ABESE SURESİ


Ayet Getir
80-ABESE 1. Ayet

عَبَسَ وَتَوَلَّى

Abese ve tevellâ.

Bayraktar Bayraklı

(1-10) Kendisine âmâ geldi diye yüzünü ekşitti ve döndü. Sen nereden bileceksin, belki o arınacaktı? Yahut, öğüt dinleyecek de öğüt kendisine yarayacaktı. Kendisini yeterli görüp tenezzül etmeyene gelince; sen ona yöneliyorsun. Onun arınmamasından sen sorumlu değilsin. Fakat koşarak sana gelen, saygı duyarak gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun.


Edip Yüksel

Surat astı ve döndü;


Erhan Aktaş

Surat astı ve yüz çevirdi.


Muhammed Esed

O, suratını astı ve uzaklaştı,


Mustafa İslamoğlu

O (kibirli adam) surat astı ve sırtını dönüp uzaklaştı,


Süleyman Ateş

Surat astı ve döndü;


Süleymaniye Vakfı

Yüzünü ekşittin ve sırtını döndün.


Yaşar Nuri Öztürk

Yüzünü ekşitti ve öteye döndü;


Ayetin Tefsiri

 

MEAL

1.) O (KİBİRLİ ADAM) surat astı ve sırtını dönüp uzaklaştı,

2.) yanına âmâ geldi diye...1

(M.İ)

1-2.) Peygamber [Kureyş'in ileri gelen müşriklerinden bir gruba Kur'an'ı tebliğ ederken Abdullah İbn Ümmi Mektûm adında] gözleri görmeyen bir kişi yanına geldi diye suratını asıp yüzünü öte çevirdi.

(M.Ö)

1-2.) “Yanına âmâ bir kimse geldi diye Peygamber yüzünü asıp çevirdi.”

(A.K)

1-2.) Ey elçimiz Muhammed! Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinin tevhidi kabul etmelerini çok istediğini, onların ısrarlı inkârlarına rağmen sürekli kendilerine tebliğ yaptığını, hatta bu çaba içindeyken diğer bazı müminlerle yeterince ilgilenmediğini biliyoruz.

(H,E;M,C)

TEFSİR

Bu olayla ilgili olarak inen bu yönlendirme gerçekten büyük bir olaydır. İlk bakışta ortaya çıkanın çok ötesinde bir büyüklüğe sahiptir. Bu ve onun yeryüzünde yerleştirmeyi hedeflediği gerçek bir mucizedir. Onun insanlığın hayatına bilfiil kazandırılması ve bunun meydana getirdiği etkiler gerçekten bir mucizedir. Belki de bu islamın ilk mucizesi ve aynı zamanda en büyük mucizesidir. Fakat bu yönlendirme Kur'an'ın ilahi metoduna bağlı olarak ferdi bir olaydan sonra bu şekilde verilmektedir. Kur'an bu ilahi metodu gereği bireysel olayları ve sınırlı ilgileri, sınırsız gerçeği ve şaşmaz sistemi yerleştirmek için bir fırsat bir araç olarak kullanmaktadır.

Yoksa bu yönlendirmenin burada yerleştirmeyi hedeflediği gerçek ve bu gerçeğin Müslüman ümmetin hayatına yerleştirilmesinden kaynaklanan gerçek etkiler özde, islamın kendisidir. Bu islamın ve ondan önceki tüm semavi dinlerin mesajların yeryüzünde ekmeye dikmeye çalıştığı gerçeğin kendisidir. Bu gerçek bir insana nasıl davranılacağını, insanların bir kesimine nasıl muamele edileceğini göstermekten ibaret değildir. Olayın ve ona getirilen yorumun ilk çağrıştırdığı olgu bu olsa da bu gerçeğin gerçekten çok boyutlu olduğu ve bundan daha çok önemli olduğu bir realitedir. Bu gerçek insanların hayattaki tüm işleri nasıl düzenleyecekleri, nasıl değerlendirecekleri ile ilgilidir. Ölçme ve değerlendirmenin kriterlerini nereden almaları gerektiği ile ilgilidir.

Bu yönlendirmenin yerleştirmeyi hedeflediği gerçek şudur: "Yeryüzünde yaşayan insanlar değerlerini ve ölçülerini, yalın, semavi, ilahi kriterlerden almalıdırlar. Bu kriterler onlara gökten gelmelidir. Üzerinde yaşadıkları hayatın şartları ile sınırlı olmamalıdır. Hayatlarının düzenleri ile bağımlı olmamalıdır. Bu düzenler ve şartlarla sınırlı olan düşüncelerinden kaynaklanmamalıdır.

Bu gerçekten büyük bir iştir. Aynı zamanda gerçekten zor bir iştir. İnsanların yeryüzünde gökten gelen değerlerle yaşamaları, yeryüzünün değerlerine karşı bağımsız ve bu değerlerden kaynaklanan baskılara karşı özgür yaşamaları gerçekten zor bir iştir. İnsanlığın geniş çaplı gerçekliğini ve bu gerçekliğin duygular üzerindeki ağırlığını gönüller üzerindeki baskısını kavradığımızda bu işin büyüklüğünü ve zorluğunu daha rahat anlayabiliriz. İnsanların pratik hayatlarından kaynaklanan şartların ve baskıların hepsinden sıyrılmanın zorluğunu düşündüğümüzde bu işi daha rahat anlayabiliriz. İnsanın karşılaştığı zorluklar, yaşam şartlarından, hayatlarının bağlarından, çevrelerinin geleneklerinden, tarihlerin tortularından ve insanı sağlam bir şekilde yere bağlayan yeryüzünün ölçülerini, değerlerini ve düşüncelerini gönüllere ağır biçimde yerleştiren diğer şartları hesaba kattığımızda onlarla baş etmenin ne kadar zor olduğunu daha iyi anlarız.

Hz. Peygamber Rabbinden böyle bir direktif almaya ulaşması için bu konuda uyarılmaya ihtiyaç duymasını kavradığımızda bu işin önemini ve zorluğunu daha iyi anlayabiliriz ki yüce Allah O'nu sadece uyarmakla kalmamış O'nu sert bir şekilde azarlamıştır. Bu da O'nun yaptığı işin gerçekten Hayret edilecek, akıl almaz bir iş olduğunu ortaya koymaktadır. Bu işin veya herhangi bir işin önemini tasvir etmek için şöyle denmesi yeterlidir. Bizzat Hz. Peygamberin kendisi de bu noktaya ulaşması için uyarıya ve yönlendirmeye ihtiyaç duymuştur.

Evet böyle bir uyarı dahi yeterlidir. Zira Hz. Muhammed'in üstün kişiliği, büyüklüğü ve yüceliği yanında yine de bu konuda uyarıya ve direktife ihtiyaç duyuyorsa bu onun çok daha önemli, çok daha büyük bir mesele olduğunu ortaya koyar. İşte ilahi yönlendirmenin bu bireysel olay nedeniyle yeryüzüne yerleştirmeyi hedeflediği ilkenin gerçek mahiyeti budur. İnsanların değerlerini ve ölçülerini yeryüzünün sosyal realitelerinden kaynaklanan, değerlerinden ve ölçülerinden bağımsız bir şekilde gökten almalarıdır. İşte en büyük mesele budur. Yüce Allah'ın peygamberler aracılığı ile insanlara gönderip tüm değerleri kendisi ile ölçmeyi istediği kriter budur. "Sizin Allah katında en değerliniz, en çok takva sahibi olanınızdır." (Hucurat 13) İşte insanın ağırlığını artıran veya düşüren yegane değer budur. Bu yalın semavi bir değerdir.

Yeryüzünün şartları ve durumları ile hiçbir ilgisi yoktur, hiçbir ilgisi. Ne var ki insanlar yeryüzünde yaşamaktadırlar ve birbirlerine birçok bağlarla bağlı bulunmaktadırlar ve bu bağların kendi hayatlarında yerine göre bir ağırlığı bir değeri ve bir çekiciliği bulunmaktadır. Sonra insanlar soy gibi, güç gibi, mal gibi başka değerlere de yer vermekte, günlük hayatlarında bunlarla düşüp kalkmaktadırlar. Sonra bu değerlerin dağılımından kaynaklanan birtakım pratik ilişkiler de doğmaktadır. Bu ilişkilerin bir kısmı ekonomiktir, bir kısmı ekonomik değildir. İşte bu değerlerden insanların birbirlerine karşı konumları farklılaşmakta ve yeryüzünün değerlerine göre bazıları bazılarına üstün gelmekte öne çıkmaktadır. Sonra islam geliyor. Onlara diyor ki: "Sizin Allah katında en hayırlınız, en değerliniz en çok takva sahibi olanlarınızdır." Böylece insanların hayatında büyük değeri olan, duyguların üzerinde ağır baskılar oluşturan ve onu etkileyici bir cazibe ile yere bağlayan tüm değerleri elinin tersi ile itiyor. Bunların hepsinin yerine doğrudan gökten Alınan ve göğün ölçüsünde kabul edilen tek ölçü olan yeni değerlere onları bağlıyor.

Sonra bu olay geliyor. Sınırlı şartlarda meydana gelen bu hadise sözkonusu değerin yerleştirilmesi için bir fırsat kabul ediliyor. Bu vesile ile temel ilke belirleniyor. Ölçü göğün ölçüsüdür. Değer göğün değeridir. İslam ümmetinin insanların bildiği alıştığı her şeyden elini çekmesi, yeryüzünden kaynaklanan ilişkilerden, değerlerden, düşüncelerden ölçülerden ve kriterlerden kurtulması gerekir ki değerlerini yalnız gökten alabilsin. Yalnız göğün tartısı ile tartabilsin! Fakir ve âma bir adam olan ibni Ümmü Mektum Hz. Peygambere geliyor. Bu arada Peygamber Kureyş'in ileri gelenlerinden bir toplulukla meşguldür. Onları islama çağırmaktadır. Onların Müslüman olması ile islamın Mekke'de karşılaştığı zorluk ve sıkıntının hafifleyeceğini bunların islama yararlı olacaklarını ummaktadır. Çünkü Rebia'nın iki oğlu olan Utbe ve Şeybe başka bir adı Ebu Cehil olan Amr ibni Hişam, Ummeye ibni Halef ve Velid ibni Muğire'den oluşan bu büyükler ile peygamberin yolunda duruyor. İnsanları ondan uzaklaştırıyor ve ona birtakım çetin tuzaklar kurarak açıkça onu Mekke'de dondurmak istiyorlardı. Bu toplulukla beraber Abdülmuttalib'in oğlu Abbas da Peygamberi dinlemeye gelmişti. Kabileye her şeyin üstünde bir değer ve saygınlık kazandıran ve kabileye dayalı cahili bir ortamda, bir insana kendisine en yakın çevresi ve ona en çok bağlı olanları saygı göstermez çağrısını kabul etmezse dışındaki insanların bu davayı kabul etmeleri daha da zorlaşacaktı.

Hz. Peygamber İşte bu kadar önemli olan bu toplulukla uğraşırken fakir ve âmâ adam geliyor. Burada peygamber kendisi ve çıkarı için değil, islam ve islamın çıkarı için uğraşıyor. Eğer bu topluluk Müslüman olursa Mekke'deki davanın önündeki, yolundaki zorlu engeller, sivri dikenler temizlenmiş olacak ve bundan sonra islam Mekke çevresine yayılacaktı. Ama bu ileri gelen büyüklerin Müslüman olmasından sonra tabi. İşte bu adam geliyor ve Hz. Peygambere diyor ki: "Ey Allah'ın elçisi, bana da oku, bana da öğret, Allah'ın sana öğrettiklerinden." Rasulullah'ın içinde bulunduğu şartları ve kiminle uğraştığını bile bile bu sözlerini tekrar ediyor. Hz. Peygamber ikide bir sözünün ve çabasının kesilmesinden rahatsız oluyor ve adamın görmediği yüzünde hoşnutsuzluk ifadeleri beliriyor. Yüzünü ekşitiyor ve onunla ilgilenmiyor. Fakir ve kimsesiz olan ve kendisini bu büyük işten alıkoyan adama aldırmıyor. Çünkü uğraştığı şeyin ardında davası ve dini için büyük umutlar besliyor. Aslında o bunlarla uğraşırken dininin zafere ulaşmasını arzu etmektedir. Çağrısına karşı samimiyetini, islamın çıkarına bağlılığını ve onun yayılması için aşırı isteğini ortaya koyuyor.

İşte tam bu sırada gök meseleye el koyuyor. Meseleye el koyuyor ki bu konudaki kesin hükmünü belirlesin. Yolun tüm işaretlerini ortaya koysun. Değerlerin kendisi ile ölçüldüğü kriterleri belirlesin. Şartları ve değerlerin tümünü bir kenara itsin. İsterse bu şartlar ve değerlendirmeler insanların ölçüleri ile belirlenen ve davanın çıkarını gözeten ölçüler olsun. İsterse bu ölçüler; insanlığın efendisi Hz. Muhammed belirlemiş olsun. Bu arada yücelerin yücesi Allah'tan onurlandırılmış eşsiz bir ahlak sahibi olan Peygamberine sert bir üslup içinde azarlama geliyor. Bu bütün bir Kur'an içinde yakın ve sevgili dost peygambere karşı "kella-hayır!" kelimesinin kullanıldığı tek yerdir. "Kella" kavramı hitapta azarlama ve sitem anlamına gelir. Çünkü bu bütün bir dinin kendisine dayandığı çok önemli bir meseledir.

Kur'an-ı Kerim'in bu ilahi azarı ortaya koyuş üslubu da eşsiz bir üslubtur. Bunu beşeri yazım diliyle dile getirmek mümkün değildir. Zira yazım dilinin kendisine has ilkeleri, gelenekleri ve disiplinleri vardır. Bu da bu mesajların doğrudan ve bütün diriliği ile bütün sıcaklığı ile ortaya konmalarını engellemektedir. Bu konuda sadece kullanılan üslubu, onları bu şekilde sergileme gücüne sahiptir. Kur'an hızlı dokunuşlar, kısa ifadeleri ile ortaya koymaktadır. Sanki bu ifadeler birer tepkidir, hayat kokan çizgiler, parıltılar ve hatlardır. "Surat astı ve döndü, yanına âmâ geldi diye." Sanki burada muhataptan başka üçüncü bir şahıstan söz edilmektedir. Bu üslupta şöyle bir incelik sezilmektedir. Burada söz konusu olan konu yani Allah'ın hoşnutsuzluğu direk olarak yüce Allah peygamberine ve sevgilisine yöneltmek istememektedir, O'na şefkatinden ve merhametinden dolayı. Böyle hoş olmayan bir ifadeyi O'na yöneltmeyi ikramından dolayı uygun bulmamaktadır.

(S.KUTUB)

1. Bu sûrenin giriş cümlesi çok ilginç bir incelik taşımaktadır. Daha sonra gelen ayetlerden, "Surat astı ve döndü" ayetinin asıl muhatabının Rasûlullah (s.a) olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Fakat ilk bakışta bu davranış Rasûlullah (s.a)'dan değil de, sanki başka bir kimseden sadır olmuş gibidir. Allah (c.c) böylesine incelik taşıyan bir ifadeyle, bu yaptığı hareketin Rasûlullah'a (s.a) yakışmadığını anlatmış ve "şayet senin üstün ahlak sahibi olduğunu bilen bir kimse, bu şekilde davrandığını görseydi, bunu sana yakıştırmazdı" demek istemiştir.

Burada sözü geçen âmâ, meşhur sahabî Ummu Mektum'dur (r.a). İbni Abdullah Berr'in El-İstiyab'ta ve İbni Hacer'in de El-İsabe'de yaptıkları açıklamalara göre, Ummu Mektum (r.a) Hz. Hatice'nin (r.a) halazadesidir, yani Ummu Mektum'un (r.a) annesi ile Hz. Hatice'nin (r.a) babası kardeştirler. Bu ifadelerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Rasûlullah'ın (s.a) Ummu Mektum'dan (r.a) yüz çevirmesinin nedeni, onu hor gördüğünden dolayı değildi. Yine onu hakir gördüğünden Mekkeli ileri gelenlere yöneliyor da değildi. Çünkü Ummu Mektum (r.a) Rasulullah'ın (s.a) hanımının kuzeni idi ve akrabalarındandı. Ayrıca Ummu Mektum (r.a) garip bir kimse de değildi. Allah (c.c)'nın buyurduğu gibi asıl neden, Ummu Mektum'un (r.a) âmâ olmasıydı.

Rasûlullah (s.a) çok çaba sarfederek, Mekke'nin ileri gelenlerinden birisinin bile Müslüman olmasını sağladığı takdirde, İslâm hareketinin güçleneceğini, Ummu Mektum'un (r.a) ise, özürlü olmasından dolayı İslâm hareketine bir faydası olamayacağını düşünüyordu. İşte bu nedenlerden ötürü, Mekke'nin ileri gelenleri ile tam konuştuğu bir sırada Ummu Mektum'un (r.a) müdahale etmesini hoş görmemiştir. Ayrıca Rasûlullah (s.a) Ummu Mektum'un (r.a) istediği bir zamanda soru sorabileceğini de biliyordu, çünkü akrabaydılar.

(MEVDUDİ)

Yanına bir âmâ geldi diye peygamber yüz astı, abus bir çehre ile karşıladı onu.

(A.KÜÇÜK)

“Âbese ve tevellê” surat astı ve sırtını dönüp uzaklaştı. “En cê-êhû’l-'â'mê” “âmâ, kör, özürlü geldi diye.

Bu ayetler kimi muhatap alıyor. Bütün tefsirlerimizin hemen hemen tümünde bu ayetlerin muhatabı Allah resulü. Yani kör olan, görme özürlü olan İbn. Ümmü Mektum gelince Allah resulü Kureyş’in ulularından bir kaçıyla konuşuyormuş, sohbet halindeymiş. Onlara İslam’ı tebliğ ediyor imiş. Âmâ olan İbn. Mektum da manzarayı görmediği için Allah resulünden, Allah’ın kendisine öğrettiğini, kendisine öğretmesini istiyor. Bu kelimelerle yardım istiyor. Bunun üzerine bu ayetler, bu pasaj nazil oluyor. İşte esbab-ı nüzul rivayetleri, iniş nedeni rivayetlerine bakarak bu pasajın içine bu ayetleri de dahil edip, bu ayetler de Allah resulüne hitap ediyor şeklinde tefsir ediyorlar.

Fakat buraya acizin bir itirazı var. Tamam bu pasajın muhatabı Allah resulü. Fakat ilk iki ayetin muhatabı Allah resulü olmasa gerek. Neden olmasa gerek? Delilim “âbese ve tevellê” kelimelerinin aynen bir başka yerde Müddessir/23-24. ayetinde Kureyş’in iki ulusu hakkında, Kureyş’in iki meşhur müşriği, sapığı hakkında geldiğini görüyoruz. Ebu Cehil veya Velid veya bir başkası. İsimler çok önemli değil. Ama aynen bu iki kelime, bu iki sıfat, yani fiil olarak burada gelmiş, orada da benzer bir biçimde Kureyş’in küfrü ile ünlü şahsı için kullanılıyor. Müddessir/23-24. ayetlerinde.

Yine “tevellê” kelimesi, sırt çevirme, yüz dönme kelimesi Kur’an da nerede kullanılıyorsa orada kâfirler ve müşrikler için kullanılıyor. Gerek Müddessir/23-24, gerek “tevellê” kelimesinin Kur’an da geçtiği her ayet alt alta konduğunda bu ibarenin muhatabının Allah resulü olmadığı sonucuna varabiliriz. Bu ilk iki ayette muhatap Allah resulünün konuştuğu müşrik liderler. Yani âmâ’nın Allah resulüne geldiğini gördüklerinde yüz çeviriyor, yüzleri ekşiyor ve sırtlarını dönüyorlar. Yani Allah resulü âmâ ile muhatap olacaksa eğer, biz toplumun aşağı kesimlerinin yanında bulunmayız diyorlardı zaten. Kur’an’ın farklı yerlerinde onların bu tavırları ele veriliyor.

İşte o tavrın bir devamı ve bir uzantısı olarak toplumun aşağı kesimleriyle, onlar öyle görüyorlar. Yoksulları ezilmişleri, fakirleri, köleleri, azatlıları, soylu olmayanların yanında durmayı zül addediyorlar. Onlarla aynı fotoğrafa aynı kareye girmeyi zül addediyorlar. Hesapta kendileri onurlu ve şerefli, onlar onursuz ve şerefsiz (haşa) olmuş oluyor. Onların onur ve şeref anlayışları çok farklı. İşte bu yüzden toplumda nispeten meşhur olmayan kabilelere mensup insanlarla yan yana görünmek istemiyorlar. Burada da onu görüyoruz.

Bütün bu delillerle birlikte andığımızda ‘abese suresinin ilk iki ayetinin muhatabı Allah resulü değil, Allah resulünün o an konuştuğu, veya Allah resulüyle konuşmaya gelmek üzere olan, gelen ama Allah resulüne âmâ’nın, âmâ bir mü’minin yöneldiğini görünce onunla aynı kareye girmeyi zül addeden bu mütekebbir, burnu havada, küstah, kibirli müşrikler olduğunu rahatlıkla istikrai, tüme varım yöntemiyle okuma sonucunda Kur’an’daki “Âbese ve tevellê” kelimelerinin bir başka yerde ikisiyle birlikte geçtiği Müddessir/23-24’ten; “Tevellê” kelimesinin geçtiği diğer ayetlerden yola çıkarak rahatlıkla söyleyebiliriz.

Peki bunu söylemekle şunu söylemiş olur muyuz? Bu sûrede Allah resulüne uyarı yapılmamaktadır, uyarı yoktur. Hayır. Bu sûrede Allah resulüne uyarı vardır. Uyarı 1 ve 2. ayetlerde değil, 3 ve devamındaki ayetlerdedir. Onlar doğrudan Allah resulünü muhatap almaktadır, Allah resulüne hitap etmektedir, işte şimdi o ayetleri görelim.

1 Veya: "O (Peygamber) surat astı ve sırtını dönüp uzaklaştı, yanına âmâ geldi diye..." Müteakip 3 ve 4. âyetlerin okunuşuna bağlı olarak ilk iki âyetin özneleri değişir. Bu âyetlerin öznesinin Hz. Peygamber olduğunu ittifakla söyleyen klasik tefsirin tercihinde, Muvatta ve Tirmizî'nin Sünen'inde nakledilen nüzul sebebi rivayeti belirleyici olmuştur. Fakat Tirmizî rivayeti sorunludur. Mamafih bu rivayetler bile tercihimizi dolaylı olarak onaylar. Tercihimizin birinci gerekçesi, "surat astı" ['abese) ve "sırt dönüp uzaklaştı" [tevellâ) fiillerinin aynen geçtiği 4/Müddessir 23-24. âyetler ve orada anlatılan tiptir. Nüzul sebebi rivayetlerine dikkatle bakınca, Hem 4/Müddessir: 23-24'teki hem de buradaki olayda aynı isimlerin geçtiği görülür: Velid b. Muğire ve/veya Ubey b. Ka'b. Tercihimizin ikinci gerekçesi de şudur: İlk iki âyette özneden "o" diye söz edilirken, müteakip âyetlerde "sen" diye söz edilmektedir. Bu da, ilk iki âyetle sonraki âyetlerin öznelerinin farklılığını teyit eder. Özetle; 1 ve 2. âyetteki muhatap (yani "o kibirli adam") Velid b. Muğire b. Şube veya Ubey b. Ka'b, 3 ve 4. âyetteki muhatap ise Hz. Peygamber'dir.

(M.İSLAMOĞLU)

[Ek bilgi; YÜZÜNÜ EKŞİTİP ARKASINI DÖNEN KİMDİ?

B) Yüzünü ekşitip arkasını dönme işini Mekke’nin ileri gelenlerinin yaptığını benimseyenler de vardır. Buna göre yüzünü çevirip arkasını dönen kişi peygamber değil yanındaki kibirli şahıstı. Bu görüşün bazı delilleri olduğunu düşünmekteyiz.

1 – Âyette ki ‘Abese ve Tevellâ fiillerinin ait olduğu kişinin Müddessir/22-23 geçtiği üzere Velid Bin Muğira olma ihtimali yüksektir. Orada hem ‘Abese hem de arkasını dönmek anlamında ki edbera kelimeleri geçmektedir Söz konusu fiillerin vahyin muhatabı bir peygambere aidiyeti noktasında sorun görülebileceği için yüzünü çevirip arkasını dönme eylemi Hz. Peygambere nispet edilmek istenmemektedir. Kur’an da iki kez geçen ‘Abese fiilinin bir yerde Velid Bin Muğira ya, diğer bir yerde Hz. Peygambere nispeti zihinleri yorabilecek sonuçlara da neden olabilir. Fiili Hz. Peygambere nispet etmeme durumu çok önemli bir hassasiyet ifadesidir Hz. Peygamberi böyle bir davranıştan uzak görme arayışıdır. Bu yaklaşımın saygıdeğer olduğu kuşkusuzdur. (Devam ediyor)

(KISA SURELERİN TEFSİRİ II/ 188-191)

(M. OKUYAN)