü kendisine gelen bir vahyi önce kendisi okur,
kendisi öğrenirdi, eksiksiz olarak onu hayatında uygular, sonra da hiç
beklemeden ve en küçük bir parçasını bile gizlemeden onu insanlara aktarırdı. Bu konuda da hasbî davranırdı. Onun kutlu yolunun yolcuları olarak bizler de böyle olacağız inşallah. Evet Rabtan geleni Rab adına, Rab rızası için, Rabbin rızasına götürücü olarak okuyacağız, okuduklarımızı başkalarına okuyacak, başkalarına anlatacak, sonra da hayatımızı bu okuduklarımızla düzenleme kavgası içine gireceğiz. Yani okuduklarımızı hayatımızda uygulama kavgası içine gireceğiz. Bunlar olmadıktan sonra okumanın hiçbir anlamı yoktur. Okuyalım, okuyalım da, uygulamaya konmayacaksa, amele dönüşmeyecekse ne işe yarar bu okuma? Okuyalım, okuyalım da, birilerine anlatmayacaksak, bu okuduklarımızla birilerini diriltme kavgası vermeyeceksek ne kıymeti kalır bu okumanın? Yani hasbî olmayacaksak bu okumada, amel endişemiz olmayacaksa neye yarar bu okuma?

Evet “Oku!” denince bir Müslüman’a işte bunlar deniyor. Bunun içinde bunların hepsi var. Okuyacak kişi başkalarına anlatacak, uygulayacak ve bu konuda da hasbi olacak. Çünkü biz biliyoruz ki bu âyetin ilk muhatabı olan Rasulullah’a gelen her bir vahyi Resûl-i Ekrem önce kendisi okudu, öğrendi, sonra hiç beklemeden, zerre kadar bir parçasını bile gizlemeden hemen onu insanlara anlattı, kendisi uyguladı, başkalarına uygulattı ve samimi oldu bu konuda.
Demek ki Allah’tan gelmeyenler ve Allah’a götürmeyenler bu okumanın dışındadır. Hele hele temeli materyalizme dayalı olan ve Allahsızlığa götüren bilgiler, bugünkü bizim zilli eğitimin önerdiği vahiy kaçkını bilgiler hiç okuma değildir... Deyince Rabbimiz, iş anlaşıldı. Neyin okunacağı, nasıl ve ne adına okunacağı açıklığa kavuşmuş oldu. Böylece başka Rablerden bilgilenmenin, başka Rabler adına okumanın işi bitti. İşte burada Rasulullah’la toplumunun arası açıldı. Zira herkes okuyordu ama bu okumalarına okuma denmeyecekti. TV’nin 8-10 kanalını okuyanlar artık biz de okuyoruz diyemeyeceklerdi. Kulluk dışı bilgilerde yoğunlaşanlar artık biz de okuyoruz diyemeyeceklerdi. Okuma denince işte bu anlaşılacaktı ve bundan dolayı Rasulullah okuma bilmiyordu da bu âyet gelince okur-yazar oluverdi. Yani vahyi bilmiyordu, Allah’tan geleni, Allah’a götürücü olanı bilmiyordu Allah’ın Resûlü de bu âyetle artık bilir oldu. Oku! dedi Allah ona ve tekvinî bir bilgiyle, bir iradeyle okur oldu Allah’ın Resûlü. Demek ki vahyi bilmeyen okur-yazar değildir. Vahyi bilmeyen, Kitap ve Sünnetten haberdar olmayan kişi, profesör olsa da, ciltlerce kitaplar yazmış olsa da cahildir. Allah’ın Resûlü vahiyle okur olurken ötekilerle de böylece arasında kavga başlamış oldu.
(A.KÜÇÜK)
“Ikrâ' Bismi Rabbikellezî ğâlâk” Oku yaratan rabbin adına. Yaratan rabbin adına oku.
Melek gelmişti vahiy meleği Cebrail. Musa’ya gelen, İbrahim’e gelen, İsa’ya gelen, tüm peygamberlere gelen vahiy meleği. Bir adı da Ruhû’l Emin idi, bir adı da ruh idi. Yani söze canını üfleyen, söze hayat üfleyen, hayat soluğu veren demekti. Söz onun soluğuyla canlanıyor ilahi kelâm oluyordu.
Vahiy meleği arayış manasına gelen Hira mağaransındaki Hira’nın arayış anlamına gelmesi de gerçekten dikkat çekici. Çünkü daha önce Zeyd B. Amr B. Nüfeyl isimli Hz. Ömer’in amcası Muvahhit, İbrahim’in inanç sistemine inanan büyük bir insan idi ve o da o mağarada itikafa çekilmiş ve İbrahim’in rabbine ibadet etmişti. Allah resulünun peygamberliğine yetişemedi. Kardeşi Hattab tarafından -ki Hz. Ömer’in babası olur- çöle sürülmüş ve orada ölüme mahkum edilmişti.
İşte o arayış anlamına gelen Hira mağarasında Allah Resulü ilk vahyi alıyordu ve ilk vahyi nasıl aldığını kendinden öğreniyorduk.
Melek geldi ve îkra’ dedi, oku. Ben; Mê ene bi-kârin dedim. Ben okuma bilmem. Böyle değil, çünkü “mê’nîn haberi nefy ile gelmiş. Tam tercümesi bu cümlenin; Benim okumam mümkün değil.
Melek beni o kadar sıktı o kadar sıktı ki soluğum kesileyazdı ve bıraktı bir daha “oku” dedi. Mê ene bi-kârin dedim, benim okumam mümkün değil. Melek beni bir kez daha sıktı. Öylesine sıktı ki neredeyse ölüyordum, soluğum kesildi. Ve bıraktı; Ikra' Bismi Rabbikellezî ğâlâk yaratan rabbin adına “oku” Dedi. İşte vahiy ilk böyle başladı.
Vahyin geliş şekillerine dair Kur’an’da ayet yer alır. Biz Kur’an’dan öğreniriz vahyin geliş şeklini. O ayeti kerime de vahiy;  Ve-mê kêne libeşerin en-yûkellimehullâhû illê vâhyen ev min veraî hîcêbin ev yûrsile Râsûlen feyûhîye bi-iznihî mê yeşê'* innehû 'Aliyyûn Hakîm. (Şûrâ/51) (Sadakallahul azîm.) ayetinde Allah ölümlü bir insanla başka şekilde konuşmaz Ve-mê kêne libeşerin en yûkellimehûllâh” Veyahut ta “ma” yı eğer soru olarak alırsak şöyle de çevirebiliriz ilk cümleyi; İnsanın nesi var da Allah onunla konuşacakmış ki.
Evet, ancak şu şekilde konuşur, tabii ki orada yüz yüze konuşacakmış. Yani insan neyini Allah ile yüz yüze konuşmayı bekler ki, dayanabilir mi ki buna, buna tahammül edebilir mi Allah ile yüz yüze kalmayı. Dolayısıyla Allah ile yüz yüze hiçbir ölümlü beşer konuşamaz.
Peki, nasıl konuşur ya? İllê vâhyen, ancak vahiy yolu ile konuşur. Vahiy söz dışı bildirim demektir. Kelimenin kökü iki manayı ifade eder, iki manaya gelir. 1 - Sürat 2 – Hıffet Yani hızlılık ve gizlilik. Hızlı ve gizli olana vahiy denir. Dolayısıyla gizlidir çünkü söz dışıdır. Onun için Meryem suresinde Hz. Zekeriyya’ya müjdelenen çocuk üzerine, Hz. Zekeriyya’nın rabbimizden bir ayet istemesi üzerine 3 gün konuşmaması ayet olarak sunulur ve bunun üzerine 3 gün konuşmayacağını topluma şöyle izah edişi fe-evhâ ileyhim şeklinde gelir. Yani onlara işaret etti. Ben 3 gün orucum söz konuşmuyorum, söz orucu tutuyorum şeklinde işaretle onlara beyan etti manasına gelir. Bu vahiy yoluyla.
İkincisi “ev min veraî hîcêbin” perde gerisinden.
Üçüncüsü; “ev yûrsile Râsûlen feyûhîye Bi-iznihî mê yeşê'”  ya da bir elçi aracılığı ile, gönderilmiş bir elçi aracılığıyla. Bu da vahiy meleğinin bizzat gelişi veya görünmesi şeklinde. İşte Allah’ın izni ile o zaman Allah’ın vahy ettiğini o melek de vahy eder. İstediğine tabii ki, “mê yeşê'” Allah’ın dilediği kimseye. “innehû 'Aliyyûn Hakîm” Allah yücedir, hikmet sahibidir.
Ayetin böyle bitmesi tesadüf olamaz Allah yücedir vahiy hadisesi gaybidir, gayba ilişkindir. Tüm boyutlarıyla anlamaya çalışmayın anlayamazsınız. Çünkü vahiy başı gökte ilahi bir hitaptır. Bir ucu ile gaybdır. Bir ucu ile tabii ki şahadet alemine dairdir. Gaybî aleme dair ucuyla anlayamazsınız asla, aklınız ermez. O zaman bu meseleyi anlama konusunda söylediğiniz ve düşündüğünüz her şey Allah’ın Aliy olduğu gerçeğinden yola çıksın, yani yüce. Allah’ı asla kişileştirecek bir anlayış sergilemeyin vahyi anlatırken, anlarken, anlamaya çalışırken.
Bu konuda asla Allah’ı mücessem, somut bir şey gibi düşünmeyin Onun için bu bir kasis tabir caizse. Bir de Hakîm var, hikmet sahibidir. Madem öyle Allah niye insanla konuşur derseniz eğer hikmeti vardır, Allah’ın hikmeti gereğidir. Belki bu ayetteki, Şûrâ/51. ayetindeki 3 vahiy çeşidini 3 şekilde formüle edebiliriz.
1 – Görüntü ve ses yok sadece kalbe ilka yoluyla, kalbe ilka ve ilham yoluyla.
2 – Sadece ses var ama görüntü yok. Hz. Musa’ya gelen vahiy böyleydi. Ki bakara/253, Nisa/164 ve 3 ‘Araf/143 ayeti kerimeleri bu bağlamda okunmalı.
3 – Hem görüntü var hem ses var. İşte ilk vahiy böyle idi, bu cinse, bu türe giriyordu. Yine Necm suresinde Allah Resulü ile vahiy meleğinin kavuşmasını anlatan 19. ayete kadar ki ayetler işte bunu işliyordu. Ve Belki İsra suresinin ilk ayetini de buna dahil etmek lazım.
İşte bu çerçevede anlarsak Vahiy meleği geldi ve bu ayeti okudu. “îkrâ' Bismi Rabbikellezî ğâlâk” yaratan rabbin adına OKU.
OKUMAK ne demekti? Burada kıraat emri vardı. Kıratın tarifi Arapça da şudur nutkun bi-kelêmin muayyetin mektûbin ev mahfûzin 'âlê zâhri kâlbin. Harika, çok hoşuma giden bir tarif olduğu için İbn. Aşûr dan naklen aldım. Dile dökmedir. Ne şekilde? Muayyen bir lisanla dile dökmedir. İster yazılı, ister hafızaya kaydedilmiş olsun. Ama kalpte nakşedilmiş olanı kalbin üstüne yazılı ya da kayıtlı olan bir hakikati hafızadan veya o kalbin üzerinde ki yazıdan okuyarak dile getirme, bir bilinen lisan ile dile getirmeye kıraat denir. Ama anahtar burada kalbe yazılı olanı, kalbe nakşedilmiş olanı. Dolayısıyla Kur’an da vahye dair bir ayeti kerime de ‘âlê kâlbik buyurur. Senin kalbin üzerine indirdik.
Demek ki Allah resulünün akleden kalbi vahyin iniş üssü idi. Onun için Ikra ne manaya gelirdi?  OKU. Bunun mef’ulü yok yani tümleci yok. Ne OKU? İşte o yok, cümle tümleçsiz, okuyacağı şey yok. İşte şunu OKU, kitabı OKU, ayeti OKU, sureyi OKU. Böyle bir şey yok, sadece mücerret bir emir var. Fiil ve fail var, ama mef’ul yok. Onun içinde ihtilaf buradan çıkmış. Yorum konusunda farklı yorumlar çıkmış. Kitabı OKUma manasına gelir mi? Ama önünde bir kitap yok ki, üstelik okuma yazma da bilmez. Eğer ayeti OKU deniliyorsa doğrudur, kalbine yazılmış olan, yazılacak olan ayeti OKU manasına elbette ki gelir.
Ama ilet manasına gelir mi? Allah’u alem gelmez. Çünkü bu ayetlerde 3. şahıslardan hiç bahsedilmiyor, bir tek zamir bile yok 3. şahıslara ilişkin. “Îkrâ' Bismi Rabbikellezî ğâlâk ğâlekâ’l-însêne min 'âlâk” hitap zamiri var “k”. Ama başka bir zamir yok. Dolayısıyla o ve sen arasında gerçekleşen bir diyalog vahiy. O ve sen, başka hiç kimse girmiyor, hiç kimseye bir atıf yok. Dışarılara, insanlara, topluma, vahyi alması gerekenlere. Zaten ilk vahyi dışarı çıkar ve duyur emri Müddessir suresinin ilk ayeti ile verildi;
“Yê eyyûhe’l-mûddessir kûm fê-enzîr” (Müddessir/1-2) ey yatan iyi kalk ve uyar. Dolayısıyla biz bu ayetleri ilet manasına geldiği yorumuna da katılamıyoruz.
Peki OKUmak nedir? Yanyana getirmek manasına gelir. ‘icma demektir. Zaten hanımların özel halleri için Kur’an’da kullanılan kelimelerden biri de kümu’dur hem temizlik anına, hem de adet anına delalet eder. Aslında ‘icma burada da ortaya çıkıyor. Çünkü ikisine de delalet eder iki mananın da icma ettiği yerdir, bir araya geldiği yerdir, birleştiği yerdir, cem ettiği yerdir. Yine; Karye. Aynı köktendir. Şehre, köye, kasabaya karye denir. Neden? İnsanlar cem olduğu için bir araya geldiği için, bir arada bulunduğu için.
İşte köken olarak kelime bu manaya gelir, aslında ‘icma demektir. Topla, bağ kur, parçalar ve bütün arasındaki bağı kur, ilişkiyi kur, parçaları bir araya getir, yani parçanın bir tanesi inen vahiydir, parçanın öbürü sensin, sen de vahiysin, fiili vahiy. Yeryüzüne önce insanı nazil etti Allah sonra vahyi nazil etti. İki nazil bir araya gelmiştir. İki inzalin kavuşmasıdır vahyin insan tarafından alınması. Şu anda fiili vahye kavli vahiy iniyor Ey Muhammed. İki parça arasında bir ilişki kur. Dahası; Kâinatta vahyin bir parçasıdır, ayât-ı kâinat, kâinata yazılmıştır, o da bir kitaptır o kitabı da OKU. Dahası ayât-ı hadisat; olaylar da ayettir onları da OKU ve bütün bunları yan yana getir, bunlar arasında ki irtibatı kur, hakikatin kaynağını bul. Yani hakikatin parçalarıdır bunlar, parçalar arasındaki ilişkiyi bulmadan hakikati bulamazsın. İşte vahyi böyle oku, vahiy sana eşyayı kâinatı, olayları ve insanı nasıl okuyacağına dair bir yöntem gösterecektir, öğretecektir. Varlık ve bilgi sorusunun cevabıdır bu vahiy. Varlık ve bilgi problemini ancak Allah’ın rehberliği sayesinde çözersin ey insanoğlu ve bunun içinde Allah insanla konuşmuştur OKUmayı böyle yap demektir. Onun için OKUmanın tüm olumlu anlamları da doludur îkrâ. Zaten Kur’an’da Kur’an ismini bundan dolayı almıştır. OKUmak, OKUnan manasına gelir. OKUnan ama sürekli OKUnan ve OKUmanın tüm anlamlarıyla dolu olan Kur’an, Fû’lan vezninin karşılığı budur aslında. Ait olduğu mananın olumlu anlamlarının hepsiyle dolu olan manasına gelir.
Îkrâ' Bismi Rabbik” Rabbin adına OKU, rabbin adıyla OKU. Herkes her şeyi okuyor bilgi elde ediyor. Aslında bilginin kaynağı OKU maktır. İster okul sıralarından olsun, ister kitaplardan olsun, ister hayattan olsun, ister tecrübe yoluyla olsun, ister tefekkür yoluyla olsun. Tefekkür zihinde OKUmadır. Tecrübe gözle kulakla duyularla OKUmadır, deneyle OKUmadır. Vahiy Allah’ın indirdiği üzerinden OKUmadır. Dolayısıyla işitmek de bir OKUmadır, görmekte bir OKUmadır, dokunmakta bir OKUmadır. Yani bilginin tüm kaynaklarından bilgiyi biz OKUyarak alırız. Ama kitap, ama olay, ama kâinat, ama eşya, ama tefekkür, ama hayal, ama rüya, ama vahiy fark etmiyor. Dolayısıyla bilgi elde ettiğimiz her şeyi aslında OKUyarak alıyoruz. Ama kim adına? Herkes bir bildiriyi bile biri adına okur. Sen bu ilahi bildiriyi Allah adına OKU, Allah’ın adıyla OKU. Bu emrin karşılığı BismillahirRahmanirRahıym dir. Rahman, Rahîm Allah adına. Onun için Kur’an OKUmaya besmele ile başlarız.
“ellezî ğâlâk” O ki yarattı. “Ellezî ğâlâkâ” Şöyle de gelebilirdi; Ikra' Bismi Rabbikel Hâlık yani isim sıfatla gelebilirdi. İsim sıfatla gelmemiş, fiille gelmiş ellezî hâlak. İsim sıfatla, yani rabbikel Hâlık şeklinde gelseydi farklı olurdu tabii ki. Ama fiille gelmiş. Fiille isim arasında ki fark belli. İsim Camid dir, donuktur, sabittir. Fakat fiil hareketlidir. İsim Allah’ın zatına dairdir, fiil Allah’ın fiiline dairdir. Vahiy Allah’ın fiili sıfatlarının tecellisidir ve Allah bir fiil müdahale etmiştir varlığa, kâinata, insana, hayata. Allah’ın hayata müdahalesinin eseridir bunu ima eder başta.
Dahası “Ellezî ğâlâkâ” Fiil, istimrar bildirir ve tabii ki teceddüt bildirir, yenilenme. Tabii ki tekâmül bildirir, çünkü Allah’ın yenilemesi aynı zamanda kemale ulaştırmasıdır. Kemale ulaştırmak terbiye işidir. Terbiye zaten aşama aşama bir şeyi yaratılış amacına ulaştırmak demektir. O zaman burada vahyin maksadı da anlaşılmış oluyor. “Îkrâ' Bismi Rabbikellezî ğâlâk” ile OKU yaratan rabbin adına emri ilahisi aslında ilahi terbiyenin bir unsuru olarak oku. Allah seni terbiye etmek istiyor ey insanoğlu. Vahyi böyle OKU. Vahyi ilahi terbiyenin bir numaralı unsuru olarak OKU. Vahyin amacını doğru OKU ey insan, Allah senin hayatına müdahil oluyor ki, ebedi saadete kavuşasın diye. Eğer Allah rehberlik yapmazsa sen yolda şaşa kalırsın ey insan. Yolu bulamaz, yolu kaybeder yola yatar yolu satar veya şarampole düşersin ey insan. Aslında Cehenneme gitmek, cennete gidememektir ey insan. Allah seni cennet için yarattı. Cenneti de senin için yarattı ve istiyor ki ebedi saadete eresin. Fakat bunun için rehberlik lazımdı, rehberliği de indirdi. O rehberliği doğru OKU ey insan. Allah’ın senin için yarattığını doğru OKU, niçin var olduğunu doğru OKU, amacını doğru OKU, bilgiyi nasıl alacağını doğru OKU, bilgiyi en güzel ve en doğru şekilde nerden elde edebilirsin bunu doğru OKU. Elde ettiğin bilgiyi doğru olarak nasıl üretebilirsin ve nasıl iletebilirsin. Yani epistemolojik sorunlarını, modernlerin ifadesi ile nasıl çözersin, var oluş sorunlarını nasıl çözersin işte Allah sana onu öğretiyor. Ey insan “ellezî ğâlâk’ın çağrıştırdığı birçok şey var, ilk olarak bunu söyleyebilirim.
1 Kur'an'ın adıyla aynı kökten olan "oku" emrinin tümleci zikredilmemiştir. Esasen ücra7, etimolojik olarak icma' mânasına gelir. "Şehir" anlamındaki karye, "hayız başlangıcı bitişi" anlamındaki eî-kur' hep cem ve içtima kök anlamıyla alâkalıdır [Mekâyîs). Zımni anlamı şudur: "Kalbine yazılan vahyin ışığında hakikatin parçaları arasında bağ kur! Parçanın bütüne aidiyetinin illet ve hikmeti üzerinde
düşün! Varlığı Allah merkezli bir okumaya tabi tut! Sözün özü "Oku" emri, okumanın tüm anlamlarını içerir. Bu âyet, Allah'tan bağımsız
bir bilgi ve bilim anlayışını kökten reddeder. Ikra', "İlet, tebliğ et" anlamına hasredilemez.

Bu ancak tâlî ve dolaylı bir mâna olabilir. Zira ilk pasajda üçüncü şahısları gösteren lafzî veya zımnî hiçbir dilsel karine yer almaz. Her
şey "O ve sen" arasında gerçekleşir. Allah Rasulü'ne ilk "uyar" emri 4/Müddessir sûresinin ilk âyetiyle verilmiştir.

2 İlk muhatap için dolaylı olarak "vahyi Allah adına ilet", tüm muhataplar için "İletileni Allah adına al ve oku" anlamına gelir. Varlığı Allah adına okuma çabası, onu Allah'a referansla anlama çabasıdır. Fakat okuma her şeyden önce zihinde olanı dile dökme işidir. Zira el-kırae: "Kalpte yazılı veya kayıtlı olanı bilinen bir lisanda dillendirmek" [nutkun bi-kelâmin muayyenin mektûbin ev mahfûzin 'alâ zahri kalb) anlamına gelir (İbn Aşur).
(M.İSLAMOĞLU)