ABESE SURESİ


Ayet Getir
80-ABESE 4. Ayet

أَوْ يَذَّكَّرُ فَتَنفَعَهُ الذِّكْرَى

Ev yezzekkeru fe tenfeahuz zikrâ.

Bayraktar Bayraklı

(1-10) Kendisine âmâ geldi diye yüzünü ekşitti ve döndü. Sen nereden bileceksin, belki o arınacaktı? Yahut, öğüt dinleyecek de öğüt kendisine yarayacaktı. Kendisini yeterli görüp tenezzül etmeyene gelince; sen ona yöneliyorsun. Onun arınmamasından sen sorumlu değilsin. Fakat koşarak sana gelen, saygı duyarak gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun.


Edip Yüksel

Yahut da öğüt alacak ve ona mesajın yararı dokunacaktı.


Erhan Aktaş

Veya öğüt alır ve böylece öğüt ona yararlı olur.


Muhammed Esed

yahut (hakikat) hatırlatılacak ve bu hatırlatma kendisine fayda verecekti.


Mustafa İslamoğlu

veya alacağı öğütün kendisine yarar sağlayacağını?


Süleyman Ateş

Yahut öğüt dinleyecek de öğüt, kendisine yarayacak.


Süleymaniye Vakfı

Veya bilgi edinecek[*], o bilgi ona yarayacaktı? [*] Bilgi diye çevrilen kelime “zikir”dir. Zikir, sürekli akılda tutulan kullanıma hazır bilgidir. (Müfredat s.237)


Yaşar Nuri Öztürk

Belki de düşünüp taşınacak da öğüt kendisine yarayacak.


Ayetin Tefsiri

MEAL

3.) "Ve (sana gelince Ey Nebi!) Sen nereden bileceksin o (müşrikin) arınacağına2 dair bir ihtimal3 bulunduğunu;

4.) veya alacağı öğütün kendisine yarar sağlayacağını?4

(M.İ)

3-4.) [Ey Peygamber!] Nereden bileceksin, belki de o kişi senden öğreneceği şeyle arınacak yahut senden öğüt alacak ve bu öğüt kendisine faydalı olacaktı.

(M.Ö)

3.) “Ey Muhammed! Ne bilirsin, belki de o arınacak;”

4.) “Yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda verecekti.”

(A.K)

TEFSİR

Ardından azarlamanın kendisinden kaynaklandığı işe işaret edildikten sonra ifade yön değiştiriyor. Hitap şeklinde bir azara dönüşüyor. Bir ölçüde yumuşak bir ifade ile başlıyor. "Ne bileceksin belki o arınacak. Yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek." Nereden bileceksin o büyük iyiliğin gerçekleşeceğini? Senin elindeki iyiliğe istekli olarak gelen bu fakir ve âmâ adamın arınmak istediğini. Kalbinin uyanarak öğüt alacağını ve bu öğütün kendisine yarayacağını. Bu kalbin Allah'ın nuru ile aydınlanacağını, göğün aydınlığını karşılayacak yeryüzündeki bir aydınlık kulesine dönüşeceğini. Sen nerden bileceksin? Bu hidayete açılan her kalbin içinde iman gerçeği yerleştiğinde meydana gelen bir olgudur ve Allah'ın terazisinde ağır basan, büyük önemi olan da budur.

(S.KUTUB)

2. Rasûlullah'ın (s.a) tebliğ sırasında gözden kaçırdığı önemli bir nokta olması hasebiyle Allah (c.c) Ummu Mektum (r.a) konusunda O'nu uyarmıştır. Bir davetçi açısından hangi muhatap daha önemlidir? Bir kısım insanlar doğru yolu bulmak çabasındadırlar ve dalâlete düşmemek için Allah'tan korkarlar, dolayısıyla hidayeti bulmak için koşa koşa sana gelirler. Bir kısım insanlar ise, sanki hidayetten müstağnidirler ve onların hidayete ihtiyaçları yokmuş gibi, apaçık inatçı bir tavır alırlar. Yani onlar doğru yolu bulmak konusunda bir istek taşımazlar. Bunun için, insanları Hakk'a davet edenler, en fazla ilgiyi, iman etmek için hazır ve istekli bulunan kimselere göstermelidirler. Ayrıca toplumda tesir sahibi olan insanların daveti kabul ettikleri takdirde, İslâm daha çabuk yayılır gibi düşünmemelidirler. Çünkü Allah'tan korkan kimseler, bir davetçi için daha önemlidir. Bu kimseler fakir olabilirler, toplumda tesir sahibi değillerdir ve görünüşte Hak davetin yayılmasına pek yararlı olamayacakları sanılabilir, fakat herşeye rağmen Hak'kın davetçileri için, en önemli kimseler bunlardır. Zaten İslâm'ın gayesi insanları ıslah ederek, onları kurtarmak değil midir? İşte bu insanlar kendilerine tebliğ yapıldığında, hemen tebliği kabullenirler. Diğer kısım insanlar ise, her ne kadar toplum içinde bir ağırlıkları varsa da, İslâm davetçisinin onların peşinden koşmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü apaçık bellidir ki, onlar hidayete talip değillerdir. Bundan dolayı onların peşinden koşarak bir İslâm davetçisinin vakit kaybetmesine gerek yoktur. İslâm'ı kabul etmedikleri takdirde, zararda olanlar onlardır ve siz böyle kimselerden sorumlu değilsiniz.

(MEVDUDİ)

Ne biliyorsun ey peygamberim? Belki de senin bu ilgilenmeyip surat astığın âmâ kişi samimidir. Senden alacağı bilgiyle arınıp temizlenecektir. Veya senin vereceğin öğüt ona fayda verecekti. Faydalanmak istiyordu senden.

(A.KÜÇÜK)

“Ve-mê yûdrîke le'âllehû yezzekkê” (sana gelince ey peygamber. -Parantez içinde böyle bir giriş cümlesi tasavvur edebiliriz- sana gelince ey peygamber) nerden biliyorsun, “ve-mê yûdrîke” nerden biliyorsun “le’âllehû yezzekkê” hadi o sana gelen âmâ arınacak idiyse.

Burada bir uyarı açık. Peki başındaki iki ayet olmadan doğrudan bu uyarıyla başlaması bir problem oluşturur mu? Bizce oluşturmaz. Çünkü gerekçesi biraz sonra zaten önümüze sürülecek. Şöyle bir manzara tasvir edelim; Allah resulüne müşriklerin kodamanlarından birkaç kişi yönelmiş geliyorlar. O anda eş zamanlı olarak bir de gariban bir mü’min geliyor. Üstelik gözleri görmüyor. Gariban mü’minin geldiğini gören müşrik kodamanlar yüzlerini ekşitiyorlar, hoşlanmıyorlar, manzaradan hoşlanmıyorlar, onunla aynı kareye girmekten hoşlanmıyorlar. Allah resulü de onların bu tavırlarından rahatsız oluyor. Ama rahatsız olması âmâ’nın geldiği için.

Neden? Çünkü onlar belki de bu vesileyle imana girecekler, belki Allah resulünü ender dinleme moduna girmişler, burada bu fırsat kaçacak bu adamlar da küfür belasından kurtulamayacaklar diye Allah resulü telaş ediyor. Ve Allah resulünün de hoşuna gitmiyor. Âmâ’nın o anda gelip, belki eş zamanlı gelip bu olayın böyle gerçekleşmiş olması.

İşte Allah resulü bunun için uyarılıyor. Allah resulü âmâ’dan yüz çevirmiş, ondan uzaklaşmış ki “tevellê” yüz çevirip uzaklaşmak demek. Yani sadece yüz çevirmek değil, yüz çevirmek mecazdır. Uzaklaşmak. Allah resulü uzaklaşmaz. Allah resulü böyle bir şey yapmaz. Dolayısıyla uzaklaşan onlar. Yüzünü ekşiten onlar, ama Allah resulü onların uzaklaşmasına üzülüyor ve bu sefer Âmâ’nın gelişini isabetsiz buluyor, zamansız buluyor. İşte ona bir cevap ona bir uyarı olarak geliyor bu ayetler.

2 Yezzekkâ'nın aslı yetezekka'dır. Dönüşlü kiptir. Kipin bu bağlamdaki açılımı şudur: Vahiy gibi arıtan bir öznenin varlığı tek başına yetmez. Onun yanında insan da arınmaya gönüllü olmalıdır ki işlem tamamlansın.

3 Lealle edatının bu bağlamdaki en uygun karşılığı.

“Ev yezzekkerû fetenfe'âhûz-zikrâ” ya da senin öğüdün ona fayda verecek, o da öğüt alacak idiyse. Hadi böyle olacak idiyse. Yani sen isabetsiz buldun, âmâ’nın gelişini zamansız buldun, onun gelişini hoş görmedin. Yani keşke gelmeseydi de şu müşrik reislerine İslam’ı tebliğ etseydim dedin içinden. Fakat hangisinin öğüt alacağını ne biliyorsun? Kimin öğüt alacağını ne biliyorsun, bilmiyorsun ki. Ama Allah biliyor. Allah kalpleri görüyor. Sen kalpleri görmüyorsun ama Allah görüyor. Dolayısıyla olanda hayır vardır. Yani onlar yüz çevirip çekip gittilerse, aslında öğüt almaya gelmediler de ondan gittiler. Onun için sen âmâ’ya yönel, sen öğüt alacak olana yönel. Sen öğüdün fayda vereceği kimseye yönel. Onlar zaten öğüt almayacaklardı, yani onlar için üzülmene değmez. Onlar için kendini yıpratmana değmez.

“Leâlleke bêğî'ûn nefseke ellê yekûnû mû'minîn”. (Şuârâ/3) Mü’min olmuyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin diyordu ya Kur’an. Yani onlar üzülmeye değmeyen adamlar. Sen şu gözleri görmeyen, şu yoksul, şu kabilesi meşhur olmayan adam var ya ona bak. Aslında biz burada ki hikmeti ileriki yıllarda, Medine de nübüvvet iktidarının kurulduğu ve peygamber devletinin neşv-ü nema bulduğu Medine’de görüyoruz. Bu âmâ zat Allah resulünün seferleri sırasında tam 12 kez Allah resulünün yerine Medine valisi olarak vekâlet ediyor. Demek ki gelecek için bir vali adayı, bir Allah resulünün yerine Medine ye, İslam devletinin başkentine vekâlet edecek bir devlet başkanı vekili, yetiştiriliyor aslında.

Rabbimizin baktığı yerden bakınca ne farklı görünüyor. Onun için ilk görünen şeye hükmetmemek lazım kimin geleceğinin ne olduğunu Allah bilir. Demek ki rabbimiz daha o günden Allah resulüne bu zatın madenini gösteriyordu, cins madenini.

Bu ayete şöyle bir mana da verebiliriz; “Ev yezzek-kerû fetenfe'âhûz-zikrâ” veya alacağı öğüdün kendisine yarar sağlayacağını. Yani sen öğüt vereceksin bu bir unsur. Verdiğin öğütte kendisine yarar sağlayacak. Demek ki öğüdün iki boyutu var. 1.- öğüt vermek, 2 – Öğüt almak. Yani öğüt veren peygamber de olsa öğüt alan almadıktan sonra o öğüdün hiçbir yararı olmaz. Burada söylenen bu! Demek ki öğüt almak için iradeyi kullanmak ve öğüt alacak bir irade sergilemek lazım. Yani öğüt veren dünyanın âlemlere rahmet olan insanı da olsa, öğüt alan almadıktan sonra kimse öğüt veremez. Evet, öğüt almayana kimse öğüt veremez. Onun içinde öğüt almayan cezayı hak eder. Öğüt almayanın mazereti yoktur. İşte burada söylenmek istenen hakikatte budur.

Burada tercihimiz “yûdrî” fiilinin biri “ke” zamiri, diğeri müteakip iki cümle olan iki mefulüyle birlikte tek bir cümle gibi okunması esasına dayanır. Sen sadece öğüt verirsin. Yani ilk iki ayetin muhataplarının farklı 3. ve devamındaki ayetlerin muhatabının da farklı. İlk iki ayetinin muhatabının müşrik reisleri, daha sonraki ayetlerin muhatabının da Allah resulü olduğuna dair okuma tercihimizin gerekçesi de “yûdrî” fiilinin iki mef’ul alır, Hatta bazen üç mef’ul alır bu fiil. Dolayısıyla iki mef’ulünün biri “ke” zamiri, diğerinin de müteakip iki cümle oluşuna dayanmaktadır.

Bu ayetlerde kalpleri sen okuyamazsın vurgusu da var. Zaten efendimiz bunu itiraf ediyor. Diyor ki “Lem êb-âs en eşûkkâ âlê kûlûbinnês” ben insanların kalplerini açıp bakmak için gönderilmedim. Yine bir savaş sırasında son anda tevhid kelimesini söyleyen ama öldürülmekten kurtulamayan bir müşrik üzerine; sen demek rabbim Allah’tır diyen birini mi öldürdün ey Usame diye Üsame Bin Zeyd’i şiddetle uyarması ve o kadar uyarması ki Hz. Üsame’nin keşke bu günden sonra Müslüman olsaydım diyecek kadar yerin altına geçmesi, utanması hadisesinde biz bunu görüyoruz. Üsame dönmüş ve demişti ki; -Ama Ya Resulullah o kendini kurtarmak için öyle söyledi. La ilahe illallah dedi. Efendimiz ona dönüp kalbini açıp baktın mı buyurmuştu. “Hel şâkâkte kâlbeh”; kalbini, yarıp baktın mı?

 

Ne güzel bir uyarı, hepimiz için. Yani kalbini yarıp bakmadık, kalbini yarıp bakmış gibi muamele edemeyiz. İnsanların kalplerinden geçeni okuma iddiasında olamayız. Biz zahirle amel ederiz. Biz beyana itibar ederiz. Biz insanın özünde güvenli olduğuna inanırız. Kalbini Allah’a havale ederiz. Eğer kandırmaya çalışıyorsa kendini kandırıyordur. Eğer nifaka sapıyorsa o Allah’a ayandır. Allah’ı kimse aldatamaz, kandıramaz. Biz beyana itibar ederiz. Onun içindir ki Allah resulü münafıkların beyanına itibar edip onları İslam toplumunun dışına çıkarmadı vefat edinceye kadar. Bildiklerine dahi bunu yapmadı. İşte burada verilen bir başka öğütte bu.

Yine bir başka öğüt daha var. 3. bir nokta seçkinciliği red, elitizmi reddediyor bu ayetler. Yani toplumun en akıllılarını, en zenginlerini, en varlıklılarını, en yakışıklılarını alalım, gerisi döküntü. Biz toplumu yönetenlere yönelelim, veya toplumun kaymak tabakasına yönelelim, onları gözümüze kestirelim gerisi nasıl olsa süprüntüdür. Bu elitist bir yaklaşımdır. Bu elitizmdir, seçkinciliktir ve Kur’an bunu reddediyor.

Haddi zatında toplumun zayıfları, ezilenleri, mustazafları, ezilmişleri İslam’ın doğal müttefikleridir. Tarih boyunca böyle olmuştur. Tüm peygamberlerin getirdiği ilahi davete ilk uyan toplumun ezilen kesimleri olmuş. Onun içinde çağlar üstü doğruların ortak adı olan İslâm’ın doğal müttefiki hep ezilenler olmuştur. Aksine o çok hürmet edilen, kendisine öncelik tanınan toplumun kodamanları en son gelenler olmuş ve gelirken de kendi hislerini kendi kirlerini de paslarını da beraberlerinde getirmişlerdir. Onlar tulâkâ olmuştur Allah resulünün ifadesi ile Mekke’nin fethi günü. Yani salıverilmişlerden olmuşlardır. Asla gönülden teslim olmamışlardır. Gönülden teslim olanları çıkmışsa da çoğunluğu hep sureta, teslim olmak zorunda kalmışlardır.

İşte bu ayetlerin bize verdiği ders sosyolojik olarak toplumu sınıflara bölen bir zihniyeti red’dir. Toplumun içerisinde öğüt alabilen kim varsa bizim için saygıya değer olan öncelikli olan o olmalıdır. Yani burada ey Müslüman’lar Allah rızası için iş yaptığını söyleyenler, Allah yolunda çalıştığını iddia edenler zengin sevmeyin. Yani zengin sever olmayın.

Zenginden nefret edin değil Allah’a yakın olmanın paranın varlığıyla yokluğuyla alakası yok. Zengin de Allah’a yakın olabilir. Fakir fakir olduğu için Allah’tan uzak ya da yakın olmaz. Zengin de zengin olduğu için Allah’tan uzak ya da yakın olmaz. Herkes takvasıyla uzak ya da yakın olur. Burada servetin belirleyici olması istenmiyor. Şöhretin belirleyici olması istenmiyor, fiziğin belirleyici olması istenmiyor. Statünün belirleyici olması istenmiyor. Konumun belirleyici olması istenmiyor. Yani insanlara değer biçerken, insanlara dışlarıyla konumlarıyla, statüleriyle değil, Allah’ın yarattığı bir değer, Allah’ın yarattığı bir unsur, Allah’ın yarattığı şerefli bir varlık olarak saygı duyun, değer verin, cebinden değer vermeyin, kesesinden bakarak değer vermeyin. Menfaatinizden bakarak değer vermeyin. Yani yağlı bir av görmüş tilki gibi bakmayın insanlara. İnsanlara bakarken Allah’ın gör dediği yerden bakın öğüdü var burada.

4 Veya: "Ve (ey Peygamber); sen nereden bileceksin; belki de o arınacak veya alacağı öğüt kendisine bir yarar sağlayacaktı?" İki âyetlik bu uzun cümlenin i'rabı, mâna farklılığına izin verecek bir yapıdadır. Klasik tefsir iki hatta üç mef'ul alan yudrîke geçişli fiilini ya biri zamir (ice/sen) diğeri mahzuf iki mef'ulle izah etmiş, ya da arkasından gelen le'alle edatının kalp fiillerinden olduğunu, üstelik talep ve temenni bildiren bir istifham olduğunu söyleyen Ebu Ali Farisi'ye dayanarak, bu durumda yudrî fiilinin iki-üç değil, tek tümleç isteyen fiile dönüştüğünü, sonrasının da müstakil bir cümle olduğunu savunmuşlardır (nkl. İbn Aşur). Tercihimiz, yudrî fiilinin iki mef'ulüyle birlikte (biri ke zamiri diğeri müteakip iki cümle) tek bir cümle gibi okunmasına dayanmaktadır. Bu âyet İslâm'a davette seçkinci yaklaşımı reddetmektedir.

(M.İSLAMOĞLU)